Başlıktaki cümle CB ve AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan’a ait. Kastedilenin İmralı Adası olmadığını, bu adadaki özel hapishanede yatan ağırlaştırılmış müebbet hapis hükümlüsü teröristbaşı Öcalan olduğunu herkes anlıyor.
Böyle olduğu bilindiği halde Cumhurbaşkanının teröristbaşının ismini anmadan “İmralı” üzerinden yorum yapması bilinçli bir tercihtir. Üstelik ortağı Devlet Bahçeli, şahsının ve partisinin geçmişteki bütün ölçü ve değerlerini yıkmak pahasına, teröristbaşını “örgütün kurucu önderi” diye sıfatlandırdığı halde, Erdoğan’ın daha politik bir sıfat kullanması tesadüf değildir.
Erdoğan’ın Öcalan’ın adını anmaktan, “PKK’nın kurucu lideri” gibi sıfatlar kullanmaktan bilinçli olarak kaçınması, son derece hesaplı bir siyasi iletişim stratejisidir.
Çünkü bazı tanımlamalar tepki doğurduğu gibi hukuki sorunlara da yol açabilir. Mesela bir kişiye “yalancı” demek yerine “bilerek doğruyu söylemiyorsun” diyebilirsiniz. Böylece aynı şeyi kastetmiş olursunuz. Fakat hakaret vurgusu ve anlamı oldukça zayıflatılmış olduğundan sorun yaşamazsınız.
Erdoğan’ın seçmen tabanı içinde, şehit aileleri, güvenlikçi kesimler, MHP seçmenleri, milliyetçi-muhafazakâr dindar kitle yer alıyor. Bu seçmenlerin gözünde Abdullah Öcalan bölücü terör örgütü lideri, binlerce askerin ve sivilin katilidir.
Bu kitleye doğrudan “Öcalan sürece destek veriyor” demek, yoğun bir duygusal kırılma yaratır. Adını anmak, Öcalan’ı bir “müzakere aktörü” veya “meşru lider” gibi sunmak anlamına gelir. Bu da seçmeni yabancılaştırır.
Aslında iktidar, Öcalan’ı “müzakerenin bir tarafı” haline getirmiş, bir “meşru lider” konumuna taşımıştır. Ağzından çıkanın, yazdığı mesajların devlet ve özel TV kanallarında canlı yayınlanıp, saatlerce yorumlandığı bir siyasi aktördür.
Erdoğan “İmralı” demekle, Öcalan’ın adını hem söyleyip hem söylememektedir. “İmralı” ifadesi hem kim olduğu bilinen hem de adını anmayarak hafifletilen bir kimliktir. Böylece Türk kamuoyunda doğrudan bir şok oluşması engellenmek isteniyor.
Bu üslubun ikinci bir amacı daha olabilir. Öcalan, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almış bir mahkûmdur. Hükümetin doğrudan adını kullanarak onu aktörleştirmesi, hukuk açısından ciddi bir çelişki doğurur. Bir mahkum teröriste “devletin resmi muhatabı” imajı verilemez.
Erdoğan bu üslubuyla hukuki ve ahlaki sorumluluktan kurtulmaya çalışıyor. O nedenle dolaylı tanım ve referanslarla süreci yürütmeye çalışıyor.
Açık bir “Öcalan’la müzakere süreci” görüntüsü olsaydı, muhalefet derhal milliyetçi bir refleksle direnç gösterebilirdi ve iktidara ciddi zarar verirdi.
Bu strateji, “Kürt meselesini” “yeni anayasa” ile “kontrollü bir özerklik sürecine” götürmeye yöneliktir. “Kurbağanın suyunu yavaşça ısıtarak, tepki veremeden haşlamak” gibi bir süreç izlenecektir.
Ama sürecin başarısı için dengeler çok hassastır; küçük bir hata büyük toplumsal kırılmalara yol açabilir.
“Kontrollü özerklik süreci” ya da “demokratik özerklik açılımı” gibi adımlar, toplumun büyük kesimi tarafından olumlu karşılanmazsa geri tepebilir. Üstelik, bu defa 2015’te olduğundan daha derin ve yaygın kırılmalarla sonuçlanabilir.
*********************************
Türk Halkı Aldatılıyor mu?
