Oğuz Çetinoğlu: Bâzı Müslümanlar; ‘Peygmber (sav) Efendimiz’ veya ‘evliyalar hürmetine’ sözleriyle başlayarak Cenab-ı Allah’tan niyazda bulunuyorlar. Bu davranışın yanlış olduğunu söyleyenler yanında ‘mahzuru yoktur’ diyenler de var. İşin doğrusunu sizden öğrenebilir miyiz?
Prof. Dr. Faruk Beşer: Bu harekete; ‘tevessül‘ denilmektedir. Tevessül; ‘vesile edinme‘ demektir. Kuranı Kerim’de Allah (cc) kendisinden yardım dilemek için müminlerin bir vesile edinmelerini emreder: ‘Ey müminler, Allaha karşı takvalı olun ve ona vesile arayın. Ve onun uğrunda cihad edin ki, felah bulasınız.’ Der. (5/35) Buradaki vesilenin, bir şey istemeye yüzünün olabilmesi için yapılacak ibadetler, hayır ve hasenat olduğu söylenir. Bunu anlatan bir ayeti kerime de vardır: ‘Ey müminler, Allah’tan sabır ve namazla yardım dileyin.’ (2/153) Demek ki, sabır ve namaz birer vesiledirler.
Diğer yönden hiç bir şey yapmadan, falancanın hakkı için, diye dua etmek meşru değildir ve bunun insanı şirke kadar götüreceği söylenmiştir. Çünkü hiç kimsenin Allah’ta bir hakkı ve alacağı yoktur ve bir insanın bir başkasının hakkı için isteyeceği bir şey olamaz.
Sahabe efendilerimizin döneminde ‘Rasulüllah hürmetine‘ diye onunla tevessül edilmiş ve Allah’tan yağmur istenmiştir. Onun vefatından sonra ise amcaoğlu Abdullah bin Abbas’la tevessül edilmiştir. Bu olaylara bakan âlimler durumu şöyle anlamışlardır:
Demek ki en azından Allah Rasulü’nün hayatında, onunla tevessül edilebilir. Ancak burada da ince bir nokta vardır: Sahabe bu tevessülü kuru kuruya yapmamışlardır. Yani Allah’a şöyle dememişlerdir: ‘Muhammed (sa) senin iyi bir kulun, onu çok seviyorsun, o halde onun hakkı için bize yardım et.’
Çünkü bunun bir anlamı olmaz. Böyle bir talebe, ‘O benim iyi kulumsa size ne?’ diye cevap verilebilir. Aksine onlar, Allah Rasulü’ne ittiba etmiş, onu izlemiş, gösterdiği çizgide yürümüş, sonra da bunu vesile edinerek onun hürmetine Allah’tan bir şeyler istemişlerdir. O’nun hakkı için istememişlerdir.
O’nun vefatından sonra ise Abdullah bin Abbas’la tevessül edildiğini göz önünde bulunduran İbn Teymiyye gibi âlimler; ‘Demek ki, tevessül, ancak hayatta olan birisi ile yapılabilir. Eğer ölenle de tevessül edilebilseydi sahabe, Rasulüllah’ın vefatından sonra Abdullah’la değil, yine Hz. Peygamber’le tevessül ederlerdi.’ demiştir.
Ancak daha mâkul açıklama yapanlar meseleyi şöyle anlamışlardır: Asıl tevessül, insanın kendi amelleriyle olur, bunda şüphe yok. Ama Hz. Peygamber’le O’nun hürmetine diye tevessül etmek de mümkündür. Ne var ki, istenen zat O değildir, Allah’tır. Kaldı ki, bunun kuru kuruya olmasının da bir anlamı olmaz. İnsan O’nun bir sünnetini yaşar, O’nun yolunda olup olmadığını gözden geçirir, veya O’na bolca salat ve selam okur, ondan sonra Allah’tan, ‘O’nun hürmetine‘ diye istemeye yüzü olur. Aksi halde ‘O’nun hürmetine…’ diye istemesinin bir anlamı olmaz. Bu ölçülerle ve istediğini sâdece Allah’tan (cc) istemesi şartıyla, Allah dostu olduğu bilinen birisiyle de tevessül edilebilir. Ancak bazı sufiyyenin, ‘Yetiş ya fülan, imdat ey filan‘ gibi sözleri ve evliyanın bunları duyup imdada koşacağına inanmaları elbette şirktir, bunlardan Allah’a sığınırız.
