İlâhiyatçı Prof. Dr. YÜMNİ SEZEN:  ‘İktidara Kimler Gelirse Gelsin Türk’ün Ülkü, İlke Ve Hedefleri Değişmemelidir’ Diyor.

185

Oğuz Çetinoğlu: Türk milleti târih boyunca büyük problemlerle karşılaşmış, bâdireler atlatmış bunların bir kısmında da yaralar almış, tesiri asırlarca devam etmiştir. Bir yazınızda bu konuya kısaca temas etmiştiniz. Daha genişçe bu konuları ele alabilir miyiz?

Prof. Dr. Yümni Sezen: Sözünü ettiğiniz yazımda Emevî ırkçılığı ve sonuçları ile Hıristiyanlık ve onun koltuğu altındaki Yahudi belâsıdır. Tercüme edersek, İsevî olamamış bir İsevîlik ve Musevî olamamış bir Yahudilik demeliyiz. Üçüncü belâya gelince, siyâsî, ideolojik bir Slav belâsıdır. Kendi açılarından bakarsak, hakkaniyete ulaşamamış, (çarpık ve zulmedici) bir dâvâ (!), bizler açısından tam birer felakettir. Biri iç belâ hâline gelmiş, diğer ikisi dıştan gelen belâlardır.

Çetinoğlu: Açıklamaya dış belâlardan başlayabilir miyiz?

Pof. Sezen: Hıristiyanların ve Yahudilerin Türk ve İslâm düşmanlığı, bilindiği üzere hep var oldu ve olmaya devam ediyor. Bunun kaynağı, Hakikate ulaşamamış bir cehâlet, cehâletten cesaret alan bir egoizmdir. Mesele, ‘hayat kavgası’ dedikleri ilkenin sınırlarını aşmış, tahakküm ve zulüm arzusu ve uygulamasına dönüşmüştür. Hıristiyanların koltuklarının altına sıkıştırdıkları Yahudi belâsı, gerçekte Hıristiyanları da içine alan, pek çok topluma yönelmiş bir tehlikedir. Bunu ayrıca ele almak gerekir ki, buraya sıkıştırmak, meseleyi geçiştirmek olur.

Çetinoğlu: Yahudi belâsında teşhisiniz son derece isâbetli. Türkler târihin hiçbir döneminde Yahudilerle menfî ortamda karşı karşıya gelmediler. Aksine yardımcı oldular, korudular. İspanya’dan kovulan Yahudileri, gemiler gönderip Avrupa’daki Osmanlı topraklarına ve Anadolu’ya yerleştiren Türkler oldu.  Kovanlar ise Hıristiyan idi. Daha sonra anlaşıp Türkler aleyhinde çalıştılar. Theodor Herzl’in toprak satın alma talebini reddetmiş olmamız, akıl ve iz’an sâhipleri için düşmanlık sebebi olamaz. Yüzbinlerce Türk, İsa ve Musa ismini benimseyip evlatlarımıza bu isimleri verdiğimize göre dînî açıdan da bir problemimiz yoktur. Gerek Yahudilerde gerekse Hıristiyanlar arasında bir tâne olsun Muhammet ismine rastlanmaz. Biz burada alacaklı durumdayız. Evet, Hıristiyanlarla savaşlarımız oldu. Onlar o günün şartlarının gereği idi. Yine akıl ve iz’an sâhibi, târihten husumet çıkarmaz.  Siz meseleye hangi açıdan bakıyorsunuz?

Prof. Sezen: Hıristiyanlık belâsının Hz. İsa ile ilgisi yoktur. Çünkü Hıristiyan dünyânın Hz. İsa ile hakîki ilgi ve ilişkisi olmamıştır. Bu ilişki, ‘eser’le ‘rol’ arasındaki ilişki gibi olagelmiştir. Irkçılık, bencillik, anlama kıtlığı veya anlamak istemeyiş, cehâlete eşlik ederek gelmiştir. Bizler Müslüman olarak, maalesef, daha hafifçesi de olsa bunun tecrübesine sâhibiz. Bu arızamız devam da etmektedir.

