12.8 C
Kocaeli
Pazar, Kasım 9, 2025
Ana SayfaDin ve Ahlâkİnançlı İnsan

İnançlı İnsan

     İnançlı insan; zaaf, acz, fakr, ihtiyaç ve gereksinimlerini gidermek için, Rahîm ve Kadîr olan Allah’a tevekkül eder. O’nu kendisine vekil edinir. Elinden gelen gayreti göstermek şartıyla, maddî-mânevî ihtiyaçlarını giderir. Bu şekilde, maddeten ve mânen kendisini tedavi eder.

     Hayât ve vücut yükünü, Yüce Allah’ın kudret ve rahmetine teslim eder. Hayât ve nefsini kendisi için bir binek hükmünde görür. Âdeta rahat bir makam sahibi olur. Konuşan bir hayvan olmadığının bilincine varır.

     İnançlı bir insan, Rahmân olan Allah’ın seçkin ve makbul bir misafiri olduğunu anlar. San’atla yaratılmış olan varlıkların; İlahî isimlerin aynaları olduklarını derk eder. Onları; her zaman yeniden tazelenen, kendine hitap eden İlahî mektuplar sayar. Bu şekilde; fani / geçici dünyadan, varlıkların zevalinden, geçici şeyleri sevmekten gelen yaraları güzelce tedavi eder. Evhamın karanlıklarından kurtulur.

     İnançlı insan; mevt / ölüm ve eceli; berzah / kabir âlemine giden ve beka âleminde bulunan sevdiklerine visal / kavuşma başlangıcı olarak görür. Dalâlette olanların nazarında, bütün sevdiklerinden ebedî / sonsuz firak ve ayrılış sandığı, ölüm yaralarını tedavi eder. O ayrılışın, aslında gerçek kavuşma olduğunu bilir. Kabrin; rahmet âlemine, saâdet yerine, Cennet bahçelerine, Rahmân’ın nur ülkesine açılan bir kapı olduğunu kavrar. İnsanın en büyük korkusunun yersizliğini idrak eder. İnsanın en acı, kasavetli ve sıkıntılı saydığı berzah seyahatinin; en leziz, ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu sezer. Böylece kabrin ejderha ağzı olmadığını, rahmet bağlarına açılan bir kapı olduğunu anlamış olur.

     İnançlı insan; gerekeni yaptığında, işi Mâliki’nin yani Allah’ın küllî / pek kapsamlı iradesine bırakır. İktidarının yetersiz kaldığı yerde, Mutlak Kadîr olan Allah’ın kudretine itimat eder. Ömrünün kısalığı karşısında, bâkî hayatı hatırlar. Sönük fikri karşısında, Kur’an Güneşi’nin altına girer. İman / inanç nûruyla bakar. Yıldız böceği hükmünde olan fikri karşısında, Kur’an âyetlerinin yıldız misali ışıklarına sığınır. Hadsiz emelleri, elemleri karşısında, nihayetsiz sevap ve hadsiz bir rahmet sahibi olan Allah’a yönelir. Sayısız arzu ve isteklerinin bu dünyada yerine gelemiyeceği gerçeği karşısında, bunların yerine getirileceği başka yer ve diyarların olduğunu düşünür. Verecek olanın da var ve mevcut olduğu aklına gelir.

     İnançlı insan bilir ki, insan kendine mâlik değildir. Kudreti nihayetsiz Kadîr, rahmeti sonsuz Celâl sahibi Rahîm bir Zât’ın kuludur. Kendi hayâtını, kendine yükleyip zahmet çekmez. Çünkü hayâtı veren O’dur. İdare eden de O’dur. Dünya sahipsiz olmadığı için, kafasına dünya yükünü yüklettirerek ahvâli düşünüp merak etmez. Çünkü onun sâhibi Hakîm’dir. Alîm’dir. İnsan da misafirdir. Yersiz bir şekilde karışmaz, karıştırmaz.

     Yine inançlı insan bilir ki: İnsanlar, hayvanlar gibi mevcûdât başıboş değiller. Belki görevli memurlardır. Rahîm ve Hakîm olan Yaratıcı’nın gözü önündedirler. İnançlı insan, onların elem ve zorluklarını düşünüp, rûhuna elem ve acılar çektirmez. Onların Rahîm olan Hâlıkları’nın rahmetinden daha çok şefkat etmez.

     Hem, insana düşmanlık durumu alan mikroptan tâ taun, tufan, yokluk ve zelzelelere kadar bütün şeylerin dizginleri; Rahîm, Hakîm olan Allah’ın elindedir. O ise Hakîm’dir, abes iş yapmaz, Rahîm’dir. Rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde, bir çeşit lütfu var diye düşünür.

     Hem inançlı insan der ki: Şu âlem, her ne kadar fânidir. Fakat ebedî bir âleme lâzım şeyleri yetiştiriyor. Gerçi geçicidir. Fakat bâkî meyveler veriyor. Ebedî bir Zât’ın bâkî isimlerinin yansımalarını gösteriyor. Her ne kadar lezzetleri az, elemler çoktur. Fakat Rahmân-ı Rahîm’in iltifatları, bitimsiz hakikî lezzetlerdir. Elemleri ise, sevap bakımından mânevî lezzet yetiştiriyor. Madem meşrû daire; ruh, kalp ve nefsin bütün lezzetlerine, safâlarına, keyiflerine kâfidir. Diyerek gayr-i meşrû dâireye girmez. Çünkü o dâiredeki bir lezzetin; bazen bin elemi var. Hem hakikî ve dâimî lezzet olan Rahmanî iltifatları kaybetmeye sebeptir.

     Kur’an-ı Hakîm ise, inançlı insanı; iman ve sâlih amel ile aşağıların aşağısına düşmekten kurtarır. Cennet’in en yüksek derecesine, en yüksek mertebesine çıkarır.

Muhsin Bozkurt
Muhsin Bozkurt
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.

Seçtiklerimiz

spot_img