Çetinoğlu: Sırat Köprüsü’nden söz ediliyor. Sırat Köprüsü hakkında bilgi lütfeder misiniz?
Beşer: ‘Sırat Köprüsü’ ifâdesi hadisi şeriflerde geçmektedir. ‘Sırat‘ sözlükte ‘yol‘ demektir.
Cehennemin üzerine bizim bu dünya şartlarıyla mahiyetini tam olarak bilemeyeceğimiz bir köprü kurulacaktır. Gelmiş geçmiş bütün insanlar bu köprünün üzerinde bulunacaklar, geçebilenler cennete gidecek, geçemeyenler cehenneme yuvarlanacaklardır. Allah şöyle buyurur: ‘Sizin hiç oraya (cehenneme) uğramayacak olanınız yoktur. Sonra biz Allah’a karşı saygılı olanları kurtaracağız, zalimleri ise orada yüzüstü bırakacağız.’ (Meryem 19/71, 72)
Herkes cehenneme gitmeyeceğine göre, oraya uğramaktan kastın, Sırat Köprüsü’nden geçmek olduğu söylenmiştir.
Buharî’deki uzun bir hadisi şerifte şu cümleler de vardır: ‘… Sonra Cehennemin iki yakası üzerine bir köprü kurulacaktır. Nasıl körüdür bu? Diye sordular. Kaygan bir köprüdür. Çengelleri ve dikenleri vardır. Müminler onun üzerinden göz açıp kapayıncaya kadar ve şimşek gibi geçeceklerdir. Rüzgâr ve yarış atları gibi uçacak olanları olacaktır. İnsanların bir kısmı kurtulacak, cennete gidecek, bir kısmı yara bere içinde Cehenneme yuvarlanacaktır… Onu ilk geçenin ben olacağımı umarım… Ya Rab koru. Ya Rab koru!’ (Buhari, H No: 7439; Müslim, H No: 183)
Bu sebeple Ehli Sünnet Akidesinde Sırat Köprüsüne inanmak imanın gereğidir. Onun kıldan ince, kılıçtan keskin olarak vasıflanması, muhtemelen geçilmesinin çok zor olacağı içindir.
Çetinoğlu: Cennette, bayanlar için gılmanlar bulunduğu söyleniyor. Gılman nedir?
Beşer: ‘Ğilmân’, ‘ğulâm’ kelimesinin çoğuludur. Arapçada henüz akıl baliğ olmamış, hizmet yaşındaki genç oğlanlara ğulam derler. Bizdeki uşak kelimesinin karşılığıdır. Uşak da hem yeni yetme çocuk, hem de hizmetçi anlamındadır. Ğilmân da böyledir. Çünkü hizmet için bu yaş daha elverişlidir.
Ğilman kelimesi Kuranı Kerimde iki yerde geçer ve ‘kadınlara veya erkeklere‘ diye ayrılmaksızın cennet nimetlerinden olduğu zikredilir: ‘Muttakiler cennette nimetler içinde olacaklar… İştahları çektiği meyvelerden, etlerden ne isterlerse bulacaklar… Sedefindeki inci gibi ğilmanlar onların etrafında dolaşacaklar…” (Tûr 24).
Rivayete göre bu ayetler gelince bir adam, Hz. Peygambere sordu: ‘Ey Allah’ın Rasulü! Hizmet eden böyle olursa, ya hizmet edilen nasıl olur? Cevap verdiler: ‘On dördünde dolunay, yıldızlara göre ne ise, orada hizmet edilenler de, hizmet edenlere göre öyledirler.’