Hıristiyanlar, Hıristiyanlığı dışa karşı kullanmışlar, kendileri için de bir kültür malzemesi olarak bırakmışlardır. Özel olarak Türklere karşı, kısmen târihi şartlardan dolayı, ama daha çok Türklerin bazı üstün meziyetlerinden ve yönelişlerinden ürktükleri için düşmanlık beslemişlerdir. Irkçı ruh halleri, düşmanlık hislerini ayrıca beslemiştir. İslâm’a zâten karşı olan Hıristiyan dünyâ ve Yahudiler, İslâmiyet’in Türk’le birleşmiş görünce, düşmanlıkları sürekli artmıştır. Oysa Müslümanlar, özellikle Müslüman Türk, Hz. İsa’yı da, tebliğ ettiği dinin özünü de bir tarafa itmek ve karşı çıkmak şöyle dursun, Hz. İsâ’ya ve Hıristiyanlığa saygısızlığı İslâm dışı bir tavır, Müslümanlıktan çıkmak olarak kabul etmiştir. İşin aslı da zâten budur. Hıristiyanlar ise Müslümanlığı da Müslümanları da hep aşağılamışlar ve üzerlerine yürümüşlerdir. Gerçi zaman zaman birbirleriyle de boğuşmuşlardır ama değişmeyen esas tavır, Türklere karşı olmuştur. Sürekli metot değiştirerek üzerimize gelmişlerdir.

Çetinoğlu: Ümit ederim hangi vesilelerle olduğunu söyleyeceksiniz…

Prof. Sezen: Tabîi… Çanakkale ve kurtuluş savaşımız, bunun fiilî açık sahneleridir. Bugün Batı diye adlandırdığımız dünyâ, sürekli sinsi düşmanlık ve bozgunculuk taktikleriyle bizi hedef almaktan geri durmamaktadır. Siyasî ve kültür zeminindeki ataklarla, üstelik bunu çok tabîi imiş gibi sunmaktadırlar. Maalesef bizler de, çoğu zaman, kendimizden, kendi dünyâmızdan, kendi değerlerimizden uzaklaşarak, âdeta kendi isteğimizle, kendi rızamızla tuzaklara yakalanmakta, belâların içine sürüklenmekteyiz.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim. Sırada ikinci belâ var zannederim…

Prof. Sezen: Evet! Dış belâların ikincisi Slav belâsıdır. Bu târihî belâ, güncelliğini de korumaktadır. Bilindiği gibi Ruslar, Ortadoğu’ya hâkim olmak istemektedirler. Anadolu en önemli basamaktır. Çarlık Rusya’sından beri durum değişmemiştir. Sovyet sisteminde, ideoloji-siyâset gereği yayılma isteği artmıştır. Enternasyonel Marksist ideoloji iddiası, zâten bunu gerektirmekteydi. Bugün bu ideolojinin siyâsî çatısı dağılmış olsa da, hedef değişmemiş, taktikler değişmiştir. Batı, hem Ortadoğu’ya, hem Asya’ya dînî ve siyâsî olarak iyice açılmak için Anadolu’yu hedef kabul etmektedir. İki gücün, felsefî-dînî-siyâsî-ideolojik hedefi, son tahlilde, biri birinden çok farklı değildir, hedef değişmemiş, fakat taktikler farklı olmuştur. Ancak bu iki gücün biri birine rakip oluşu bizim işimize yaramaktadır. Rusya, başta Anadolu, Ortadoğu’ya Batının hâkim olmasını ve fiilen Anadolu’ya ve dolayısıyla Karadeniz’e girmesini istememektedir. Haklı olarak bunu kendisi için tehlike olarak görmektedir. Bunun için zaman zaman Batıya karşı bize yardım etmeyi tercih etmiştir. Kurtuluş savaşımızda olduğu gibi… Fakat fırsat buldukça işgal denemesi dâhil, her türlü kötülüğü yapmaktan imtina etmemiştir. Bitlis’e kadar Doğu Anadolu’yu işgali, malûmdur. Ermenileri kışkırtarak başımıza çoraplar örmesi de Rusya’nın mârifetlerindendir. Osmanlı Devleti zamanında asırlarca bizimle savaşarak Türk kanı akıtmış olması, unutulmuş değildir. Rusya, ‘Anadolu başta olmak üzere, Ortadoğu ya benim olmalı, ya başka hiç kimsenin’ demek istemektedir.

