Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse
kendisine
Eserleri-2
Osmanlı Devrinde Son Sadrıâzamlar-1
Sadrıâzam,
Osmanlı devlet teşkilâtında pâdişâhın vekili olarak devlet idâresini elinde
bulunduran, günümüzde ‘bakan’ olarak
anılan nâzırlar, vezirler ve vekiller heyetine başkanlık eden devlet adamıdır.
‘Vezir-i Âzam’ kelimesinin de aynı
mânâda kullanıldığı dönemler olmuştur. Günümüzdeki ‘Başbakan’ kelimesinin karşılığıdır. Sadrıâzam veya vezir-i âzam, padişah
sefere katılmıyorsa ordunun başına geçer, bu görevi sırasında ‘Serdar-ı Ekrem’ sıfatıyla padişahın
bütün yetkilerini kullanırdı. Sefer ve savaş sırasında verdiği idam kararı,
hiçbir makamın tasdikini beklemeksizin infaz edilirdi.
Osmanlı
Devleti’nin kuruluş döneminde sâdece ‘vezir’ sıfatı kullanılmaktaydı. Orhan
Gazi saltanatındaki dört vezir ilmiye sınıfından vezirliğe yükselmiştir.
Birinci Murad saltanatında Çandarlılar kazaskerlikten vezir olmuşlar, aynı
dönemde vezir sayısının artmasıyla, önce ‘birinci vezir’, ‘ikinci vezir’
isimlendirmeleri kullanılmıştır.
15. yüzyıl
sonlarına kadar vezir adedi üçü geçmemiştir. Vezirler Divan-ı Hümayun’da,
Kubbealtı’nda toplandıkları için, kendilerine ‘kubbe veziri’ veya ‘kubbenişin’
ismi de verilmiştir.
Sadrıâzam
hükümdarın mutlak vekili sıfatıyla onun tuğralı mührünü taşırdı. Bu sadrıâzamın
sözü ve yazısı padişahın irâdesi ve fermanı demekti. Nitekim Fatih
Kanunnamesi’nde sadrıâzamın devlet içindeki yeri şu şekilde yazılıdır: ‘Bilgil ki vüzera (vezirler) ve ümeranın
(emirler), vezir-i azam, başıdır, cümlenin ulusudur, (büyüğüdür) cümle umurun
vekil-i mutlakıdır ve malımun vekil-i defterdarıdır ve ol vezir-i azam
nazırıdır ve oturmada ve durmada ve mertebede vezir-i azam cümleden mukaddemdir
(önce gelir).’
Güçlü
hükümdarlar tarafından tâyin edilmiş dirâyetli sadrıâzamlar devlete büyük
hizmetlerde bulunmuşlardır. Ancak 16. yüzyıl sonlarından itibâren devletin
duraklama dönemine girmesinin sonucu ve/veya âmili olarak siyâsî kudret
boşluğunu Valide Sultanlar, saray personeli veya başına buyruk davranabilen Yeniçeriler,
sadrıâzamların konumunu zayıflatmıştır. Yine de, duraklama ve gerileme
dönemlerinde de; Sokullu Mehmed Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşa, Köprülü Mehmed
Paşa, Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa, Halil Rifat Paşa, Gazi
Ahmed Muhtar Paşa gibi çok değerli
sadrıâzamların göreve geldiği olmuştur.
Tanzimat’tan
itibâren sadrıâzamlar daha ziyâde Batılı anlamda ‘kabine şefi’ görevini
yürütmüşler, bir yandan da padişaha muhalif bir güç olabildikleri gibi, muhalif
mihraklara dayanan bir çizgi de tâkip edebilmişlerdir. Son dönemde sadrıâzamlar
daha sık değişmiştir.
