İslam ve Bilim – 3

74

İslamiyet’in
ulaştığı düşünsel zirve maalesef Antik Yunan’da olduğu gibi geçici olmuş ve yeni
zirvelerin başlangıcını da oluşturamamıştır. Doğu İslamiyet’inde duraklama
dönemi olarak adlandırabileceğimiz 10. ve 12. yüzyıllar arasında yaklaşık iki
yüzyıl sürecek olan bir dönem bulunmaktadır. El Biruni’den Nasiruddin Tusi’ye
kadar üst düzey İslam düşünürü yetiştirememiş olan bu boşluk, Batı
İslamiyet’inde (Endülüs) ise tam tersine İbn’i Bacce ve İbn’i Rüşd tarafından
doldurulmuştur. Doğu İslamiyet’inde daha sonra göreceğimiz üst düzey düşünür ise
13. Yüzyılda yaşayan ve yazımızın ilerleyen kısmında değineceğimiz Nasiruddin
Tusi olacaktır.

Duraklama
dönemi olarak adlandırabileceğimiz bu iki yüzyıllık boşlukta ön plana çıkan
İslam düşünürü, 1058-1111 yılları arasında yaşamış olan Eşari kelamcılığı
geleneğinden gelen Fars asıllı, Gazzali’dir (tam adı
ile Ḥüccetü’l-İslâm
Ebû Ḥâmid Muḥammed bin Muḥammed bin Muḥammed bin Aḥmed el-Gazzâlî et-Tûsî
).
Gazzali, özellikle Eşari kelam çevrelerinde kabul gören teosentrik anlayışın
güçlü bir savunucusudur. Bu anlayışta her şeyin sebebi Tanrı olarak görülmekte,
İkincil ve doğal nedenler reddedilmekte, Tanrı’nın her an her şeye müdahale
ettiği bir evren görüşü bulunmaktadır. Teosentrik anlayışa günümüzden anlaşılır
bir örnek vermek gerekirse; depremlerin doğal bir olay olduğunun
düşünülmesinden ziyade Tanrı’nın bir cezalandırması olarak düşünülmesi
verilebilir.

 

Gazzali’nin kendisinden önce yaşamış olan İslam düşünürlerini
eleştirdiği “Filozofların Tutarsızlığı – Tehafütü’l-Felasife”  kitabının duraklama döneminin başlamasına, her
ne kadar bu görüşe karşı çıkanlar olsa da, neden olduğu düşünülmektedir. Bu kitabında
yirmi meseleyi ele alan Gazzali, İslam Düşünürleri’nin bu yirmi mesele içinde
üçünde küfre girdiklerini,
onyedisinde ise zındık durumuna düştüklerini belirtmiştir.
Yazmış olduğu bu kitaptaki meseleler,
Batı İslamiyet’inin önemli düşünürü İbn’i Rüşd tarafından, Gazzali’nin
kitabından yaklaşık bir asır sonra yazılan “Tutarsızlığın Tutarsızlığı – Tehafüt
et-Tehafüt” isimli kitap ile cevaplandırılmıştır. İbn’i Rüşd’ün yazmış olduğu kitabın
13. meselesinde Gazzali’ye cevaben kullandığı ve aşağıda verilmiş olan
tartışmanın başlığı, Gazzali’nin kendisinden önceki İslam düşünürlerine ne tür
eleştiriler getirdiğine dair bir örnektir. 

 

Filozofların,
Zamanın  “Şimdi”, “Geçmiş” ve
“Gelecek” Diye Bölünmesiyle Bölünebilen Kısımlarını Allah’ın Bilmediği
(Allah Onların Söylediklerinden Yücedir) Şeklindeki Sözlerinin Geçersizliği
”.

 

Başlıktan ta
anlaşılabileceği gibi, Gazzali, kendisinden önceki önemli İslam düşünürlerine
çok ciddi ve ağır eleştiriler getirmiştir. İbn’i Rüşd’ün bu iddianın
geçersizliğini açıklamada kullandığı çok sayıda örnekten bir tanesi aşağıda
verilmiştir: 

 

