Tarihsel okumalar
yaparken insanın geçmişine öykünmemesi
mümkün görünmemektedir. Önemli olan öykünmelerin bir varmış
bir yokmuş masalsı anlatımdan çıkarılmasıdır. Yoksa uyuma
modundan bir türlü çıkamayacağız. Kronolojik tarihsel
yöntemle
zihinsel bunamaya sebep olmadan, uzak tarihe bakıp içinde
bulunduğumuz yüzyıla körleşmeden kendimize bir daha bir daha
bakmak gerekmektedir. Türkler binlerce yıldır tarih yapmakla
meşgullerdi, şimdi tarih yazma zamanı gelmiştir. Fakat bu
akşamdan sabaha olacak bir iş değildir. Çünkü üzerimizde
yüzlerce
yılın duygu ve düşün dünyamızı şekillendiren ağırlığı ve
bunların
getirdiği ön kabulleri var. Sosyal, siyasal, ekonomik,
tarih, felsefe,
edebiyat, dini hangi alana bakarsanız bakın o alan ön
yargılarla
ritüelleştirilmiştir. Ritüelleri/retorikleri yıkmak devlet
kurmaktan
daha zordur.
Kestirmeden girersek
yani kitabın ortasından yazacak olursak
Türklerde asıl olan devlet-i ebed müddet değildir. Esas olan
“ İnsan-ı
Ebed-i Müddettir ”. Bunun bir başka versiyonu “İnsanı Yaşat
ki
Devlet Yaşasın”. Türkler için devlet sonuçtur/araçtır yani
yolun sonu
veya temel amaç değildir. Türk’ün kadim tarihi insan mı
devlet mi?
Diye bir ikilemi bize sunmaz. Böyle bir soru anlamsız ve
saçmadır.
Çünkü Türklerde “İzokrasi” temelli bir anlayış hakimdir.
Tarih bize
şunu açık bir şekilde göstermektedir ki insanını merkeze
almayan
hiçbir Türk Devleti ya da hakanı ayakta kalmamıştır. Diğer
bir bakış
açısıyla devleti ve onun ifade ettiği gerçek anlamı bilmeyen
insan
topluluğu da bırak devlet kurmayı dernek bile kuramamıştır.
Türk
halkı “Karabudun” bunun farkında olarak insanı, töreyi,
bağımsızlığını önceleyerek “İL”in temellerini atmıştır.
Birini birinin
yerine tercih etmemiştir.
Bize dayatılan bu
tercih dayatmaları yerine yapılması gereken ilk
şey aklımızı ve düşünme yetimizi elimizden alan kutsal
devlet
retorikleri ile gözümüze tutulan ışıktan kurtulmamız
gerekmektedir.
Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Aydın, bilimsel ve
derin
görünümlülerin tarihe dürbünün tersinden bakması bile bunu
engelleyemeyecektir. Halkın akıl ve duygu dünyası
kirletilmiş olsa
da, öngörüleri bulanık hale getirilse de, zihnen
köleleştirilmemiş bir
milletin ulaşacağı yer doğal bir şekilde devlete çıkacaktır.
Çünkü
devlet “İL” dediğimiz en üst siyasal organizasyon Türk
milletinin
kültürel hafızalarına kodlanmıştır. Milletin sahip olduğu bu
hafıza
nedeniyle Türkler dünyanın neresinde olursa olsun
konar-göçer
yaşamın sağladığı teşkilatçı pratikle her coğrafyada
akşamdan
sabaha devlet kurmuştur, kuracaktır.
Dikkat edilmesi ve
üzerinde durulması gereken esas mesele devlet
kavramı değildir. Düşünülmesi, konuşulması ve üzerine
titrememiz
gereken devleti oluşturan dört taşıyıcı temeldir. Bu temel
kolonlar
şunlardır: İnsan (Aile-Millet), bağımsızlık (Özgürlük), töre
(Adalet),
yurt(Ülke). Fikri ve vicdanı hür olmayan insan, ekonomik,
siyasi,
kültürel özgürlüğü olmayan halk, adaleti (TÖRE) kalmayan bir
millet
devletli olabilir mi? Elbette hayır. Bize düşen devleti
devlet yapan
temel ilkeleri kıskanç bir şekilde korumak, insanı esas alan
tarihsel
arka planımızı, tavrımızı, düşüncemizi, sosyal devlet
yapımızı
bıkmadan usanmadan anlatmak ve yaşatmaktır.
Okuma, düşünme ve
yorumlama işini birilerine ihale ettiğimizden,
edebiyat, sanat, felsefe, kültür inşa etmek yerine betonarme
bina
inşa etmekle meşgul olduğumuzdan içine doğduğumuz derin
tarihi
ve kültürü ıskalıyoruz. Bilinçli yalanlarla tersyüz edilen,
sistematik
ve süreklilik içeren anlatılarla dizilerde ve sosyal medyada
gördüğümüz her yapıyı “sakallıyı” devlet sanmaya başlamışız.
Bu
da yetmemiş önünü arkasını süsleyip derin/sığ devlet demeye
başlamışız. Devletin derini sığı olmaz. Başka bir anlatışla
derin ya da
sığ olan toplumdur. Devlet milletin kümülatif aklıdır. Akıl
ne kadar
başta olursa o kadar derin olur. Aksaçlılık fiziksel bir
özellik değildir,
Türk derin düşünce tarihinin ve Türk Milletinin bizatihi
kendisidir.
Eğer bireyler
dolayısıyla toplum yukarıda anlatmaya çalıştığım
kendi temel değerlerinden uzaklaşmışsa meydana getireceği
yapı
aynadaki yansıması olacaktır. Kendi kimliğini korumayı
başaramayan
halk bulunduğu coğrafyada sığ kalmış demektir. Sığ kalan
toplum
tehlikeli bir hal alan küresel ısınmanın çabuklaştırmasıyla
buharlaşabilir. Millet bilincinin, bağımsızlık idealinin,
töreli olmanın,
özgürce yaşamanın yolu, ülkenin ve ülkünün korunabilmesinin
yolu
da Türkçe konuşmak ve düşünmekten geçmektedir. Dirliğimizi
ve
birliğimizi bu ilkeler çerçevesinde yaşayıp yaşatan,
benimseyen,
koruyan, anlayan ve anlamlandırarak yaşamına katan Türk
Halkı
“Karabudun” derin milletin (devletin) ta kendisidir.