Osmanlı
Devleti’nde sadrıâzam, protokolde şeyhülislâmdan önce gelir. Sadrıâzam, bütün
tebaanın pâdişâh nezdindeki mümessili ve pâdişâhın mutlak vekilidir. Vekilliğin
göstergesi, pâdişâhın kendisine verdiği mühürdür. Pâdişâh, sadrıâzamın devlet
işleri hakkında ileri sürdüğü teklifleri kabul etmek mecburiyetindedir. Bununla
birlikte sadrıâzam, pâdişâhın kendisine verdiği yetkileri, dilediği gibi
kullanmakta tam anlamıyla serbest değildi. Bütün büyük işlerde dîvanın1,
bâzen da özel meclislerin görüşlerini almak
şarttı. Sadrıâzam, padişaha karşı sorumludur.
Osmanlı
Devleti’nde sadrıâzamlık makamına; 292 tâyin yapılmıştır. Bu rakam, göreve
başlama ve görevin sona erdiği, târihler
itibâriyle
kayıtlara geçen bilgilere göre belirlenmiştir. Bazı şahıslar iki ve daha fazla
defada sadrıâzamlık makamına oturmuşlardır. Bu sebeple, kişi itibariyle sadrıâzamlık
yapanların sayısı 215’tir. Bu 215 kişinin
yalnızca
78’i Türk’tür. 15 kişinin Türk olup olmadığı şüphelidir. Geri kalan 122 kişinin
Türk olmadığı bilinmektedir. Bu 122 kişiden 16’smın Türk olmadığı bilinmekle
birlikte, milliyetleri hakkında hiçbir bilgi yoktur. 8’i milliyeti bilinmeyen Devşirme,
l’i milliyeti bilinmeyen Dönme’dir. Türk olanların dışında milliyeti bilinen 82
sadrıâzamın: 3l’i Arnavut, 1l’i Boşnak, 1l’i Gürcü, 9’u Abaza, 4’ü Rum, 3’ü
Hırvat, 3’ü Çerkez, 2’si Ermeni, 2’si İtalyan, l’i Rus, l’i Sırp, l’i Bulgar, l’i Pomak, l’i Hersekli Slav, 1’i Çeçen’dir.
Milliyeti şüpheli olanların 3’ü belki Arap, 2’si belki Arnavut, l’i Boşnak veya Hırvat, 1’i belki Rum veya
İtalyan veya Ermeni, l’i Hırvat veya Macar, 2’si Rum veya Hırvat, 2’si Arnavut
veya Rum, l’i Frenk veya Rum, 1’i
Felemenk veya Rum’dur.
Tâyin
edildiği makamın adı Sadrıâzamlık olmamakla birlikte sadrıâzamlık
benzeri makama tâyin edilen ilk kişi; Orhan
Gazi’nin kardeşi Alâeddin Bey’dir. Bâzı kayıtlarda kendisinden Alâeddin Paşa olarak
söz edilmekte ise de, o târihlerde Paşa
olarak adlandırılan bir unvan yoktu.
Osmanlı
Devleti’nde, Sadrıâzamlarla ilgili dikkat çekici hususlar:
*Kanûni’den sonra gelen Osmanlı
padişahların çoğu, devlet yönetiminden uzaklaşmışlardı, seferlere
katılmıyorlardı. Böylelikle sadrıâzamlar padişah
adına devleti idâre etmeye başladılar.
*Sokollu Mehmet Paşanın
yönetim kabiliyeti ve Köprülü Sülâlesi’nin başarıları, padişahları gölgede
bırakmıştı. Kanunlara uyulmamış, saray
kadınları, ocak ağaları ve ulema devlet işlerine karışınca devlet yönetimi
bozulmuştu.
*Sultan Üçüncü Mehmet Han’dan sonra şehzâdelerin sancağa çıkma2
usulü kaldırılınca, şehzâdeler devlet
yönetiminde tecrübe kazanmaktan mahrum kaldılar. Sarayda, bir nevi kafes hayatı
yaşadılar.