“…Zeyd’in geldiğini bilmek, Allah’ın bildirmesi sonucu peygamberde gerçekleşirse,
bilgiye uygun olarak onun gerçekleşmesinin nedeni varlığın tabiatının öncesiz
bilgiye bağlı olmasından başka bir şey değildir. Çünkü bilgi, bilgi olması
bakımından, gerçekleşmiş bir tabiatı olmayan şeyle ilişkili değildir.
Yaratıcının bilgisi, var olanın ilişkili bulunduğu tabiatının gerçekleşmesinin nedenidir.
Bizim mümkün olan şeyleri bilmemiz, ancak var olanın varlığı ya

da yokluğunu gerektiren bu tabiatı
bilmememizden ileri gelir. Çünkü var olanlarda bulunan karşıtlar hem kendi özlerinden
hem de onları meydana getiren nedenlerden dolayı denge durumunda iseler, ya
onların ne var ne de yok olmaları, ya da hem var hem de yok olmaları gerekir.
Durum böyle olunca, gerçekte iki karşıttan birinin yeğlenmesi gerekir, iki
karşıt şeyden birinin gerçekleşmesini gerektiren, işte bu tabiatın varlığını
bilmektir. Bu tabiatla ilişkili olan bilgi de ya bu tabiattan önce gelen
bilgidir ve öncesiz bilginin eseridir, ya da bu tabiata bağlı olan ve öncesiz
olmayan bilgidir. Görülmeyeni bilmek, bu tabiatı kavramaktan başka bir şey
değildir. Daha önce kanıta sahip olmadığımız bir şey konusunda bizde bir
bilginin gerçekleşmesi, insanlar için rüya, peygamberler için ise, vahiy adını
alır. Öncesiz irade ile öncesiz bilgi var olan nesnelerde bu tabiatı
gerektirir. Allah’ın şu sözünün anlamı da işte budur: “De ki: Göklerde ve
yerde görülmeyeni Allah’tan başka bilen yoktur” (Kur’an, Neml Suresi, 65.
Ayet)

 

Gazzali’nin
“Filozofların Tutarsızlığı” isimli kitabında yaptığı eleştiri veya suçlamaların,
muhtemelen o dönemde yaşamış olan halkın Gazzali’den önceki İslam
düşünürlerinin eserlerinden korkup uzaklaşmasına neden olduğu söylenebilir.
Kitaba cevabın yaklaşık bir asır sonra yapılması bu kopuşu muhtemelen daha da
güçlendirmiştir. Çocuk ve gençlere yazdığı iki önemli esere (Eyyuha el-Veled ve
Hulasa et-Tasanif) sahip olan Gazzali, ibadet ve ahiret ile uğraşmayı, bu
dünyanın değil ahiretin önemli olduğunu, dünya için olan çalışmalardan ve
dünyevi bilgilerden uzak durmayı önermektedir. Gazzali’ye göre dünyevi
bilgilerden sadece işimize yarayacak kadar olanını almak ve kullanmak
yeterliydi. Fazlası gereksizdi, hedef mutlak suretle Tanrı ve ahiret olmalıydı.
Akli ve felsefi bilimlere olan karşıtlığını “…sahte parayı, gerçek paradan ayıramayanları kalpazandan korumak” olarak
tanımlayan Gazzali, dini bilimler için de
“ihtiyaç kadar bilinmesinin yeterli”
olacağını savunmaktaydı. Dönemin kudretli ismi Nizamülmülk’ün
desteğini alarak, 33 yaşında Bağdat Nizamiye Medresesi’nin başına getirilen
Gazzali’nin bu medresedeki eğitim/öğretim faaliyetlerini de kendi çizgisine
çekmiş olması, bu anlamda kuvvetli bir olasılık olmakla birlikte bu beraberinde
Bilim’in yerini İlim’in almasına sebep olacaktı.

 

Aslında
İslam’ın Altın Çağı olarak bilinen dönemin Gazzali’nin etkisi ile bitip
bitmediği tartışmasının en önemli sebebi 1258 yılındaki Moğol istilasıdır. Çünkü
bu istila görülmemiş bir vahşete ve kırıma yol açacaktı. Ermeni Yazar Korykoslu
Hayton, Hülagü’nün batı seferinin Doğu Hıristiyanlarını Müslüman esaretinden
kurtarmak maksadıyla başlattığını yazar. Abbasi devletini yok etme planlarının
olup olmadığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, Alamut Kalesinin ele
geçirilmesinden önce başlayan, Abbasi Halifesi – Hülagü arasındaki gerginliğin
giderek tırmandığı ve Bağdat’ta var olan Şii-Sünni gerginliğinin de, Bağdat’ın
Moğollar’ca istilasında önemli rol oynadığı bilinmektedir. Bağdat’ın ele
geçirilmesinden önce Hülagü’nün müneccimi olan Hüsameddin’in yıldızlara bakarak,
hilafet hanedanına saldırmanın beraberinde altı tane uğursuzluk getireceğini
söylemesine karşın, Nasiruddin Tusi’nin birçok halifenin öldürülmesine rağmen
dünyada bir uğursuzluk olmadığını, yıldız, ay ve güneşin birinin ölümüne göre
hareket etmeyeceklerine dair Hz. Muhammed’in bir hadisini söylemesinin, sefer
kararında etkili olduğu bilinmektedir.