Bunlardan anlaşılan, ğilman’ın cennetliklere hizmet eden uşaklar olduğudur. Hizmette erkeklik dişilik önemli olmadığı için, hizmetçi dendiğinde akla gelen ğilman kelimesi kullanılmıştır. Bunlar kadına da, erkeğe de hizmet ediyor olabilir. Zaten âkil baliğ olmayan çocuk yaşta olduklarına göre, (haşa) birer cinsel obje değildirler.
Çetinoğlu: Peygamberimize muhtelif isimler izâfe ediliyor. Peygamber efendimizin kaç ismi vardır?
Beşer: Peygamberimizin ismi Muhammed’dir. Tevrat’ta bu ad ile anılmıştır. İncil’de ise Ahmed diye isimlendiğini Kuranı Kerim haber verir. Bunun dışında isim olarak değil ama onun vasıfları / özellikleri olarak sayılan pek çok sıfatı vardır. Bir hadisi şeriflerinde o şöyle der: ‘Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im. Ben Mâhî’yim, çünkü Allah küfrü benimle mahveder. Ben Hâşir’im, çünkü insanlar benimle haşrolacaklardır. Ben Âkib’im, çünkü benden sonra peygamber yoktur.’ Ayrıca o, Tövbe peygamberi, Cihad Peygamberi, Fatih ve Emin olarak da vasıflanır. Ama söylediğimiz gibi, bunlar hep birer vasıftırlar, isim değildirler.
Çetinoğlu: Ev için biriktirilen paranın zekâtı verilmeli mi?
Beşer: Ev için biriktirilen paraya zekât gerekmez diyen modern görüşler vardır. Ama ben bunun isabetli olmadığı kanaatindeyim. Diyelim ki, sizin gönlünüzde 200 bin TL lik bir ev var ve siz ayda 1000 TL biriktirebiliyorsunuz. Evinizi almanız için yirmi yıla yakın beklemeniz gerekir. Bu süre içerisinde bu kadar para atıl bekletiliyor demektir. Bu makul olamaz. İkinci olarak, kıt kanaat da olsa geçiniyorsunuz ve biriktirebiliyorsunuz. Zekât zaten artan paradan verilir. Üçüncü olarak, oturulan evin mülk olma şartı yoktur. Nihayetinde mülk olan da bize kalmayacaktır. O halde geçimden sonra biriktirilen paralar nisaba ulaştığında zekâtlarının verilmesi gerekir.
Çetinoğlu: İstihare namazını açıklar mısınız?
Beşer: İstihare sözlük anlamıyla, hayırlı olanı aramak demektir. Dindeki anlamı ise şudur: İnsan yapacağı bir işin hayırlı olup olmadığını bilmiyorsa iki rekat namaz kılar ve Allah’tan yapmak istediği işin hayırlı olup olmadığını kalbine koymasını diler.
İstihare ile ilgili olarak şunları bilmemiz gerekir: Bir hadisi şerifte: “İstihare yapan zarar etmez, istişare yapan da pişman olmaz” denmiştir. (Taberanî, Mu’cem)
İstihare bir son çaredir. Yapacağımız iş konusunda bir emir veya yasak yoktur. İlim adamları delile dayalı bir tercih bildirmemiştir. İstişare ettiğimiz bilirkişiler ittifakla bir karara varmamışlardır. Bu durumda küçücük bir etki bize yön verebilir. Bozulmamış vicdanlar Allah’tan gelecek esintiyi hissedebilir ve kalp bir şeye meyledebilir. İşte istiharenin alanı burasıdır. Yoksa zaten yapmamız veya yapmamamız gereken bir konuda istihare yapılmaz. Çünkü istihareden daha güçlü delillerle o konuda ne yapacağımız zaten bellidir.