Yakın geçmişte Türkiye üzerinde kötü niyet çekişmeleri devam ettirildi. Bu çekişme ile bizi biribirimize düşman etme tecrübesini yaşadık. 1980 öncesi çekişme yoğunluk kazanmıştı. Bir taraftan ABD öncülüğünde emperyalist Batının çeşitli metot ve stratejilerle, siyâsî, iktisâdî, kültürle alâkalı atakları ve baskıları, diğer taraftan Sovyet Sosyalist Sisteminin Rusya öncülüğünde baskıları… Aydınlar ve özellikle gençler üzerinde oynanan oyun, gençleri biribirine kırdırıyordu. Ülkücü-devrimci gençlik adı altındaki mücâdele şeklinde yansıyan, büyük şehirlerdeki kanlı iç savaş, Türkiye’ye çok şey kaybettirdi. Devrimci gençler, Marksist ideoloji çerçevesinde, Türkiye’yi Sovyet sistemine katarak, enternasyonal işçi sınıfı düzenine girmek için mücâdele ediyorlardı. Bunu, Türk Devleti’ni ve milletini Rusya’ya katmak şeklinde algılayan ülkücü gençler, milleti ve devletin bağımsızlığını koruma savaşına girdiler. Gerçekte iki taraf da emperyalizme, iç ve dış sömürüye karşıydı. Bir taraf eşitlik diyor, bir taraf eşitliği adâlet şeklinde anlıyor, ama iki taraf da yanlış bir düzen içinde olduklarını biliyorlardı. Ülkücüler kendilerini, emperyalist Batının, çeşitli metot ve taktikleri içinde, siyâsî, iktisâdi, kültürle alâkalı atakları ve baskıları ile Sovyet Sisteminin Rusya öncülüğünde baskıları arasında kalmış olarak hissediyorlardı. Önce Türk Devleti’nin bağımsızlığını korumalıydılar. Karşı tarafı, sınıf mücâdelesi, enternasyonal bir devletsiz (!) düzen peşinde koşup, Türkiye’yi bir an önce Rusya’ya bağlayarak bu işi yürütme peşinde görüyor, böyle algılıyor, mücâdele ediyorlardı. Gerçekte iki taraf da biri birini doğru dürüst anlamamıştı. Ancak darbe sonrası hapishânelerde biri birlerini anlamaya başlayacaklardı ki, iş işten geçmişti. Çok kan akmıştı.

Devrimciler toplumu komün tipi bir cemaat, devleti komüncü bir devlet yapmak için vuruşuyordu. Gerek fikrî, gerek fiilî mücâdeleleri bununla irtibatlandırılmıştı. Türkiye’yi bu konudaki mevcut bir oluşuma katmak istiyorlardı. Gerçi millî (!) dedikleri bir model, Maocu model vardı ve devrimci gençlerin bâzıları buraya meyletmişti. Hattâ devrimciler bu yönden de birbiriyle mücâdele ediyorlardı. Ama Mao modelinin de içinde bir başka devlet, Çin vardı. Bizim millî parçamızın üzerinde, hâlen olduğu gibi işkence ile meşguldüler. Ülkücülerin karşısında olan grupların içinde ayrıca bölücü, azınlık ırkçıları bulunuyor, alenî şekilde Türk düşmanlığı yapıyorlardı.

Bu ortamda ülkücüler, daha geniş çerçevede milliyetçiler, Türk Devleti’nin bağımsızlığını, koruma görevini yüklenmişlerdi. Devlet güçleri varken, ülkülere ne oluyordu ki diyenleri biliyoruz. Ama çok şey zaafa uğramıştı. Yargı, polis, öğretmen, üniversiteler, yurtlar, hattâ hastaneler bölünmüştü. Yâni devlet bölünmüş gibiydi. Ülkü-Bir, Töb-Der, Pol-Bir, Pol-Der, açıkça ilân edilmişti. Asker şaşkınlık içindeydi. Tekrar edelim ki iki taraf da iç ve dış sömürücü güçlere karşıydı. Fakat devrimciler, ülkücüleri, emperyalizmle, sömürücülükle mücâdele etmiyor, hattâ onlara hizmet ediyor diye itham ediyor ve böyle göstermeye çalışıyorlardı. Bu bir haksızlıktı ve iftira idi. Emperyalizmle, lâyık olduğu şekilde ve kendilerine yakışır nispette mücâdele etme fırsatı bırakılmamıştı. Bunu yapabilme imkânı ve fırsatı yakalayabilmenin yolları engellenmek isteniyordu. Önce devletin iç ve dış güçlere yâni millî olmayan, yabancı bir ideolojiye ve mevcut bir dış komünist sisteme teslim edilmesi olarak algıladıkları hareketi önlemek mücâdelesi içinde, diğerine fırsat ve imkân kalmıyordu.