 

Moğollar,
Kasım 1257’de Bağdat’ı kuşatmaya başladılar. Bağdat yakınlarında bulunan bir
gölün sularını açtıkları kanallarla, düzen almış olan Abbasi ordusunun üzerine
boşaltarak, Abbasiler’e ciddi bir kayıp verdiren Moğollar, diğer İslam
coğrafyaları ile olan tüm bağlantı yollarını keserek ve Abbasi devletine yardım
ulaşmasını da engellediler. 22 – 29 Ocak 1258 tarihinde Moğol orduları Bağdat’a
saldırmaya başladılar. 3 Şubat’ta Bağdat’ın doğu duvarı ele geçirildi ve 13
Şubat’ta şehir düştü, Halife’nin çevresi sarıldı ve esir edildi. 10 gün süren
bir yağmalama başladı. Şehirdeki Müslümanlar, çocuk, kadın, erkek, yaşlı
denilmeden kılıçtan geçirildi. Dicle Nehri günlerce kan renginde aktı. Şehir
yakılıp, yıkılmış, Müslüman kim varsa kılıçtan geçirilerek öldürülmüştü. Hülagü,
Bağdat seferi öncesinde uyarılarını dinlemediği münecciminin, “eğer Halife’nin
kanı yere akarsa, yer onu kabul etmez ve deprem veya bir başka doğal felaket
olur” şeklindeki uyarılarını bu sefer dinledi ve Halife’yi bir halıya sardırıp,
atlı süvarilere çiğneterek öldürttü.  Yapılan bu katliamlardan sonra, sıra camilere,
saraylara, evlere ve nihayetinde Bağdat’taki Büyük Kütüphane’ye (House of
Wisdom) geldi. Asırlar boyunca Arapça’ya çevrilen çok değerleri eserler ve
asılları, Moğol istilacılar tarafından, parçalanıp Dicle Nehrine atılarak yok
edildi. Kan kırmızı akan Dicle artık siyah mürekkep renginde akıyordu.

 

Moğol
istilası Bağdat’ı geri dönülemez bir şekilde tahrip etmişti. İlginç bir şekilde
benzer zaman diliminde Batı İslamiyeti de sıkıntılı günlerini yaşıyordu. 1248
yılında Endülüs’te Muvahiddler dönemi sona ermiş, Müslümanlar, Endülüs’te
1492’ye kadar küçük emirlikler şeklinde yaşamak zorunda bırakılmıştı. Ancak
Antik Yunan’ın görkeminin üzerine eklenmiş ihtişamın farkında olan Batılı bilim
adamları, Müslümanların elindeki bu bilgiye ulaşma çabasına girdiler. Reims
kentindeki katedral okulunun müdürlüğü yapan ve daha sonra Papa II. Silvester
olarak bilinen Gerbert d’Aurillac Müslüman Endülüs ile ilişkilerini kullanarak
buradaki Arapça olan yapıtların Latince çevirilerini hazırlattı. 1085’den sonra
Arapça yapıtların Latince’ye çevrilmesi hız kazandı ve bu durum bilim tarihinde
batının ilerlemeye başlaması olarak görüldü. Bu ilerlemede iki sıçrama noktası
bulunmaktadır: Rönenans ve Sanayi Devrimi Süreci. Her ikisinde de çıkış noktası
aynıdır, otoriteye (Kilise’ye) başkaldırı; Rönesans’ta “Doğa Felsefesi”nin
yeniden yükselişi ve 1830’larda George Lyell’in “Jeolojinin İlkeleri” isimli
kitabı ve Darwin’in eserlerinin İncil’de yazıların aslında gözlemlerle
uyuşmadığını göstermesi. Batı bilimindeki gelişmeler bu yazı dizimizin konusu
olmadığı için şimdilik bu tartışmayı burada bitiriyoruz.    

