Uluslararası hukuk diye bir alanın gerçekten var olup olmadığı daha doğrusu uluslararası hukukun “hukuk” olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı hususu tartışmalıdır. Sosyoloji biliminin kurucu babalarından olan (başla bir ifadeyle üç sacayağından biri olan) Max Weber Ekonomi ve Toplum kitabında devletin üzerinde ona yaptırım uygulayabilecek bir otorite var olmadığı için uluslararası hukukun hukuk olarak adlandırılabileceği görüşünün reddedildiğini ifade etmektedir.(1)
Max Weber’in bu ifadeyi kullandığı dönemde Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği vb. kuruluşların var olmadığı ve yine bütün devletler bakımından bağlayıcı sayılacak ilke kuralların bulunmadığı için bu iddianın zamanla ortadan kalktığı ileri sürülebilir. Ancak o dönemde de bu dönemde de devletlerarası ilişkilerde asıl olanın kuvvet dengesi olduğu ve büyük balığın küçük balığı yutma imkânının söz konusu olduğu hiçbir durumda büyük balığın bir söz verdi diye bu imkândan asla vazgeçmeyeceğini bilmek gerekir.
Devletlerarası ilişkilerin ve bittabi hukukun en temel ilkelerinden olan “pacta sund servanda” (ahde vefa ilkesi) kuvvet dengesinin kaybolduğu durumda sadece ve sadece romantik bir söylem olarak kalır. Dolayısıyla ikili veya çoklu bir uluslararası sözleşmeye taraf olan bir devletin, kuvvet dengesi kendi lehine döndüğü anda sözünden cayıp taraf olduğu bu uluslararası sözleşmeyi -kendi lehine yeni avantajlar ihdas etmek amacıyla- ihlal etmeye başlayacağı açıktır.
Yukarıda saydığımız realiteyi bir kenara bırakarak yazının buradan sonraki kısmına uluslararası hukukun işlevsel bir dal olduğu düşüncesiyle devam edelim.
Son günlerin en popüler tartışması Kanal İstanbul. Toplum bu konuda ikiye bölünmüş durumda. Sayın Erdoğan’ın bu “çılgın (!)” projesine taraftar olanlar da var muhalif olanlar da. Uzun uzun kim niye taraftar kim niye muhalif diye yazmayacağım. Sadece taraftar olanların Kanal İstanbul’un Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin arkasından dolanacağı ve bu şekilde sözleşmenin kadük kalacağı iddiasını değerlendirmek istiyorum. Şimdi tam da burada sorumuzu sorup cevabını arayalım; Kanal İstanbul projesi tamamlanırsa gerçekten Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin arkasından dolanma imkânı olur mu, Montrö Boğazlar Sözleşmesi kadük hale gelir mi? Peşinen hayır cevabını verip gerekçelerimizi ifade edelim.
Cevap vermeye başlamadan önce girizgâh olarak şu konuyu belirtmekte fayda var. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ilga edilmesi veya delinmesi Türkiye’ye ne kazandırır ne kaybettirir. Çünkü Türkiye sözleşmeyi ilga ederek veya delerek daha avantajlı bir konuma geçmeyecekse ve hatta elindeki avantajları da kaybedecekse Montrö’yü ilga etmeye veya delmeye çalışmanın hiçbir manası bulunmamaktadır. Zira pirince giderken evdeki bulgurdan olma riskiyle baş başa kalma durumu söz konusu olabilir. Şimdi asıl cevaplarımıza geçelim.