İdeoloji ve siyâset ağı, şartlar her iki tarafı da mahkûm etmiş, ağın dışına çıkma imkânı vermemişti.

Çetinoğlu: İç belâ ile alâkalı siyâsî tabloyu çok güzel resmettiniz. Zannederim şimdi İslâm’a yönelik saldırıları resmedeceksiniz.

Prof. Sezen: Dinimize musallat olmuş ve bütün İslâm dünyâsının başına çöreklenmiş yamukluklara gelelim. Süreçte buna en çok karşı koyan Türkler olduğu halde, dinî ve millî büyük zararlar görmekten kurtulamadı. Pek çok uzman da bu konuya yöneldi ve dikkat çekti. İsâbetli tespitlerde bulundular. Fakat Türk milletinin inanç sistemi, cemaat ve tarikatlara, hem de en süflilerine teslim olmaktan kurtulamadı.

Çetinoğlu: Ne oldu?

Prof. Sezen: Özetle şu oldu: İslâm özünden uzaklaştırıldı. Arap kültürü İslâm’ın yerine geçti, din imiş gibi algılatıldı. Din, siyâsetin ve dolayısıyla iktidarların emrine girdiği için böyle oldu. Din dokusu siyasîleştirildi. Din siyâsete ilke ve hedef gösterecekken, siyâset dine yön verdi ve İslâm’ın ilke ve hedeflerini görünmez kıldı. Adâletten, ahlâktan, ihlâstan uzak tutulmuş, şekilci, aşırı kuralcı bir din hâline getirildi. İslâm’ın karşı çıktıkları ve kaldırılmasını hedefledikleri, birer birer câhiliye dönemine dönerek, dinî hayata yerleştirildiler. Kölelik, câriyelik, mal-mülk hâkimiyeti, zekâtı dilenciye verilen sadaka hâline getirme, bunların belli başlılarındandır. İktidar hırsı, ahlâkı neredeyse dinin gündeminden kaldırdı. Oysa İslâm, ahlâk yüceliğini ve tamamlamak üzere geldiğini ilân etmişti. Bu çarpıklıklar İslâm’ın ilk tebliğinin ve uygulamaya başlamış ilk sosyal laboratuvarının hemen arkasından bozulma başlamış, İslâm’dan önce mevcut ve fakat İslâm’la küllenmiş bir âile çekişmesi, iktidar hırsı ve yarışı hortlamıştı. Kaynağı, iktidar hırsı ile birleşen cehâlet, gerçeği bilmeye ve anlamaya yanaşmamak, tebliğ edileni anlama kıtlığı idi.

Çetinoğlu: Gelinen nokta nedir?

Prof. Sezen: Çarpıtmalar, İslâm’a yeni giren kültür ve kimliklere de bulaştırıldı. Emevî ırkçılığının, İslâm imiş gibi getirdiği, zihniyet, hâkim oldu. İslâm’ın ilke, hedef ve metodunda bulunmadığı halde, yönetimler saltanata dönüştü. Bu olmasaydı, demokrasi demeyeceğim ama kendine has özellikleriyle cumhuriyet sistemi, insanlığa çok daha erken gelmiş olacaktı.

Bugün Müslümanlık adına uydurulmuş pek çok şeyi, belirtemeye çalıştığımız süreci bilmeden izah edemeyiz. Cihanşümul ve Hakîkati terennüm eden İslâm gibi bir dinin, hayatın her yönüyle ilgilenmesi, öğüt ve tavsiyede bulunmuş olması elbette tabîidir ve siyâsî-idârî hayatı da bunun dışında tutamayız. Fakat böyle olmadı, İslâm’ın kendisi siyasîleştirildi.

Çetinoğlu: Neler oldu meselâ?