İstihare bir rüyaya yatma olayı değildir. Allah Rasulü’nün anlattığı namaz kılınıp kalbe bakılmasıdır. Kalbinde bir yöne doğru bir meyil bulamazsa yedi defaya kadar istihare namazı kılar. Yine bir belirti olmazsa dilediğini yapar. Rüyalar da işaretler bulunsa da biz bu işaretleri doğru okuyamayabiliriz, kaldı ki, bize öğretilen de bu değildir. Rüyaların sadık olmama ihtimali de vardır. Rüya ile istihare her zaman yanıltabilir.
Çetinoğlu: Avlanmak günah mıdır?
Beşer: Allah yeryüzündeki her şeyi insanlar için yaratmıştır, bu doğru. Ama insanların da dünyayı ihsan ile güzel bir şekilde kullanmaları gerekir. Allah insanlara mal mülk vermiş. Kiminin malı mülkü kalmamış, fakir düşmüş. Onlar için de, bu gün serbest mallar denen av hayvanları, ormanlar, meralar, deniz vb şeyler yaratmış ki onlar da mal mülk edininceye kadar gidip ihtiyaçlarını oralardan karşılasınlar. Bunun için de bir fakirlik ve ihtiyaç sınırı koymamış. Bunu insanların takdirine bırakmış.
Şimdi bir insan düşünün; malı mülkü var. Geçimi rahat. Sadece zevk için av yapıyor. Bu durum haram olmasa dahi iki açıdan sakıncalı olmalıdır: Bir: Bu insan ihtiyacı olmadığı halde, ihtiyaçlılar için bir kapı olan av sahasını daraltıyor ve onların imkânların azaltıyor. İki: Kendi zevki için Allah’ın kulları olan başka canlıları avlıyor, öldürüyor ve onlar ıztırap yaşarken o bundan bir haz alıyor.
Sonuç: İhtiyacı olmayanların av zevki büyük ihtimalle nefse hizmettir ve nefsi güçlendirir. Helal olsa da hoş bir helal değildir. Oysa Allah (cc) ‘Benim size verdiğim rızıklardan helal ve hoş olarak yiyin.’ buyurur.
Çetinoğlu: Öğrenciye zekât verilebilir mi?
Beşer: ‘Öğrenciye zekât düşer‘ demek, babası ne kadar zengin olursa olsun, öğrencinin kendisi zengin olmadıkça ona zekât verilebilir demektir. Çünkü akıl baliğ olan bir çocuğu babası artık bakmak zorunda değildir. Ama öğrenci bizzat kendisi zenginse ona elbette zekât verilmez.
Çetinoğlu: Müslüman olmayanların cennete giremeyeceği söyleniyor. Ne dersiniz?
Beşer: Allah (cc) buyuruyor ki: ‘Biz elçi göndermeden kimseye azab etmeyiz.’ (17/15) Bunun anlamı şudur: İslam’dan önce kendilerine peygamber gönderilmemiş, yani fetrette kalmış insanların, dinin emir ve yasaklarıyla mükellef olmadıkları gibi, İslam geldikten sonra kendilerine İslam anlatılmamış ve bu sebeple İslam’ı bilememiş insanlar da O’nun emir ve yasaklarından sorumlu değillerdir. Bunda şüphe ve ihtilaf yoktur. İhtilaf şuradadır:
İslam kendilerine ulaşmamış insanlar dinin emir ve yasaklarıyla sorumlu değillerdir ama Allah’ı bilmekle de sorumlu değiller midir? İmam Matüridî ve O’nun gibi düşünenler, kendisine dâvet ulaşmayan insanlar en azından Allah’ın varlığını ve birliğini anlamakla mükelleftirler. Çünkü vahyin temsilcisi olarak kendilerine verilen akıl, bu kadarını bulabilir. İmam Eş’arî ve O’nun gibi düşünenler ise aklın bunu bulmaya yetmeyeceğini, dolayısıyla böyle insanların hiçbir şeyle sorumlu olmayacaklarını söyler.