Öncelikle, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin başlangıç kısmında “Boğazlar” ifadesinden hangi bölgenin kast edildiğini bilmek gerekmektedir. Sözleşmede “Boğazlar” ifadesi şu ifadelerle tanımlanmıştır; “”Boğazlar” genel deyimiyle belirtilen Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve Karadeniz Boğazı’ndan geçişi ve gemilerin-gidiş gelişini (ulaşımı), ..“ Yani Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin konusu olan “Boğazlar” Çanakkale Boğazı’nın giriş kısmından başlayıp İstanbul Boğazı’nın çıkış kısmına kadar devam eden bölgeyi yani Marmara Denizi’nin tamamını kapsamaktadır. Yani sözleşmede “Boğazlar” olarak adlandırılan bölüm Çanakkale Boğazı’ndan başlayıp İstanbul Boğazı’nın çıkışına kadar devam eden uzun bir koridoru ifade etmektedir. Bu manada bizim hep bir “iç deniz” olarak ifade ettiğimiz Marmara Denizi, Montrö Sözleşmesi bağlamında “Boğazlar” denilen bölgenin ortasına tekabül eden bir parçasıdır. Hâlbuki Kanal İstanbul projesini savunanlar Boğazlar bölgesinin sadece İstanbul Boğazı’ndan ibaretmiş gibi bir yanılsama veya yanıltma hali içerisindedirler. İstanbul’da yeni bir kanal açılınca Montrö’nün ilga olacağı ve delineceği iddiası sözleşmedeki bu “boğazlar” tanımı nedeniyle asılsız kalmaktadır.
İkincil olarak, Kanal İstanbul projesini savunanlar gemilerin İstanbul Boğazı’ndan değil kanaldan geçeceklerini İstanbul Boğazı’ndan geçerken hiçbir şekilde vergi vs. ödemediklerini ve böylelikle kanaldan geçerek Türkiye’ye ödeme yapacaklarını ve Türkiye’nin kanal geçişlerinden gelir elde edeceğini iddia etmektedirler. Bu da kocaman bir yanılsamadan ibarettir. Çünkü sözleşmenin 2. maddesinde yer alan “Barış zamanında, ticaret gemileri, gündüz ve gece, bayrak ve yük ne olursa olsun, aşağıdaki 3. madde hükümleri saklı kalmak üzere, hiçbir işlem (formalite) olmaksızın, Boğazlardan geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) tam özgürlüğünden yararlanacaklardır. Bu gemiler, Boğazlar ‘in bir limanına uğramaksızın transit geçerlerken, Türk makamlarınca, alınması işbu Sözleşmesinin I şayile Ek’inde öngörülen vergilerden ve harçlardan başka, bu gemilerden hiçbir vergi ya da harç alınmayacaktır.” hükmü bu iddianın hiçbir şekilde uygulanabilir olmadığını ortaya koymaktadır. Yine sözleşmenin EK.I başlıklı kısmının 1. maddesinde Türkiye’nin boğazlardan geçen gemilerden hangi oranlarda vergi ve harç alacağı düzenlenmiştir. Dolayısıyla Kanal İstanbul ile birlikte yabancı gemilere İstanbul Boğazı’nı kapatıp onları Kanal İstanbul’a yönlendirme ve bu yabancı gemilerden geçiş ücreti alma iddiası da suya düşmektedir. Tabi ki bizim yerli ve milli hükümetimizin Türk gemilerine bu uygulamayı yapmasının önünde hiçbir engel yok!
Üçüncü olarak Kanal İstanbul’un ABD’nin Karadeniz’e donanma göndermek amacıyla yapıldığı iddiası da çok zayıf iddialar arasında yerini almaktadır. Şöyle ki; sözleşmenin 18. Maddesinin 1. fıkrasının (d) bendinde “Karadeniz kıyıdaşı olmayan bir ya da birkaç Devlet, bu denize, insancıl bir amaçla deniz kuvvetleri göndermek isterlerse, toplamı hiçbir varsayımda 8.000 tonu asmaması gerekecek olan bu kuvvetler, işbu Sözleşmenin 13. maddesinde öngörülen ön- bildirime gerek duyulmaksızın, aşağıdaki koşullar içinde Türk Hükümetinden alacakları izin üzerine, Karadeniz’e girebileceklerdir: Yukarıdaki a) ve b) paragraflarında öngörülen toplam tonaj dolmamışsa ve gönderilmesi istenilen kuvvetlerle bu toplam tonaj asılmayacaksa, Türk Hükümeti, kendisine yapılmış olan istemi aldıktan sonra en kısa süre içinde bu izni verecektir; sözü geçen toplam tonaj daha önce kullanılmış bulunuyorsa ya da gönderilmesi istenilen kuvvetlerle bu toplam tonaj asılacaksa, Türk Hükümeti, bu izin isteminden, Karadeniz kıyıdaşı Devletleri hemen haberli kılacak ve bu Devletler, haberli kılındıklarından yirmi-dört saat sonra bir karşı görüş öne sürmezlerse, ilgili Devletlere istemlerine ilişkin olarak verdiği kararı en geç kırk-sekiz saat içinde bildirecektir.” denilerek Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelere Karadeniz’de savaş gemisi bulundurma hakkı tanımaktadır.