Prof. Sezen: Ali Şeriati’nin dediği gibi, hareketini kaybetti. Katı şekilde gelenekleştirildi. Moda, âyinler, mezhepler, kurallar ve pratiklerin taklidi durumuna düştü. Profesyonel hâle geldi. Yâni bir meslek statüsüne büründürüldü. İmparatorluklu, kostümlü, kıyafetli bir din oldu. Yine Ali Şeriati’nin îmâ ettiği gibi, her türlü ihtiyacı besleyen, gelenekten beslenen bir kültür kullanımı hâline geldi. Dinde bulunmayan birçok kural eklenmiş, haram ile helâl biri birine karıştırılmış, farkına bile varılmayan değişiklikler yapılmıştır.

Çetinoğlu: Birkaç örnek verilebilir mi?

Prof. Sezen: Cuma namazında, Hz. Peygamber zamanındaki uygulamada, farz olan iki rekât önce kılınır, hutbe sonra okunurdu. Hz. Ali ve ahfadına hutbede lânet okumayı kurallaştıran Emeviler, namaz ve hutbe yerlerini değiştirdiler. Çünkü cemaat, bu sövüp saymayı duymamak için hutbeyi dinlemeden çıkıp gidiyorlardı. Emevî yönetimi, cemaate zorla dinletmek için, yer değişikliği yapıp hutbeyi öne, namazı sonraya aldı. Bunu sonradan efsane bir yönetici olan Ömer b. Abdülaziz, ilk normal hâline getirdiyse de, Emevî sultası, kendi kendi istediği hâle dönüştürdü. Bugün cuma namazında yapılan iş, Emevî geleneğinin devamıdır. Her değişiklik ve eklemeler, sonradan masum hâle gelen, farkına bile varılmayan bu örnek gibi olmadı. Kurallardan ve şahsîleşmiş yetkilerden birkaçına daha bakalım. Sakalı jiletle/usturayla almak lânetlik iştir. Sakalı çıkmamış çocukların yüzüne bakılmamalıdır, bu bakış, harama girebilir. Kadınların süslenmeleri mekruhtur. Oysa İslâm kadınların sürme çekmek, altın takı kullanmak gibi süslenmesine yer vermiştir. Kur’ân’da bulunmayan recm (taşlama suretiyle zina cezâsı) varmış da, gelen vahyi Allah peygambere unutturmuş gibi Kur’ân üzerinde şüphe yaratan ve Allah’a iftira eden anlayışlar oluşmuştur. Yahut yazılmış nüshada ilgili âyetin yazılı olduğu yeri, keçiler yemiş gibi uydurmalar eksik olmamıştır. Şeyh bugün havadaki uçağı düşmekten kurtarabilir, depremi başka yöne yönlendirebilir. Daha neler neler… Uydurmaların bir kısmı da Emevî anlayışına tepki ile doğmuştur. Bu da ayrı bir hikâyedir.

Çetinoğlu: Günümüzdeki durum nedir?

Prof. Sezen: Emevinin, yâni siyâset ve saltanatın damgasını taşır hâle getirilen bu din, Kur’ân’la aramıza girmiştir. âdeta Kur’ân-ı unutturmuş veya onu mukaddes bir süs eşyası gibi, ne dediğini bilip anlamadan evin bir köşesinde saklattırmıştır. Yahut sâdece ezber tekrarlattırmıştır. En tehlikelisi de bilerek veya farkında olmayarak, Kur’ân’dan uzak din ihdası, din eklentileri, din anlayışlarıdır. Kur’ân bu tipleri uyarmıştır. “De ki: Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz?…” (Hucurat-16). “Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var?” (Şura-21). “… Yoksa siz Allah’a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı ediyorsunuz?” (Ra’d-33). “… De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?…” (Bakara-140).

Hassasiyet gösterenlere, hâlis niyet ve inançla sorgulayanlara, ‘yeni bir din mi icat ediyorlar?’ diyenleri duyuyoruz. Kaynağı, ilk muallimi, ilk uygulaması meçhul müdür ki, yeni bir din icat edilsin? Dini aracı kılarak dünyevî menfaat bekleyenler, siyâsî erk peşinde koşanlar, dinin doğru anlaşılması için ona giydirilmiş kirli ve uyumsuz gömleklerden arındırılmasından hoşlanmayanlar, alışkanlıklarını devam ettirmekte, ezber bozanları suçlamaktadırlar. Kur’ân’la ve Hz. Peygamber’in sahih sözleriyle, ilk uygulamalarla, akıl ve bilimle, uzak te’vil ve tebdillere başvurmadan test edilerek meseleye bakılması yetecektir sanırım.

