Dünya düzenini yönetme gücü ve emeli olan (emperyal) büyük devletlerin uzun vadeli stratejik planları vardır. Bu stratejik hedef ve planlar hükümetlerin değişmesiyle değişmez, sadece üslup değişir.
Günümüzün tek süper gücü haline gelmiş olan ABD’nin de bu gücünü daha uzun yıllar sürdürebilmesi için böyle hedef ve planları var. Özellikle enerji ve para kaynaklarını kontrol etmek bu planın ana hedefidir. Rakip olma potansiyeli taşıyan bütün ülkeleri/ ülke gruplarını (AB, İslam Ülkeleri gibi) kontrol etmek, diğer ülkelerin kaynaklarını kullanmak suretiyle bugünkü asimetrik güç dengesini devam ettirmek istiyor.
ABD, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında çok geniş bir coğrafyada kendine yakın yönetimler oluşturmak, enerji açısından stratejik bölgelerde de askeri güç bulundurmak istiyor.
Bu uğurda yandaş iç siyasi hareketler oluşturma, iktidarda veya iktidar alternatifi olan partilerde istenilen türde lider seçtirme, terör hareketlerini destekleme, iç darbeler yaptırma ve nihayet askeri işgaller yaptırma gibi usuller uygulamaktadır.
“Eğer bir ülkenin iç dinamikleri uygun olmazsa bu yöntemlerin uygulanması mümkün olamaz, her olayın sebebini dışarıda arayan komplo teorilerine kulak asılmasın” diyen görüşün kısmi bir haklılığı olabilir. Sosyal olaylar karmaşıktır. Çok sayıda parametrenin etkisiyle olaylar yönlenir. Ancak bu parametrelerden dış tesirlerin belirleyicilik oranının çok yüksek olduğunu göz ardı etmek çok büyük yanılgılara yol açabilir.
CHP’de Deniz Baykal’ın Genel Başkanlıktan ayrılmasıyla sonuçlanan gelişmeler acaba sadece bir iç olay mıydı? “Ulusal konulardaki duyarlılığı” ve “açılımlara” karşı tavizsiz tutumuyla dikkat çeken, ABD’nin Irak’ı işgali için Türkiye’nin İstanbul, Trabzon dâhil çok sayıda havalimanı ile diğer limanlarını kullanmak, 80.000 ABD askerini Türkiye’de konuşlandırmak istemesine tepki göstererek tezkerenin reddinde önemli rol oynayan Baykal’ın gitmesi hangi dış mihrakların işine gelirdi?
CHP Genel Başkanlığına Kürt ve Alevi kimlikli bir kişinin gelmesini tercih eden dış güçlerin olmadığını söylemek ne kadar doğru olabilir?
Bugün Türkiye’de yapılmış darbelerin arkasında hangi devletlerin olduğu daha serbestçe tartışılabiliyor. Yapılmış ve planlanmış darbelerin başarı şanslarının aldıkları dış destekle orantılı olduğunu ispatlayan yüzlerce yazı okuyup, bir o kadar TV’lerde yorum dinlemedik mi?
Bu bakımdan iç politikadaki gelişmelerde de dış tesirlerin rolünü soğukkanlı bir şekilde düşünmek zorundayız. İçeride bambaşka duygularla ortaya koyduğumuz tepkilerle ortaya çıkacak gelişmelerin, dışarıda hangi ülkelerin çıkarına olabileceğini de hesaplamak durumundayız.
Türkiye’nin 27 Mayısında, 12 Martında, 12 Eylülünde Türk vatandaşlarının iç politik kaygılarıyla verdikleri tepkileri, ABD’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın, İsrail’in, Rusya’nın derin devlet görevlilerinin hangi duygularla izlediklerini de düşünmek zorundayız. Kafkaslarda renkli devrimleri gerçekleştiren halkın coşkusunu, oyunu kurgulayanların okyanus ötesinden bilgisayar başında yönlendirdiğini dikkate alarak…
Bu satırların yazıldığı saatlerde Türkiye iki önemli haberle güne başladı:
- Birincisi, İsrail donanması Gazze’ye yardım götüren başta Mavi Marmara olmak üzere 6 gemilik filoya saldırdı. Yapılan operasyonun ardından, 10 kişinin öldüğü bildirildi. Daha sonra İsrail ölü ve yaralılar hakkında haberleri yasakladığı için net haber alınamıyor. Yapılan saldırı İsrail karasularının dışında uluslararası sularda gerçekleşti.
Yaklaşık kırk senedir Ortadoğu’daki çatışmalara taraf olmadan Araplar ve İsrail arasında bir denge politikası yürüten Türkiye çatışma ortamına sürüklenmek isteniyor. Bu olaydan sonra Türkiye- İsrail ilişkileri yepyeni ve olumsuz bir mecraya girmiş bulunuyor. Dışişleri Bakanlığımızın ifadesiyle “uluslararası hukukun ağır bir ihlalini teşkil eden bu müessif olay ilişkilerimizde telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilecektir.”
Bu olaydan sonra İsrail’in barbarlığına karşı gerekli bütün şiddetli tepkilerimizi ortaya koyalım. Ancak şu hususları da düşünelim: Belli çevrelerin Irak’ta 1,5 milyon Müslüman öldürülmüşken ve bunların önemli bir bölümü aynı zamanda soydaşımız olduğu halde hiçbir tepki göstermezken, sadece Filistin ve Gazzeli Müslümanların mağduriyetine yoğunlaşmaları herhalde tesadüf olmasa gerek.
Bu çevrelerin Filistin ve Gazze üzerindeki dikkat çekme eylemlerinin artışında, “one minute” olayından sonra ABD’nin Türkiye’ye karşı bir olumsuz tavrının söz konusu olmamasının bir tesiri olmuş mudur? Aynı çevreler neden Telafer’deki katliamlara dikkat çekmez, Telafer’e insani yardım teşebbüslerinde bulunmazlar?
Ve belki de en önemli soru: Beklenen sonuçlarından biri bu olan “insani yardım” teşebbüsünde, Türkiye Cumhuriyeti devleti meselenin neresindedir?
- İkinci haber ise, İskenderun Deniz İkmal Komutanlığı’na roketli saldırı düzenlendi. Saldırıda 6 askerimiz şehit oldu 9 askerimiz yaralandı. Otoyoldan askeri birliğe önce roketatarlı, ardından uzun namlulu silahlarla ateş açıldı.
Bu olay PKK’nın bir eseri midir, yoksa İsrail’deki olayla bir bağlantısı var mıdır bilinmiyor. Bu olayın İsrail’in İnsani Yardım gemilerine saldırısından sadece 4 saat önce meydana gelmesi düşündürücüdür.
Bu iki vahim olayın Türkiye’nin dış siyasetinde olduğu kadar iç politikada da tesirleri olacağını söylemek kehanet olmaz.