İnsanı insan yapan değerlerin başında, akılla düşünebilme ve irdeleyebilme özelliği gelir. Eğer bir insan aklını kullanmıyorsa, sadece söyleneni yapıyorsa, o insanın “akla ihtiyacı yok” demektir. Birileri onun yerine düşünüyor ve üretiyor, sonra emrediyor, o da kul-köle misali itaat ediyor, verilen emre uyuyor demektir…
Peki, o takdirde, insan kılığındaki bu varlıklar “gerçekten” Tarının emriyle “secde edilen” varlık insan mı?
İşte tartışma konusu olan obje de budur…
Akılla İnanmak…
Peki, bir insan aklını kullanmıyorsa nasıl, neyle inanacak?
Tanrının emridir; “akılla inanmak ve akılla ibadet etmek…”
Hal böyle olduğuna göre, insanların din ticareti yapan din tüccarlarına aldanıp inanmaması gerekir.
Gel gelelim ki iş öyle olmuyor.
Din tüccarlarının söylemlerine kanıp onların direktiflerine göre hareket ediyor insanlar…
Adam önüne koymuş bir tezgâh, mütedeyyin Müslümanlara “sırat köprüsünden geçiş biletlerini” satıyor…
Bu din tüccarları her gün farklı boyutlarda yalan söylüyor, bugün kara dediğine yarın beyaz diyor, bugün “yapmadım” dediğini yarın “yaptım” diyebiliyor; sonuçta yalan temelli, siyasal ya da kuramsal menfaat amaçlı bir din bezirgânlığı… Tanrım sen aklıma mukayyet ol…
Her durumda ve zamanda zeytin yağ misali üste çıkma manevraları yapmayı da ihmal etmiyorlar; çünkü kendilerine kayıtsız ve şartsız “biat” edenleri nasıl olsa “din ticareti” ile kandıracağını biliyorlar.
Hele işin içine kişisel ya da siyasi menfaat girdiyse, iş daha karmaşık hal alıyor.
Günlük hayatımızda din ticareti birçok şekillerde gerçekleşiyor.
Adeta bir “tabu” olan konuyu satırlarla dile getirmek dahi birilerini rahatsız edeceğini tahmin etmek zor değildir. Bu nedenle de samimi Müslümanlardan kimse işin ürerine gitmiyor… Allah selamet versin bir zamanlar M. Şevket Eygi konuyu dillendirmişti de söylenmedik laf kalmamıştı..!
İstismarcı tabelalar…
Siyaset arenasında her türlü yalan ve dolanı marifet sayan bir zihniyetin yaygın haline günlük hayatımızda da çok karşılaşırız. Şimdilerde çevremize baktığımızda, insanımızın nasıl bir kandırmaca içine sürüklendiğini görüyoruz…
İnanç hortumculuğu, duygu istismarı, din ticareti derya deniz…
Sokakta gözlerimle gördüğüm bazı tabelaları örnek vereceğim; bakar mısınız şu tabelalara; “iffet giyim”, “Medine alçı”, “kasem inşaat”, “hıra matbaacılık”, “ihlâs ticaret”, “ehlisünnet ticaret” “devrisaadet manav”, “hicret ticaret”, “helal gıda”, “kutlu ticaret” ve benzeri pek çok diğerleri…
Biraz daha etrafımıza bakarsak, bunların sayısını çoğaltabilirsiniz…
Amaç, saf vatandaşı, “duygu-din-inanç çağrışımlı” tabela ismiyle aldatmak, inançlı vatandaşın cebini hortumlamak…
En azından bunların bir kısmının bu amaçla yapıldığı, yaşanan olaylarla bir gerçektir…
Bunlar “din” adına yapılmaktadır…
Benim inancım, kutsallığım bana karşı “sömürü silahı” olarak kullanılmaktadır…
İnançların hortumlanmasıdır bunlar…
Her hareketi sahtedir bunların…
Varmak istedikleri, doğru sandıkları yanlışa ulaşmak için sürekli hayal kurarlar; unutmamak gerekir ki hayallerin son kullanma tarihi yoktur…
Hele bu hayaller insanı Yaratanla, kutsallıklarıyla, manevi duygularıyla aldatmak amacını taşıyorsa, kullanma tarihi sonsuz ve sınırsızdır.