Ancak kendilerine İslam anlaşılır bir şekilde ulaştırıldıktan sonra İslam’a inanmayanların hiçbir mazereti kalmaz. Allah Rasulü Efendimiz şöyle buyurur: ‘Canımı elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, ister Yahudi, ister Hıristiyan bu ümmetten hiç kimse yoktur ki, beni duyduğu halde bana indirilene inanmadan ölsün de cehennemliklerden olmasın.’ (Müslim)
Çetinoğlu: İbâdetler edâ edilirken farklı mezheplere uymanın hükmü nedir?
Beşer: ‘Avamın mezhebi olmaz.’ Derler. Avamdan olan birisi kime fetva sormuşsa onun dediğini yapar. Fetva sorduğu âlim farklı mezheplerden olabilir. Ama hiç bir delili bulunmaksızın bir gün bir mezhebi, ertesi gün bir başka mezhebi taklit etmek, bir bakıma nefse uymak olduğundan mahzurludur. Çünkü Allah’ın bizden istediği şey, bizzat bilmemiz, bilmiyorsak ehline sormamızdır. Aksi halde nefsimize uymuş oluruz. Yani ‘Neden dün öyle yaptın da bu gün böyle yaptın?’ Diye sorsalar ‘Canım öyle istedi.’ Diye cevap vermenin anlamı nefse uymaktır. Oysa Allah (cc) kâfirleri kötülerken, ‘Onlar sadece zanla hareket ederler ve canlarının istediğine uyarlar.’ buyurmaktadır. Demek ki bu durum kötü bir durumdur.
Çetinoğlu: ‘Namazda bir şey yememek oruç tutmaya, kıbleye yönelmek hacca gitmeye benzer.’ Deniliyor. Bu sözün anlamını açıklar mısınız?
Beşer: Evet, ‘Namaz câmi, yani toplayıcı bir ibâdettir.’ derler. Yani bütün ibadetlerin özü ve içinde onların her birinden bir nebze taşıyan, böylece de hayatın tamamını kuşatan, belki bütün ibâdetlerin sevaplarından insana bir miktar kazandıran bir ibâdettir. Bu sebeple Efendimiz (sa) ‘Namaz dinin orta direğidir.’ Buyurmuştur. Tıpkı çadırın orta direği gibi, bütün yan direklerin gelip bağlandığı, hepsinin irtibatlı olduğu ana sütundur.
Dediğiniz gibi, namazda hacdan bir parça vardır; sürekli Kâbe’ye dönüp, namazı böyle tamamlarız. Oruçtan bir nebze vardır; namaz boyunca bir şey yemez ve içmeyiz. Orucu bozan yeme içme, namazı da bozar. Zekâtla alakası vardır. Çünkü namaz en değerli varlığımız olan zamanımızdan bir miktarını ve bedenimizi bir süreliğine Allah için ayırmaktır. Cihadla alakası vardır, gözümüzü secde mahallinden ayırmadan, nöbet bekler gibi dikkatlice dururuz. Bu sebeple Efendimiz (sa), ‘Namazda sağa sola her iltifat, onun sevabından şeytanın bir miktar kapıp kaçması demektir.’ Buyurur.
Mekke Döneminde ezanın henüz emredilmediği zamanlar Müslümanlar namazı duyurmak için ‘es-salatü câmiatün = namaz toplayıcıdır‘ derlermiş. Bu ifade, namaz insanları toplar, cemaatle, topluca kılınır anlamına geldiği gibi aynı zamanda her bir ibâdeti toplar anlamına da gelir. Alusî der ki, ‘Allah Hz. Peygambere verdiği Kevser nimetini ona hatırlattıktan sonra, buna karşılık sen de namaz kıl, buyurmuştur. Çünkü namaz şükrün her çeşidini kapsar.’
Çetinoğlu: Siyasîleri çekiştirmek gıybet midir?