Yine sözleşmenin 18. maddesinin 2. fıkrasında “ Karadeniz’de bulunmalarının amacı ne olursa olsun, kıyıdaş olmayan Devletlerin savaş gemileri bu denizde yirmi-bir günden çok kalamayacaklardır.” denilerek bu hakkın süre yönünden sınırlandırıldığı görülmektedir. Yani ABD veya Karadeniz’e kıyısı olmayan başka bir ülkenin Montrö’ye dayanarak Karadeniz’de savaş gemisi bulundurma imkânı zaten vardır. Daha da önemlisi Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin bu maddesindeki açıklardan faydalanarak bu imkânın sürekli hale getirilmesi ihtimali de bulunmaktadır. Dolayısıyla ABD’nin Karadeniz’e savaş gemisi sokmak için Kanal İstanbul’u yaptırıp Montrö’nün arkasından dolanma imkânı bulunmamaktadır.
Dördüncü olarak; sözleşmenin 20. maddesinde “Savaş zamanında, Türkiye savaşan ise, 10. maddeden 18. maddeye kadar olan maddelerin hükümleri uygulanamayacaktır; savaş gemilerinin geçişi konusunda Türk Hükümeti tümüyle dilediği gibi davranabilecektir” denilerek Türkiye’ye savaş durumunda savaş gemileri yönünden sözleşmeyi askıya alma hakkı tanınmıştır. 21.maddede ise “Türkiye kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi karsısında sayarsa, Türkiye’nin, işbu Sözleşmenin 20. maddesi hükümlerini uygulamağa hakki olacaktır.” denilerek Türkiye’nin bu hakkını kullanma imkânı genişletilmektedir. Yani Türkiye konjonktürü zorlayarak en azından savaş gemileri yönünden Montrö’yü zaten askıya alabilir.
Tüm bu anlatılanlardan şu sonuç çıkmaktadır. Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden rahatsızsa ve bu sözleşmeyi tamamen askıya almayı düşünüyorsa öncelikle sözleşmeyi askıya almanın Türkiye’nin gerçekten menfaatine olması lazım. İkincil olarak, uluslararası sözleşmelerde pacta sund servanda (ahde vefa ilkesi) kuvvet dengesi devam ettiği sürece işleyen bir ilkedir. Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden doğan ahde vefa ilkesine aykırı davranmak istiyorsa her şeyden önce sözleşmenin bütün taraflarına karşı stratejik bir kuvvet üstünlüğü sağlaması lazım. Stratejik kuvvet üstünlüğünü sağlayabilirse Montrö’yü hukuken (de iure) ortadan kaldırmasına gerek olmadan fiilen (de facto) ortadan kaldırabilir. Böyle bir stratejik üstünlük söz konusu değilse değil Kanal İstanbul’u, Anadolu’nun her tarafına Karadeniz’den Akdeniz’e uzanan kanallar yapsa Montrö’yü yine ortadan kaldıramaz. Peki, iktidar bunu bilmiyor mu, biliyorsa Kanal İstanbul’da neden bu kadar ısrar ediyor? Bu sorunun cevabını da daha Kanal İstanbul projesi açıklanmadan önce projenin planlandığı bölgeden ucuza arsa toplayan kişilerde aramak lazım.
Vesselam…
(1) WEBER, Max, Ekonomi ve Toplum, Yarın Yayınları, İstanbul, 2012, C. I, s. 144.