“PKK ile yeni müzakere sürecinin” içeriğine dair halkımızın ve hatta muhalefet partilerinin bir bilgisinin olmadığı görülüyor. Bunu CHP ve İYİ Parti liderleri başta olmak üzere bütün muhalefet partileri dile getiriyor.
“1. Çözüm Sürecinde” de PKK yetkilileri ile devlet adına MİT yöneticilerinin bir yabancı arabulucu gözetiminde pazarlıklar yaptığını çok sonra öğrendik. Erdoğan başlangıçta müzakerelerin yapıldığını şiddetle reddetmişti. Arka planda verilen tavizler yüzünden, PKK Türkiye içinde fiili kantonlar oluşturabilmişti. Sonuçlarının ne kadar ağır olduğunu biliyoruz.
Şimdi de AKP, MHP, PKK (Öcalan), PKK (Kandil), DEM arasında, içeriğini bunlar ve dış aktörlerin bildiği, muhalefetin ve bizim bilmediğimiz müzakereler yürütülüyor.
Bu gizlilik yetmiyor, Öcalan yerine “İmralı”, Karayılan yerine “Kandil” gibi yumuşatıcı ifadeler kullanılarak tepki doğmamasına çalışılıyor.
****
Peki, sürecin bu şekilde yürütülmesi HALKI ALDATMA sayılmaz mı?
Öcalan gibi bir figürü sürece dâhil eder, müzakereleri bizzat yönlendirir ama bunu kamuoyuna açıkça ifade etmezseniz, halktan hoşlanmayacağı bir şeyler olduğunu gizliyorsunuz demektir. Bu halkın bilgi edinme hakkının gaspı, seçmene karşı şeffaflık ilkesinin ihlali anlamına gelir.
Ancak “devlet aklıyla” hareket ettiğini düşünen liderler bunu genellikle şöyle gerekçelendirir: “Bütün kartları açık oynarsam süreç sabote edilir. Sonuç başarıya ulaşınca zaten halk anlayacaktır.”
Yani bu yaklaşımın amacı “Toplumu yavaş yavaş ikna etmek ama başlangıçta dirençle karşılaşmamak için adımları örtülü yürütmek” olarak açıklanır.
Peki, bu yöntem etik midir?
Bu tarz gizli yürütülen süreçler kısa vadede rasyonel görünebilir ama uzun vadede demokratik meşruiyeti ve halkın güvenini zedeler.
Bu nedenle: Her aşamada halkla açık iletişim kurulması gerekir. Halkın zekasıyla alay eden söz ve davranışlar halkın yönetenlere olan saygı ve güvenini yıpratır.
Mevcut yöntem ve üslup devam ettiği takdirde, süreç “gizli pazarlıklarla Türkiye’nin bölünmesi planı” olarak algılanır ve toplumsal fay hatlarını derinleştirir.
****
DEM ile “Kent Uzlaşısı” altında seçim işbirliği yaptığı ve bazı DEM’lileri Belediye Meclislerine seçtirdikleri gerekçesiyle 12 CHP’li (2 Belediye Başkanı ve ekipleri) aylardır tutuklu. Bu kişiler “terör örgütü ile işbirliği” ile suçlanıyorlar. İktidar siyasallaşmış yargının tutukluluk kararlarını savunuyordu.
Ama şimdi, aynı iktidar “Terörsüz Türkiye” ambalajıyla doğrudan terör örgütü liderleri ve “PKK’nın Meclisteki uzantısı” dediği DEM Parti ile müzakereleri yürütüyor. Herhalde halkın güvenini kaybetmeyi umursamıyor.
Son aşamaya kadar “inkâr ve üstü örtme” stratejisi ile gizlenen müzakerelerin sonuçlarını TBMM’de onaylatıp meşrulaştırmak için bir “komisyon” kurmaya çalışıyorlar. Fakat komisyona davet edilen partilerin komisyonun görev kapsamından haberi yok.
Böyle bir yönetim anlayışıyla ülkenin demokratikleşeceğine inanmamız isteniyor.
“Pazarlık yok” diyerek inkar edilen örtülü müzakerelerin de bir gün tutanakları ortaya çıkar.
Galiba, mutabık kalınan konular açığa çıktıkça uyanacak milli refleksi öngöremiyorlar.