 

Yukarıda
da belirtildiği gibi, İslam’ın Altın Çağı olarak bilinen dönemin girdiği
duraklama dönemi Moğol istilası olmasa devam edecek miydi? Yoksa bitecek miydi?
Bu sorunun cevabını vermek zor olmakla birlikte yaşanılanlara bakınca bulmak
mümkündür. Gazzali’nin Bağdat Nizamiye Medresesi’nin başına geçmesiyle birlikte
Abbasi Devleti’ndeki medreselerin daha çok teosentrik bir eğitim/öğretim
anlayışına kayması çok muhtemel olduğu düşünülmektedir. Gazzali’nin ölümünden
sonra Abbasi Devleti’nin bitimine kadar geçen yaklaşık yüzeli yıllık süre
içerisinde üst düzey İslam düşünürü çıkamaması, duraklama döneminin sonuçları
olarak yorumlanabilir. Diğer taraftan, kendisinden önceki İslam düşünürlerinden
etkilenen Nasiruddin Tusi’nin, Hülagü’nün korumasında çalışmalarını devam
ettirmesi, Bağdat’ın düşmesindeki rolü ve tüm bu yıkıma rağmen dört yüz bin
civarında eseri kurtarmaya çalışması ilginç ve tartışılmaya değer bir diğer
konuyu ortaya çıkarmıştır. Bu bilgiler ışığında İslamın Altın Çağı’nın sona
ermesinde Gazzali’nin etkisinin büyük olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır.
Ancak Moğol istilasının sonrasında yaşanan katliam ve yağmalar, bir devrin bir
daha geri dönülemeyecek şekilde kapanmasına sebep olmuştur.

 

İslamiyet’te
bilimsel çalışmalar daha sonraları Osmanlı İmparatorluğu’nda Ali Kuşçu,
Takuyiddin bin Maruf-i, Piri Reis gibi önemli isimlerle tekrar hareketlense de,
hiçbir zaman Emevi-Abbasi dönemi düzeyine ulaşamamıştır. Cumhuriyet tarihimize
baktığımızda ise 1923 ile başlayan düşünsel düzeyin arttırılmasına dönük
çabaların oldukça yoğun olduğunu görülmektedir. Latin alfabesine geçiş, Öğretim
Birliği Kanunu (Tevhid-i Tedrisat Kanunu), 1923-1939 yılları arasındaki ilk,
orta ve lise öğrenci sayılarındaki çarpıcı artış, Üniversite Reformu, buna
paralel olarak yapılan ekonomi ve sanayi hamleleri ikinci dünya savaşı başlangıcına
kadar oldukça hızlı ilerlemiştir. 

 

Peki,
İslamiyet’in düşünsel anlamda tekrar Altın Çağı’na dönmesi mümkün müdür?
Günümüz İslam coğrafyasına baktığımızda bu soruya olumlu cevap vermenin oldukça
zor olduğunu görmekteyiz. Ancak Türkiye Cumhuriyeti olarak bu misyonda
lokomotif ülke olduğumuzu bilmemiz gerekir. Öncelikli ihtiyacımız sabır ve
kararlılıktır. Eğitimde bugün atacağımız doğru adımların sonuçlarını en az bir
nesil sonra alacağımızı bilerek, sabırla ve aynı kararlılıkla yol almamız gerekmektedir.
Popülist kaygılardan arındırılmış bir Milli Eğitim politikası ile ülkemizdeki
nitelikli Fen ve Sosyal Bilimler Liselerinin sayılarını arttırılması, nitelikli
öğretmenlerle Tarih, Felsefe, Temel Bilimler ve Güzel Sanatlar başta olmak
üzere kaliteli bir eğitim ile düşünen, sorgulayan ve araştıran nesillerin
yetiştirilmesi atılacak ilk adımlar olacaktır. Önemli bilimsel eserlerin
Türkçe’ye çevrilmesi, nitelikli Türkçe yayın sayısı ve nitelikli
araştırmacıları istihdam eden araştırma merkezlerinin sayılarının arttırılması,
İslamiyet’in düşünsel anlamda eski parlak günlerine dönüşünün bir başlangıcı
olabilecektir.

 

Sağlıcakla…