Beşer: Gıybet konusunda siyasîler diğer insanlardan farklı olabilirler. Onlar milletin huzuruna çıkıp, hizmet etmeye tâlip olmuşlardır. Onların her şeyi artık herkesi ilgilendirir. Özel hayatları son derece sınırlı hâle gelmiştir. Bu sebeple onların hatâlarını söylemek bazen gıybet olmayabilir. Ancak burada çok hassas bir çizgi vardır: Bu milleti temsil etme, onun adına iş görme iddiasıyla ortaya çıkan birisinin hatâlarını veya liyakatsizliğini, insanlara duyurmak, daha iyisini bulmak veya onun daha iyi hâle gelmesini sağlamak için yapılıyorsa bu gıybet değildir. Aksine belki de bir millî hizmettir. Ama kendi partisinden olmadığı, kendi ideolojisini yansıtmadığı veya kızdığı için birisini kötülemek elbette gıybettir. Çünkü burada hedeflenen şey, kişinin nefsini tatmin etmesi, diğerini aşağılayıp gözden düşürmesi, kinini ve hıncını doyurmasıdır.
Derler ki, İmam Muhasibî arkadaşlarıyla bir yerde otururlarken, içlerinden birisi, oradan geçmekte olan bir köpeğe, ‘Defol! Köpek oğlu köpek‘ diye bağırmış. İmam, ‘Neden hayvana hakaret ediyorsun?’ Diye uyarınca da, ‘Efendim, yanlış bir şey söylemedim ki. Bu köpek oğlu köpek değil mi?’ demiş. Bunun üzerine hocası işte sözünü ettiğimiz kuralı doğrulayan bir uyarıda bulunmuş: ‘Eğer bu sözünle gayen onun bir köpeğin oğlu köpek olduğunu anlatmak olsaydı, doğru söylemiş olurdun ve bunda bir sakınca olmazdı. Ama sen bu azarlamanla onu aşağılamak ve ona hakaret etmek istediğin için haksızlık yapmış oldun.’ demiş.
Sözünü ettiğiniz kişilerin aleyhlerinde konuşmak da böyledir. Kendimize sormamız lazım: Bir gerçeği anlatıp insanları uyarmak mı istiyoruz, yoksa kızdığımız bir insanın kötülüklerini söylemek suretiyle hem nefsimizi tatmin etmek, hem de o insanın, sadece kızdığımız birisi olduğu için, gözden düşmesini ve aşağılanmasını mı hedefliyoruz. Birincisi ise mesele yok, ama ikincisi ise bu bir nefse itaattir ve gıybettir.
Prof. Dr. FARUK BEŞER: 22 Nisan 1952 tarihinde Trabzon’da doğdu. İlkokulu Trabzon´da, Ortaokulu İzmit İmam Hatip Okulunda, Liseyi de Yozgat İmam Hatip Lisesinde okudu. Buradan 1972 yılında mezun oldu. .
Atatürk Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi’ni 1978 yılında bitirdi. Mezun olduğu Fakültede İslam Hukuku dalında ‘İslam’da Sosyal Güvenlik’ başlıklı teziyle 1985 yılında ‘doktor’ unvanı aldı.
Bu arada Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak 8 yıl muhtelif görevler yaptı. Ardından İSAV İlmî sekreterliğinde bulundu. 1986-1993 yılları arasında özel bir ilmî araştırmalar merkezinde 6 yıl kurucu müdür olarak çalıştı.
Malezya International Islamic Universityye öğretim üyesi olarak gitti ve orada 1993-1994 yıllarında iki sömestr Mukayeseli İslam Hukuku ve İslam Milletler Hukuku dersleri okuttu.
Döndükten sonra Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne öğretim üyesi olarak intisap etti. 12.10.1994 tarihinde İslam Hukuku Anabilim Dalından doçent, 2000 Yılında da Profesör oldu.
Aynı fakültede iki yıl dekan yardımcılığı yaptı. University of Pittsburgh´un dâveti ile Visiting Professor olarak 1999 yılında ABD´ne gitti ve adı geçen üniversitede altı ay araştırmalarda bulundu.
Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde İslam Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olarak çalışmakta iken, 2012 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne geçti. Buradan 2018 yılında, yaş haddinden emekli oldu.
Prof. Dr. Faruk Beşer, evli ve dört çocuk babasıdır. |