İstanbul’da Aşk Başkadır

74

Esasında bu isim İlhan Engin’in 1960’lı yıllarda yayınladığı bir romanın adı. Aynı isimle  bir müddet sonra Fikret Hakan, Gisella Dali, Suphi Kaner, Yılmaz Gruda’nın başrolü oynadığı Yeşilçam’da filme de alındı. Yalçın Tura müziklerini yaptı, Bülent Oran senaryolusunu yazdı, Süreyya Duru da yönetmenliğini üslenmişti. Neticesi itibariyle de bir aşk romanı ve filmi idi.

Benim sevdam ise İstanbul’da aşk ile beraber örtüştürdüğüm kültür, tiyatro, konserler, müzikaller, konferanslar, sergiler, eğitim kurumları, tarihi mekanlar, kadim medeniyet ve çağdaş uygarlıkla bilgiyi de içine alacak evrensel yapıdır. Hepsi bunların birer kara sevda, geri dönüşü olmayan sevgidir, aşktır. Taşrada bunun hepsini aynı anda yaşayamazsınız. Mevsim sonu itibariyle gelir etkinlikler, yahut yerel özellikleri taşır. Dolayısıyla İstanbul’da aşk başkadır.

 

Her Meşke Bir Adım Daha

Son ayda birbirini izleyen etkinliklere katıldım. TURİNG Kurumu’nun düzenlediği Çiğdem Yarkın(Giresun 1973) konserine iyi ki eşimle birlikte iştirak etmişim. Allahtan erken gitmiştim Seyrantepe’ye de yer bulmakta zorlanmadım. TURİNG Başkanı Bülent Katkak’ın açıklamasına göre; o gün 140 özel konuk varken, bu sayı birden bire konukların konuklarıyla 185’e varınca salonda yer bulmak mümkün olmamış.

Çiğdem Yarkın önce Giresun’da müzik eğitimi alıyor. İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuvarını bitiriyor. Bekir Sıtkı Sezgin, Alaattin Yavaşça, Tülin Yakar Çelik, Güher Güney ve Şehnaz Rizeli’den dersler görüyor. TRT’nin açtığı imtihanları kazanıyor. Sonra yurtiçi ve dışında konserler dönemi başlıyor. Akabinde hala devam eden Haliç ve Medipol Üniversitesi’nde üslup ve repertuvar dersleri veriyor. Kendisi gibi sanatçı, ritim üstadı Ferruh Yarkın ile evli ve Deniz’in de annesi.

Konser Zaharya Efendi’nin Hicaz makamında yürük semaisiyle başladı. Saz arkadaşları Ferruh Yarkın, Çağlar Kırömeroğlu (viyolonsel), Baki Kemancı (keman), Gökhan Filizman (tanbur) ve Onur Cicin(kanun) olunca dünün güfte ve bestelerini dinlemek bir ayrıcalık oldu. Mehmet Sadi Bey, Nazım Hikmet Ran, Turhan Oğuzbaş, Ümit Yaşar Oğuzcan, Baki Süha Edipoğlu, Osman Nihat Akın, Mustafa Nafiz Irmak, Vecdi Bingöl, Doğan Işıksaçan, Necdet Rüştü Efe ve Orhan Seyfi Orhan gibi ustaların dizelerini Mesut Cemil, Avni Anıl, Alaattin Yavaşça, Osman Nihat Akın, Muzaffer İlkar, Selahattin Pınar, Yusuf Nalkesen, Kamuran Yarkın, Refik Fersan ve Nazmi Altığ gibi muhteşem ustaların bestelerinden dinlemek, meşk etmek büyük bir keyifti.

 

Duyarak ve Yaşayarak Yansıtmak

Çiğdem Yarkın uzun siyah eteğinin üzerine beyaz bir bluz giymiş, Sağ şehadet ve sol orta parmağında iki değerli yüzük takmıştı. Her eseri okuduğunda salon alkıştan çınladı. Kendisi istemedikçe de sanatseverler hiç bir şarkıya eşlik etmediler. Nazım Hikmet’in İstanbul Şehri dizelerini Mesut Cemil’in hicaz makamında bestelemiş eseri, ilk kez dinledim.

“Pencereden kuş uçtu/ Yandı yürek tutuştu” hicaz nim sofyan usulündeki şarkıyı birlikte söyledik. “Benim gönlüm bir kelebek/Dolaşıyor çiçek çiçek” de öyle.  “Akşam güneşi kalkmalı/ Saçlara güller takmalı” da öyle. Sanatçı her eseri duyarak, yaşayarak söylüyordu. Demez mi “sıkıldınız mı?” diye. Salon bir alkış tufanı daha gönderdi. Meğer içimizde sıkılan biri varmış, sanatçı Çiğdem Yarkın deşifre etti; ” Oğlum Deniz de aranızda. O çok sıkılıyor. Çünkü yanında akılı telefonu yok, alpeti yok! Nasıl sıkılmasın?” Bir alkış da bu itirafa geldi. Deniz sadece tebessüm etti, suratını asmadı bile.