Peki, buna nasıl engel olunur?
Önce akılını kullanacak ve sorgulayacak insan olmak…
Sonra vicdanın sesini dinleyecek…
Bu duruma, ancak ve ancak insanın ölçümleme merkezi olan vicdanı duyarlı hale gelirse engel olabilir…
Din insan içindir…
İlahiyatçılar da, mürşit ata dedelerim de, benim kalbim de “İslam demek, Kur’an demektir” diye ses vermekte…
‘Ona aykırı her şey yalan ve riyadır’ demekte…
Doğrudur, akılla düşündüğümüz zaman bunu görüyoruz…
Ancak, akan berrak nehre başka şeyler de karışır…
Her şeyin sahtesi olduğu gibi İnsanın da…
İnsanın değerini anlamak, Kur’anı anlamaktır…
Biraz sorgulama yapalım; din ne için var olmuştur?
Kötüleri doğru yola getirmek için…
Değil mi?
Çünkü din, günahkârlar için, sapıklar için gelmiştir!…
Herkes “melek” olsaydı dine gerek olmazdı!…
Tıpkı hastalık olmasaydı doktor, ilaç olmayacağı gibi…
Peygamber adını sömürenler…
Din tüccarlarının kullandığı diğer ana istismar konusu, Tanrının vahiyle gelen emirleri insanlara tebliğ etmekle görevlendirdiği peygamberlerdir. Peygamber hakkında olmadık rivayetler, uydurma hadisler icat edip, O’nun ismini kullanarak, din sömürüsü yapıyorlar. Öylesine saçma-sapan hurafeler anlatılıyor ki, sanki İslam’ın esası, çoğu zaman kaynağı belli olmayan aktarma “rivayetler” den ibaret imiş gibi bir hava yaratılmaktadır! Saf Müslümanları aldatmakla sanki görevlendirilmiş cüppeli-takkeli-sakallı din ticaret simsarlara rağbet edilmekte… Eğer mümkün olsaydı, peygamber bugün dünyaya geri gelseydi, kendi ismini istismar eden bu cahil mecnunları mutlaka kapı dışarı eder, onların sarıklarını yakardı; kendisi de papyon ya da kravat takardı…
Peygamber sevgisi…
Peygamber sevgisi lafta değil özdedir…
Samimi olarak peygamber sevgisini içten duyanlar, bunu da ifade etmişlerdir. İşte şu yaklaşım samimiyetin ifadesidir; peygambere ulaşmanın zorluğunu anlatmak için bu ifade önemlidir: “Seni sevmek belki haddim değildir ama yine de seni seviyorum…”
Dinimizde peygamber sevgisi çok farklı olduğu kadar ona yakın olmanın zorluğunu da bu söylem iyi yansıtıyor.
Onun için peygamberi sevmek kolay bir iş değil!…
İlginç bir noktayı daha burada ifade edelim; peygamber ile kölesi “Zeyd” arasında çok özel bir yakınlık, sevgi bağı vardır. Bu nedenledir ki “Zeyd” ismi, sahabenin dışında, Kur’an’dan geçen tek isimdir. Çünkü peygambere köle olmayı en üst makam olarak telakki eder. “O’na köle olmak sultan olmak demektir” yaklaşımını temsil eder… Marifet, “köle” olmaktan öte peygambere yakın olmak mutluğu saklıdır bu ifadede…
Ayrıca köle bile olsa “insan” olarak taşıdığı değeri üstün tutmanın bir göstergesi… Bu, Tanrının takdir ettiği bir derecedir…
Peygambere yakın olmak ve onun sevgisini kazanmak için yıllarca ibadet edenler de olmuştur.
Dindarlığın samimiyete dayandığı düzey, Allah’a akılla dua etmektir.