Bugün farkında olarak veya olmayarak, anlatmaya çalıştığımız üç belâyla birlikte yaşayıp gidiyoruz. Siyâsî İslâm’ın son çeyrek asırda, Türkiye’yi ne hâle getirdiği de iç belânın delilidir ve vicdan sâhibi insanların farkına vardığı husustur. Geçmişte de farkında olunmuştur ama bugün daha fazla bir sorgulama başlamıştır. Fakat ne yazıktır ki, iyi niyetli ve kötü niyetli sorgulama, at izi it izine karıştı diye söylendiği gibi, biri birine karışmaktadır. Dinin doğrusunu anlamaya çalışanlar da kendilerince delil ve dayanak aramakta, dinsiz ve din karşıtları da bozulmuşluklardan istifâdeye çalışmaktadırlar.

Çetinoğlu: Söyledikleriniz hakîkat olsa bile geride kalmıştır. Bilmekle yetinilecekse mesele yok. Târihten husumet çıkarmamalıyız. Asıl mesele geleceğimizi nasıl şekillendireceğiz?

Prof. Sezen: Sosyal hayatın alanlarından, hayatımızın tavır ve metotlarından biri olsa da siyâset, târihî sorumluluk taşımakta, geleceğimizi de etkilemektedir. Dün suçlu olduğu gibi, bugün de suçlu hâle getirebilmektedir. Geleceği siyâsetle mi, ahlâk ve adâlet düzeniyle mi inşa edeceğiz? Yoksa gelecek umurumuzda değil mi? Oturup bunu düşünmeliyiz. Eğer siyâsetin dışına çıkamayacaksak, millî kimlikten, mânevî dünyâmızdan vazgeçmeyerek, mâkul idealist yolları müzâkere etmeliyiz. Siyâset bizim dışımızda bir nesne, bir olay olmadığına göre, neden söz edersek edelim, gerçekte kendimizden söz ediyoruz demektir. Öyleyse önce kendimize bakmalı, kendimizi arındırmalı, belâlara düşmeden önce kendimizi sorgulamalıyız. Ölçü ve kıstasları kaybetmemeliyiz. Bir şeyi hep tekrar ederim. Çünkü ustam bana bunu öğretmişti: ‘Bir yere dayanmadan söyleyen bir şey söylemiş olmaz.’

Prof. Dr. YÜMNİ SEZEN 1938 yılında Urfa’nın Birecik ilçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957de Gaziantep Lisesi’ni bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu.   Millî Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-1978 yıllarında İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve Profesör unvanlarını aldı.   Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli oldu. İlmî çalışmalarına devam etmektedir.   Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmî sosyoloji üzerinde yoğunlaşmıştır. *Günümüzde İslâmiyet ve Milliyetçilik (1978), *Sosyolojiye Göre Halk-Millet-Devlet (1982), *Târihî Maddeciliğin Tahlil ve Tenkidi (1984), *Hayatın Mânâsı (1984, 2004), *Sosyoloji Açısından Din (1988, 1993, 1998), *Sosyolojide Temel Bilgiler ve Tartışmalar (1990, 1997), *Türk Toplumunun Lâiklik Anlayışı (1993), *İslâm Sosyolojisine Giriş (1994), *Maddeci Felsefenin Çıkmazları (1996), *Çağdaşlaşma, Yabancılaşma ve Kimlik (2003), *İslâmın Sosyolojik Yorumu (2004), *Kurban ve Din (2004), *Hümanizm ve Türkiye (2005), *Dinlerarası Diyalog İhâneti (2006), *Kültür ve Din (2011), *Kapitalizmin Zulmü (2017), *Aldatılmamak İçin Anlamak (2019)  isimli kitapları telif, ‘Kültür’ adıyla Fransızcadan bir kitap tercüme etti.  Çeşitli dergi ve gazetelerde makaleleri yayımlandı.   Evli ve üç kız babası, dört torun dedesidir.  
Önceki İçerikTürkiye Uçuyor, Yolcular Uykuda
Sonraki İçerikBilirken susmak, bilmezken söylemek kadar kötüdür. – Eflatun
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.