Önceki yazımda
“Elde Kur’an gibi bir bürhan-ı hakikat (gerçek delil ve kanıt) varken…ilzam
(yani gerekli cevabı vermek) için gönlüme sıklet (ağırlık) mı gelir?” demiştim.
Çünkü Kur’an
kâinat / evren denilen büyük kitabın, ezelî bir tercümesidir. Evet Kur’an büyük
kâinat kitabının tercüme-i ezeliyesidir. Evet Kur’an; bütün varlıkların
mânalarını, içyüzlerini ve vazifelerini açıkladığından öncesiz bir tercümedir.
Kur’an ibtidası ve
başlangıcı olmayan, her zaman var olan, yani ezelî olan Allahın kitabıdır.
Kainat gerçeklerinin ifade edildiği, kainat kitabının tercümesi ve
tercümanıdır.
Kur’an; Allahın
ezele müteallik ve mensup, devamlı var olup, varlığının başlangıcı olmayan
muhit / kuşatıcı ilminin bir tezahüründen, dile getirilişinden, yazıya
geçirilişinden ibarettir.
Evet Kur’an ezele
mensup, ezel ile ilgili, ezelilik vasfını taşıyan İlâhi sözler bütünüdür.
Kur’anda olanlar,
Kur’anda yer almadan önce de, Allahın ilmi muhitinde / her şeyi çevreliyen,
kucaklayan, kuşatıcı ilminden var olup gelmiştir.
Yani kâinat; vücut
bulmadan, var edilmeden önce de, Allahın ilminde vardı. Allah onları
yaratmakla; ilmi muhitinden, görünmezlik âleminden görülen âleme taşımış,
aktarmıştır.
Allah “Küntü
kenzen mahfiyyen…” “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim kâinatı ve
içindekileri yarattım.” derken, sınırsız ilminden süzülen Kur’an’ı ve Kelamî
kitabının da somut bir şekilde kâinat olarak zuhurunun, sır ve hikmetini nazara
veriyor.
Yunus Emre bu
mânayı ne güzel ifade eder:
“Ete kemiğe
büründüm. Yûnus diye göründüm.”
X
Kâinat büyük bir
kitap olup, küçük küçük kitapçıklardan oluşur. Tıpkı noktadan harfler, harflerden
kelimeler, kelimelerden cümle ve satırlar, satırlardan paragraflar, ondan
sayfalar, ondan formalar, formalardan da kitaplar teşkil edildiği gibi.
Kitap deyince,
yazılmış olduğunu, yani bir yazarı bulunduğunu anlarız.
Kitap deyince, okunmak
için yazıldığını düşünürüz.
Kitap deyince,
anlamak gerektiğini anlayınca, gereğini de yapmakla mükellef ve yükümlü
olduğumuzu derk ederiz.
Kitap deyince,
okumakla mükellef olduğumuzu, aksi takdirde mes’ûl ve sorumlu tutulacağımızı
aklederiz.
Bundan dolayı,
okullarda okuduklarımız Fizik, Kimya, Biyoloji ve Astronomi gibi kitapların;
büyük kâinat kitabının kitapçıkları olduğunu idrâk ederiz.
Kâinat / evren
dediğimiz büyük kitap; müşahhas ve somut bir kitaptır. Camidat dediğimiz cansızlar
âlemi, hayvanat dediğimiz hayvanlar âlemi, nebatat / bitkiler dediğimiz
bitkiler âlemi ve hepsinin kendisine hizmet etmekte âdeta yarıştığı insanlar
âleminden müteşekkil / teşekkül etmiş koskocaman bir kitaptır.
Onu okuyacak,
inceliyecek ve araştıracak olan insan da, kitap içinde, çok değerli bir
kitaptır.
Üstelik, içinde
bulunduğu kâinat kitabını, okuyan bir kitap.
Velhasıl maddeten
küçük fakat mânen çok büyük kitap hükmünde olan insan kitabı; maddeten çok
büyük fakat mânen çok küçük kitap sayılan kainat denen kitabı okuyor be
dostlar!
Kur’an kelâmî /
sözel mânevî bir kitap. Kâinat kevnî / maddî bir kitaptır.
Madde görünür,
mâna görünmez. Ama görünen maddî kâinat; görünmeyen mâna âleminin tecessüm
etmiş / cisimleşmiş hâlidir.
İşte Yüce Allah da
İlâhî vahiy yoluyla, Kur’an-ı Kerîminde kullarına; olanlardan ve
olacaklardan, geçmişten, hâlden,
istikbâl ve gelecekten haber veriyor. Maziden ibret almalarını istiyor.
Geleceğe ve geleceklere karşı hazırlıklı olmalarını ihtar edip hatırlatıyor.
Hâli iyi değerlendirmemizi istiyor. İnsana ebediliğini ve devamlı oluşunu
müjdeliyor.
Çünkü “Vermek
istemeseydi, istemek vermezdi.”
İşte insanın bu
fıtrî isteği, içinde; isteğinin yerine getirileceğinin de müjdesini saklıyor.