Çok genç yaşta hakka yürüyen Necdet Rüştü Efe’nin şiirinden yola çıkarak Refik Fersan’ın nihavent bestesi “Beni bir lahza dinle ey kara gözlü kuzu/ Nedir sana söyleyeyim yüreğimdeki arzu” isimli eserin tadı hala damağımızda, bütün lezzetiyle duruyor.

16 eserin icra edildiği konser sonunda sanatseverler alkışlarla ayağa kalkınca Çiğdem Yarkın bir de son olarak tango söyledi “Cici Bey sev beni, sar beni!”

İyi ki Çiğdem Yarkın’ı tanımış, naif şarkıları ve güfteleri seslendirdiği eserleri dinlemişim. Yoksa duyduğumda çok üzülecektim. İstanbul’un bir başka nimeti de sanatçılarımızdır.

 

Darülbedayi 104 Yaşında

Dersaadette tiyatro da öyledir. Benim bir başka sevdam.

Her ayın biletleri, 10 gün önceden saat 11.00’de satışa çıkarılıyor. Saat 11.10’da Kadıköy Haldun Taner Tiyatrosunun gişesinin önündeydim. Aylık bilet aldım. En arka sıralar kalmıştı!. Yine de rica ettim. Nasıl oluyor bilmiyorum İstanbul’daki bütün şehir tiyatrolarının biletleri 10 dakikada tükeniveriyor. İyi bir şey!. Ama sanatseverlerin gitmesi için bir şeyler de yapılması gerekiyor. Mesela matine sayısını artırmak, bazı günler suare öncesinde saat 15.00’de aynı oyunu sahnelemek gibi falan. Ama mevcut yönetimler bundan mutlu; zaten kültüre falan da bu kadar kaynak ve kadro ayırdıklarına şükretmek gerek. Yoksa bunlar da yola, taşa, toprağa, havaya yatırılabilirdi.

Ay Işığında Şamata müzikli güldürüydü. Gülmeyi bırakın tebessüm etmeyi bile unuttuğumuz günümüzde bu güldürü iyi geldi. Motivasyonlar yükseldi. Doğumunun 101. Yıldönümü dolayısıyla Haldun Taner’in eserini Naşit Özcan yönetmiş. Müzik düzenleme ise Hakan Elbir’in. Yıllardan beri sahnelenen Ay Işığında Şamata’da sahne, kostüm, koreografi, ışık ve efekt dört dörtlüktü. Günümüz ile de örtüşen eleştirileri, kara mizah esprileri pek tuttum doğrusu.

 

Bir başka gittiğim oyun ise Pervin Ünalp’ın yazdığı Geç Kalanlar’da ise dünyanın ve özellikle insanların terapiye ihtiyaç olduğu vurgulanmış. İnsan ilişkileri önde tutulmuş. Bencillik, zaaflar, kıskanmak, zamanın kıymetini bilmek, anı yaşamak, pişmanlık, üzüntü, sevinç ve hayatın değeri anlatılmış. İletişim değişmiş ama günümüzde insan özellikleriyle hala yerinde duruyor.

Üç kadın ve bir erkek bir mekanda buluşunca sorular, cevaplar birbirini takip eder, yaşanan hayat ortaya çıkar, şekillenir, konuştukça kapanan yaralar yeniden açılır. Sakladığımız, görmek istemediğimiz, üzerini örttüğümüz, farkında olmadığımız veya unuttuğumuz her şey yeniden hatırlanır.

 

Ayakta Durabilmek İçin Ölüme Yürümek

Matruşka Tuncer Cücenoğlu’nun yazdığı bir tiyatro eseri. Bora Seçkin yönetmiş. 65 dakikalık tek perdelik oyunu Cem Karakaya ve Derya Yıldırım çok iyi götürüyorlar. Güçlü bir konuşma ve yansıtma tekniği var hem eserde, hem oyuncularda. Mesela acı, bu acı aşktaki gibi küçük yalanlarla besleniyor, ağlanıyor mu yoksa ağlanır gibi mi yapılıyor, usandıran espriler, bıktırıcı yaklaşımlar, erkeklerin ömürleri boyu anneleri gibi bir kadın aramaları ezikliği, yalan üzerine kurulu bir düzen, hayatın avuçların içinde kayıp gitmesi, mutsuzluk, her türlü ilişki gibi açıldıkça küçülenler, ortaya dökülenler, mutsuzluk için sebep arayanlar Matruşka’da iyi özetlenmiş. Zaten sanat ve sanatçılık da böyle bir şey.