Çünkü ibadetin aslı duadır.
Tüm dinlerde ve kitaplarda dua vardır.
O dinin mensupları dua aracıyla Yaratana ulaşmaya çalışırlar.
İşte somut bir örnek; Paskal ömrünün son 7-8 senesini manastırda geçirerek Allah’a dua eder.
Bu, O’nun ne kadar meşhur bilim insanı ya da mucit olduğu ile de ilgili değil… Bu yakarış, insanın kendi ekseninden düzen merkezine girmesiyle başlayan bir yakarış, bu denli dirayetli bir yaklaşım…
Paskal romatizmadan dertli bir insan olmasına ve son derece acılar içinde kıvranmasına rağmen, bu acılarını, Tanrıya yaklaşımın aracı olduğunu düşünerek dua etmiştir…
Paskal, dualarında şöyle ifade ediyor; “Beni sana yaklaştıran her şey, beni senden uzaklaştıran acılardan daha kıymetlidir. Romatizmalarım sana yaklaştırdığı için şükrediyorum.”
Bu ifade müthiştir…
İnsana karşılıksız hizmetin, Allaha hizmet demek olduğunu kavrama anlayışıdır…
Acıların kaynağında Allaha ulaşma olduğu anlayışı…
Acısına rağmen, varlığını muhtaç olduğu Tanrı fikrine ulaşmak için engin iman sahibinin anlayışı…
İlk secde edilen varlığın insan olduğunu bilmesine rağmen, bunu sağlayan Tanrının engin gücüne sığınma isteği…
Tüm bu değerler ve yargılar, ancak farklı bir frekansta olabilir…
Paskal bu frekansı yakalamıştır…
İlk secde insana…
“Tanrıya karşı gelerek insana secde etmeyen şeytandır.”
Bu ifadeyi çok kez duyarız.
Bunun esas başlangıcını bilmeyiz.
Durup dururken tüm meleklerin insana secde edilmesi neden emredildi?
Bu konuda bilgisi olanın, ilahiyatçıların bir kısmı bilebilir, çok fazla olduğunu sanmıyorum. Yaratan önce bir sınava tabi tutuyor Âdem ve tüm melekleri… Bilginin değerini insanlara anlatmak için; bilenle bilmeyenin bir tutulmaması gerektiğinin mesajını vermek için…
İşte bu sınav esnasında sorulan soruya Adam doğru cevap verdiği için, Yaratan da tüm meleklere, Âdem’e secde etmelerini emretti. İşte bu aşamada bir melek olan Şeytan secde etmedi. Yani bilginin üstünlüğünü kabul etmedi...
Çünkü bilgi insanın onurudur, şerefidir, değeridir, üstünlüğüdür…
Yaratan, Âdem’i bilgi ile donatma ayrıcalığını yaparak insanlığa bilginin ve bilmenin vazgeçilmezliğini mesaj olarak vermiştir; bilginin üstün gücünü, değerini anlamaları için…
Şeytan buna karşı gelmiştir…
Bunun için diyoruz ki ilk secde Allaha değil, insana yapılmıştır…
Bu nokta son derece önemlidir…
Bu üstünlük de tesadüf olsun diye insana tanınmamıştır. Çünkü evrendeki varlıklar içinde, bilgiyi üreten ve yayan, bilgi sentezi yapan, kendi kendini kınayan, eleştiren, düşünen tek varlık insandır!…
İnsanda olup ta hiçbir varlıkta olmayan diğer bir değer de vicdandır.
Özel bir boyutu ve anlamı vardır vicdanın…
Vicdan yanılmaz; çünkü insanın içindeki Tanrı’nın sesidir vicdan…
Onda hile-hurda olmaz, eksik-gedik de…
Bilgi eksik, yanlış olabilir; akıl hata yapabilir; vicdan bunları yapmaz…
İlham-irfan vicdandan gelir…
Vicdan, iç muhasebe merkezidir, ayar merkezidir insanın…
Bu merkezin yansıması, kendini bilmektir…
Kendini bilen az hata yapar.
