Bir büyüsem!
İşte böyle başlar yarının serüveni.
Dünden bugüne, bugünden yarına bu cümle sırtlanır götürür insanı götürebildiği yere kadar.
Ahkâm kesmeler çoktan başlamıştır.
Önce, varsa ağabeyini,
Yoksa ablasını, hemen peşi sıra babasını beğenmez.
Ben baba olursam,…
Bakan olursam,…
Başbakan olursam,…
Art arda kafasındaki en ideal tipi çizer adeta melaikeyi canlandırır.
Okula gider gitmez sınıf başkanından başlar, öğretmeniyle devam eder, müdürden hatta ve hatta Milli Eğitim Bakanından çıkar.
İlkokul biter, lise biter, üniversite biter.
Askere gider yazıcıyı, talime gider subayı beğenmez.
Sıra bir baltaya sap olmaya gelmiştir.
Derken o da olur.
Ben şef olursam diye başladığı söze, ikindide müdüre, akşamda daire başkanı olarak bitirir.
Aslında bitireceği yoktur da, gün akşam olmuştur artık.
Bitiriş mecburiyettendir.
Bütün bunları sıralarken, Anadolu’da ki şu deyimi görmemezlikten de gelir,
“…bakmadan Samandağ’ına oduna gitmeye kalkışır”
Bu liste uzadıkça uzar gider.
Sizin başınızı fazla ağrıtmadan “bizim köyün kızını” yani “karşı köyün gelinini” anlatarak birazda hoşça vakit geçirelim.
Bizim köyün güzel mi güzel bir kızı vardı.
Yürüdüğünde kaldırım taşları yerinden fırlardı adeta,
Sanırsınız küçük dağları kendisi yaratmış.
Yaş kemale ermiş, serilip serpilmişti.
Artık kocaya gitme vakti gelmişti.
Derken düğün dernek kuruldu.
Artık, bizim köyün güzeli karşı köyün geliniydi.
Düğün haftası bitmiş, ev işlerinin ucundan tutma zamanı gelmişti.
Evi süpürme, perdeleri değiştirmeden başladı işe,
Sahanlık, çatı arası, balkonlar her yer elden geçmişti.
Bidon bidon deterjan, koli koli parfüm kullanılmış, evin makûs kokusu giderilememişti.
Gelinin dünyası yaşadığı daire idi.
Ayağı toprağa basmamıştı.
Yaşananlara evin gerçek sahibi, kayınpeder bıyık altından gülüyordu.
Gelin her şeyi temizlediğini sanıyordu ama bilmediği bir şey vardı.
Bu da işin nirengi noktasıydı.
Evin alt katı ahırdı.
Daha da kötüsü danalar da ishal olmuştu.