Can Yeleği Gönül Kıvılcım’ın kaleme aldığı, Nihat Alpteki’nin yönettiği bir eser. Muhteşem oyunuyla Elgin Atamgüç tek başına götürüyor 75 dakikalık oyunu. Mülteci sorununu anlatıyor Can Yeleği. Bu eserle mülteci, sığınmacı, göçmen ve bu konunun dalgalanmaları gündeme geliyor acılı bir hayat örneği içinde.

Nihat Alpteki’ye göre; insanoğlu varoluşundan beri kendi trajedisini yaşıyor ve bu trajedinin ortaya çıkardığı sonuçların toplamı hayat oluyor. Çoğunlukla kendi yargılarımızla bir önyargı oluşturuyor ve onun adına bir hikaye kuruyoruz. Oysa bir dinlense! Dünyada hep birlikte yaşıyoruz. Dünya bizim evimiz. Bu evde farklı dilleri konuşuyoruz. Farklı dinlere inanıyoruz ama aynı havayı soluyoruz. Aynı duaları ediyoruz; o zaman niye ötekileştiriyoruz. Bir zamanlar dünya hepimizin değil miydi? Ya merhametimizin ve vicdanımızın sınırları; sahte can yeleği üretenler, insan kaçakçıları, göçmenlere çelme atan gazeteciler, kıya vuran çocuk cesetleri.. ölümün ve acının dili yok.

 

Yaşasın! Kim Yaşasın?

Can Yeleğinde  böyle mesaj var algılayabilen için. Mültecilik, sığınmacılık, düzenli veya düzensiz göçmenlik yüz yıllardır yaşanıyor. Bunlar bazen unutuluyor, bazen de kanıksanarak duyarlığını yitiriyor. Göç, mülteci, sığınmacı sorunu Can Yeleği’nde bir annenin yolculuğuna ortak edilerek anlatılıyor.  Yaşamak için ölüme yürüyenlerin yolcuğu diye özetliyor eserin temasını Nihat Alpteki.

Bir Şaman öğretisine göre doğada hiç bir şey kendisi için yaşamaz, her şey birbiri için yaşar. Birbiri için yaşamak doğanın kanunudur.” Rus yazar bunu nereden biliyor” diye sakın düşünmeyin; Dostoyevski de yüzyıllar öncesinden “Dünyanın en zor hissi, ait hissetmediğiniz bir yerde bulunma zorunluğudur.” diyor. Toron Karacaoğlu Sezonu(2018-2019) dolayısıyla bir kere daha hatırlatmakta fayda var herkes gibi Yaşasın hayat ve yaşasın tiyatro.

Ah bir de bu tiyatrolara bilet bulabilse sanatseverler ve sokaktaki insanlar; kapalı gişe de oynasa, yok da satsa.

Sonbaharda ağaçların sarı yapraklarının toprağa düştüğüne bakmayın, Ekim ayı içinde tercih yaparken etkinliklere zorlanıyorum; Dersaadet Platformunda Prof. Dr. Mehmet Saraç fıtrata uygun dengeyi bulmaya çalıştı, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Yeni Dünya’da öyle bir Babıali Enderun sohbeti gerçekleştirdi ki muhteşem yüzyılın şeyhülislamı Ebussuut Efendi’nin Kanuni’nin imzaladığı insan hak ve hürriyetiyle, hukuk devletine ters düşen kararnameyi iade ettiğini duyunca  nasıl düşüneceğimi şaşırdım. Kültür Konseyi’nde Prof. Dr. Nabi Avcı, iki bin nüfuslu ilçelerde bile siyasilerin beldelerine büyük şehirlerdeki gibi özel müfredatı lise veya fakülte talepleri karşısında eğitimde ve politikada kimlerin nasıl sorumluluk taşıması gerektiğini bir kere daha düşünmek gerektiğini hepimizin aklına kazıdı. Birlikte hayretler içinde dinledik. Ah siyaset, ah kültür ve eğitimin dibe vurduğu dönem.

İstanbul’da aşk başkadır inan olsun. Hangi zili çalsan mutlaka karşınıza bir aşk, bir sevgi, bir kara sevda  çıkıyor. Filme almak., romanını yazmak mı gerek yoksa karalar mı bağlamak icap ediyor buna siz karar verin.