Kendini bilen, hata yapınca da geri dönüş yapmasını bilir, özrün farkına varır; özür dilemek, gururu -kibirli olmayı- yenmek demektir…
Kibir ve gurur kişinin ruhunu kirletir, insan sevgisini yok eder.
Sevgisiz insan içi boş bir kovaya benzer; insan sevgiyle vardır, sevgi olduğu için yaptığı iyilikler vardır…
Onun için atalarımız; “iyilik dile komşuna, iyilik gelsin başına” demişler…
Ne kadar anlam yüklü bir ifade…
Bu idrakte olabilmek hayatın gerçeklerini kavramak demektir…
Bu kavrayış, hayatın boyutunu anlatır.
Hayat yerinde durmuyor ki…
Belli yaşa gelmenin de bir bedeli var, emeği de…
Sıhhatte olduğun müddetçe varlığını hissedersin, hayatı anlamak için hareket şarttır. Hayatta hareketlilik esastır.
Çünkü hayat bir bisiklete benzer, pedal çevirdikçe sürer…
Kader…
Hayat olduğu yerde saymıyor, dedik…
Duraklama yok hareketlilik var; çünkü hareket hayatın kendisidir.
Hayatta baştan sone, kime ne şekilde yaşayacağı, neleri göreceği bilinmez. Yaşanacaklar inancımız bağlamında “kader” olarak ifade edilse de bunun bir sorgulaması yapılmalıdır.
Doğrudur; kaderi takdir eden Allah’tır…
Fakat tedbirini almak da kulun görevidir…
Önlem almadan kişileri yerin dibindeki maden ocağında ölüme göndermek “kader” olamaz…
Maden altında ölenler için, “güzel öldüler” denilemez!!!???
İnsanları terörün kucağına atmak kader olamaz…
Hayatın baharında terörün kurşunlarına, bombalarına hedef olmak kaderde mi yazılı?
Yaratan Allah, terörü de mi plânladı???!!!
Bunu böyle anlamak ve söylemek “sapıklık” tır…
Başta, Yaratan seni sorumlu tutar…
Can sahibini sorgular…
Hata yapan kuldur, hatanın sorumluluğunu “kader” diye Yaratan’a yüklemeye kimsenin hakkı yoktur.
Kusur da sevap da kulun işidir; doğrudur, ilk günah ve ilk af Âdeme aittir. Hem ilk günahı işlemiştir hem de Tanrıdan ilk affı almıştır…
Affın kaynağını bilemezsin, çünkü manevi rahmet farklı boyutlardan, belki de farklı galaksilerden, çok yücelerden gelmiştir…
Onu bilmek ve anlamak mümkün değil…
Tanrının varlığı ve birliğini somut olarak göstermek inançsızlık için çok mümkün değil, inanmak boyutunda, bunun işaretlerini her varlıkta görürüz…
Nasıl ki parmaklarımız Allahın birliğini işaret ediyorsa, parmaklarımızdaki izlerden ‘en az farklı 6 milyar izin-motifin’ olduğunu da…
Evrendeki olup biten doğaüstü olaylar ya da şahit olunan mucizelerin ardındaki “sır”ın, kişilerin gücünün ötesinde bir güç olduğuna inanmayanı inandırmak ve ikna etmek, pekâlâ ki mümkün olmaz. Örneğin İsa Peygamberin kör olan insanı iyileştirirken bunun Allah’ın yardımıyla ve izniyle yaptığını inanmayana anlatmak ve onu ikna etmenin zorluğu gibi…
Günümüz yobazları ve bazı haddini bilmez cahil “aydın” geçinenler, olur olmaz örneklerle Allah’ın varlığını ispata kalkarlar!…
Bazı sahte bilim insanlarının ya da sahte dincilerin tanıttığı Allah’a değil, Kur’an’ın, Peygamberin tarif ettiği Allah’a inanmak gerekir… (Devam edecek…)