İnsan-ı Ebed Müddet

172

 Tarihsel okumalar
yaparken insanın geçmişine öykünmemesi

mümkün görünmemektedir. Önemli olan öykünmelerin bir varmış

bir yokmuş masalsı anlatımdan çıkarılmasıdır. Yoksa uyuma

modundan bir türlü çıkamayacağız. Kronolojik tarihsel
yöntemle

zihinsel bunamaya sebep olmadan, uzak tarihe bakıp içinde

bulunduğumuz yüzyıla körleşmeden kendimize bir daha bir daha

bakmak gerekmektedir. Türkler binlerce yıldır tarih yapmakla

meşgullerdi, şimdi tarih yazma zamanı gelmiştir. Fakat bu

akşamdan sabaha olacak bir iş değildir. Çünkü üzerimizde
yüzlerce

yılın duygu ve düşün dünyamızı şekillendiren ağırlığı ve
bunların

getirdiği ön kabulleri var. Sosyal, siyasal, ekonomik,
tarih, felsefe,

edebiyat, dini hangi alana bakarsanız bakın o alan ön
yargılarla

ritüelleştirilmiştir. Ritüelleri/retorikleri yıkmak devlet
kurmaktan

daha zordur.

 Kestirmeden girersek
yani kitabın ortasından yazacak olursak

Türklerde asıl olan devlet-i ebed müddet değildir. Esas olan
“ İnsan-ı

Ebed-i Müddettir ”. Bunun bir başka versiyonu “İnsanı Yaşat
ki

Devlet Yaşasın”. Türkler için devlet sonuçtur/araçtır yani
yolun sonu

veya temel amaç değildir. Türk’ün kadim tarihi insan mı
devlet mi?

Diye bir ikilemi bize sunmaz. Böyle bir soru anlamsız ve
saçmadır.

Çünkü Türklerde “İzokrasi” temelli bir anlayış hakimdir.
Tarih bize

şunu açık bir şekilde göstermektedir ki insanını merkeze
almayan

hiçbir Türk Devleti ya da hakanı ayakta kalmamıştır. Diğer
bir bakış

açısıyla devleti ve onun ifade ettiği gerçek anlamı bilmeyen
insan

topluluğu da bırak devlet kurmayı dernek bile kuramamıştır.
Türk

halkı “Karabudun” bunun farkında olarak insanı, töreyi,

bağımsızlığını önceleyerek “İL”in temellerini atmıştır.
Birini birinin

yerine tercih etmemiştir.

 Bize dayatılan bu
tercih dayatmaları yerine yapılması gereken ilk

şey aklımızı ve düşünme yetimizi elimizden alan kutsal
devlet

retorikleri ile gözümüze tutulan ışıktan kurtulmamız
gerekmektedir.

Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Aydın, bilimsel ve
derin

görünümlülerin tarihe dürbünün tersinden bakması bile bunu

engelleyemeyecektir. Halkın akıl ve duygu dünyası
kirletilmiş olsa

da, öngörüleri bulanık hale getirilse de, zihnen
köleleştirilmemiş bir

milletin ulaşacağı yer doğal bir şekilde devlete çıkacaktır.
Çünkü

devlet “İL” dediğimiz en üst siyasal organizasyon Türk
milletinin

kültürel hafızalarına kodlanmıştır. Milletin sahip olduğu bu
hafıza

nedeniyle Türkler dünyanın neresinde olursa olsun
konar-göçer

yaşamın sağladığı teşkilatçı pratikle her coğrafyada
akşamdan

sabaha devlet kurmuştur, kuracaktır.

 Dikkat edilmesi ve
üzerinde durulması gereken esas mesele devlet

kavramı değildir. Düşünülmesi, konuşulması ve üzerine
titrememiz

gereken devleti oluşturan dört taşıyıcı temeldir. Bu temel
kolonlar

şunlardır: İnsan (Aile-Millet), bağımsızlık (Özgürlük), töre
(Adalet),

yurt(Ülke). Fikri ve vicdanı hür olmayan insan, ekonomik,
siyasi,

kültürel özgürlüğü olmayan halk, adaleti (TÖRE) kalmayan bir
millet

devletli olabilir mi? Elbette hayır. Bize düşen devleti
devlet yapan

temel ilkeleri kıskanç bir şekilde korumak, insanı esas alan
tarihsel

arka planımızı, tavrımızı, düşüncemizi, sosyal devlet
yapımızı

bıkmadan usanmadan anlatmak ve yaşatmaktır.

 Okuma, düşünme ve
yorumlama işini birilerine ihale ettiğimizden,

edebiyat, sanat, felsefe, kültür inşa etmek yerine betonarme
bina

inşa etmekle meşgul olduğumuzdan içine doğduğumuz derin
tarihi

ve kültürü ıskalıyoruz. Bilinçli yalanlarla tersyüz edilen,
sistematik

ve süreklilik içeren anlatılarla dizilerde ve sosyal medyada

gördüğümüz her yapıyı “sakallıyı” devlet sanmaya başlamışız.
Bu

da yetmemiş önünü arkasını süsleyip derin/sığ devlet demeye

başlamışız. Devletin derini sığı olmaz. Başka bir anlatışla
derin ya da

sığ olan toplumdur. Devlet milletin kümülatif aklıdır. Akıl
ne kadar

başta olursa o kadar derin olur. Aksaçlılık fiziksel bir
özellik değildir,

Türk derin düşünce tarihinin ve Türk Milletinin bizatihi
kendisidir.

 Eğer bireyler
dolayısıyla toplum yukarıda anlatmaya çalıştığım

kendi temel değerlerinden uzaklaşmışsa meydana getireceği
yapı

aynadaki yansıması olacaktır. Kendi kimliğini korumayı
başaramayan

halk bulunduğu coğrafyada sığ kalmış demektir. Sığ kalan
toplum

tehlikeli bir hal alan küresel ısınmanın çabuklaştırmasıyla

buharlaşabilir. Millet bilincinin, bağımsızlık idealinin,
töreli olmanın,

özgürce yaşamanın yolu, ülkenin ve ülkünün korunabilmesinin
yolu

da Türkçe konuşmak ve düşünmekten geçmektedir. Dirliğimizi
ve

birliğimizi bu ilkeler çerçevesinde yaşayıp yaşatan,
benimseyen,

koruyan, anlayan ve anlamlandırarak yaşamına katan Türk
Halkı

“Karabudun” derin milletin (devletin) ta kendisidir.