İtaatsizlik, isyan etmek demek değildir. Kaba kuvvete başvurmak demek değildir. Resmî işlerini aksatmak demek hiç değildir. Devlet malına, dolayısiyle halkın malına zarar vermek, işini ağırdan almak demek de değildir.
Ya nedir? Dersek, idarenin, idareyi ilgilendirmeyen, kişinin din ve vicdan hürriyetine müdahalesine, karışmasına, bu husustaki isteklerine bigane ve kayıtsız kalmaktır. Aldırış etmemektir. Dinini uygulamaktaki hususlara karışmalarını doğru bulmayarak, inancının gereğini, ne pahasına olursa olsun yerine getirmektir. Bu hususta gevşememektir. Tembellik etmemektir. Bu yüzden başına geleceklere de katlanmalı. Yine de işine gücüne devam etmelidir.
İşte itaatsizlikten istenen budur. Yoksa itaatsiz olması, işini aksatması, işini yapmaması, görevine boşvermesi demek değildir. Kişinin şahsına olan karışmayı kabul etmemek olan itaatsizliği, isyan olarak anlamak çok yanlıştır. Aralarında dağlar kadar fark vardır. İsyanda zulüm yapmak zorunda kalış vardır.
Ki Allah bunu kesinlikle yasaklıyor. “Ve la teziru vaziretün vizre uhra.” Âyeti; bu konuda bize ışık tutmakta. Böylece dahilde, yurt içinde kılıç kullanmayı yâni silaha sarılmayı reddetmekte ve yasaklamaktadır. Çünkü kılıç ancak dış düşmana karşı çekilir.
Kısaca İslâm yurt içinde kesinkes, hiçbir şekilde bir kişinin bile burnunun kanamasını istememektedir. İdarenin yanlış yöntemlere başvurması hâlinde bile, kanun çerçevesinde hareket etmek ve baştakilerin ıslahını, kendilerini düzeltmelerini dilemek asıldır.
Çünkü tarihte görüyoruz ki, hiçbir peygamber, hiçbir büyük âlim, halk ile devleti karşı karşıya getirmemiştir. Bu hususta İmamı Rabbanî’nin devlet-halk münasebet ve ilişkilerinde uyguladığı, yapıcı tutum ve davranış; mensuplarını isyandan men’ edip yasaklıyarak, onları, müspet, olumlu ve yapıcı harekete sevketmesi, yönlendirmesi, üstelik baştakilerin ıslahı için, onlara dua etmelerini istemesi, sadece insanlara irşat vazifesiyle, doğru yolu göstermekle, nasihat ve öğütle yetinmesi bize ders olmalıdır.
Nitekim bu davranışın sonunda, zamanın hükümdarının gönlünü kazanmasını bilmiş ve istekleri bir bir yerine getirilmiştir. Şayet aksi yola başvurulup başkaldırılsaydı; çok kan dökülecek. Kurunun yanında yaş da yanacak. Sonuç ise meçhul olacaktı. İşin en acı ve mes’uliyetli tarafı da imana susamış, bunca irşada muhtaç nice kimseler imanını kurtarmak fırsatını bulamadan, bu yüzden ölmüş olacaktı.
Ve tabii mahşerde, yakalarımızı, onların ellerinden kurtaramıyacak; mânen bizler de mes’ûl ve sorumlu olacak…ayrıca âhiretimizi de tehlikeye atmış bulunacaktık.
Bu durumlarda Bediüzzaman’ın dediği gibi “Muhabbet Fedaileri” olmalı. Husûmete / düşmanlığa asla vakit ve zaman bulmamalıyız. Çünkü insan bir kere dünyaya geliyor. Onun bir kere olan Âhireti kazanma şansıyla oynamaya kimsenin hakkı yok. Bunu iyice bilmemiz gerek.
İnsanı yok etmeyi değil, kazanmayı görev bilmeli.
Üstelik, bunun en büyük görev olduğunu hiç unutmamalı.