İbnülemin Mahmud
Kemal’in ‘Osmanlı Devrinde Son
Sadrıâzamlar’ isimli eserinde Otuz yedi sadrıâzamın hal tercümesiyle birlikte
son bir asırlık siyâsî târihimizin panoramasını da veren 2192 sayfalık bu büyük
eser, vezîriâzamlar hakkındaki biyografi geleneğinin yolunu açan Osmanzâde
Ahmed Tâib’in Hadîkatü’l-vüzerâ’sına yapılmış zeyillerin sonuncusu ve arkası
getirilmemiş olan Ahmed Rifat Efendi’nin Verdü’l-hadâik’ine zeyil olmak üzere
hazırlanmıştır. Verdü’l-hadâik’te çok basit ve sathî kalan hayat hikâyeleriyle
mukayese bile edilemeyecek şekilde yeniden işledikten sonra diğer sadrıâzamlara
geçmiştir. Eserde, Koca Hüsrev Paşa’dan Mustafa Reşid ve İbrâhim Sârım Paşa’ya
kadar Tanzimat devrinin ilk beş sadrıâzamı dışarıda bırakılıp 1855’teki ikinci
sadâreti itibariyle Mehmed Emin Âlî Paşa’dan başlayarak gelen sadrıâzamlar
silsilesi tâkip edilmiştir. O’nun hal tercümesinde 1852’deki sadâretine de
temas edildiğinden eser, 1852’den sadâret makamının Bâbıâli ile birlikte 4
Kasım 1922’de ilgasına kadar olan zaman dilimi içinde bir sadrıâzamlar târihi
olmuş bulunmaktadır. İbnülemin, Âlî Paşa dışında eserde hal tercümelerini
sadârete son geliş târihine göre değil ilk gelişi esas alan bir sıralama tâkip
eder. Bundan dolayı eser, son sadrıâzam Ahmed Tevfik Paşa olduğu halde ondan
iki önceki sadrıâzam Sâlih Paşa ile sona ermiş görünür.
Mahmud Kemal İnal Bey,
Son Sadrıâzamlar’ı yazmaya 1913 yılının son ayında başlamış, Sâlih Paşa’nın
Mart-Nisan 1920 târihleri arasına rastlayan sadâreti sırasında tamamlamıştır.
Basılmak için uzun süre bir imkân bekledikten sonra zamanın Maarif vekili Hasan
Âli Yücel’in teşebbüs ve gayretleri neticesinde basılması karar altına
alındığında hazır olan ilk şeklini, bizzat ifâde ettiği gibi ‘yeniden yazılmışçasına’ elden geçirerek
basılmamış haliyle 681 sayfa tutmakta olan eseri 2100 küsur sayfaya çıkarmıştır. Cumhuriyet devrinde resmî mercilerce
basılan öbür eserlerinde olduğu gibi aslında taşıdığı ‘Kemâlü’s-sudûr’ ismi zamanın zihniyetine yabancı gelmesi
dolayısıyla şimdikine çevrilir.
Otuz üç yıl boyunca hep
sadârete bağlı kalemlerde, bu arada uzun bir süre Bâbıâli’nin en merkezî
noktası Sadâret Mektûbî Kalemi’nde yaşadığı bürokrasi tecrübesi İbnülemin’e bu
büyük çaplı sadrıâzamlar târihinin malzemesini, gözlem ve dikkatlerinden bir
şey kaçırmayan keskin tecessüsünün eşliğinde kendisine en tabii yoldan kazandırmış
bulunuyordu. Hele İkinci Meşrutiyet’ten sonra Yıldız Sarayı evrakının tetkik ve
tasnif işinin kendisine emânet edilmesi, O’na bu zengin ve bâkir arşiv
hazinesinin bütün imkânlarını sunar. İkinci Abdülhamid’in tahta çıkışından bu
yana sadâret makamı ile saray arasındaki yazışma ve işlemlerle ilgili evrakın
hepsinin Yıldız’da saklı tutulmuş olmasından dolayı, konusunun gerektirdiği
malzemeyi ayağına getiren 800 sandık tutan vesikayı ‘avucunun içi gibi’ tanıma fırsatını vermiştir. Yıldız evrakı
arasında târihî ehemmiyetini kuvvetli bir sezişle hemen fark ettiği vesikaları
büyük bir sabır ve şevkle istinsah3 edip bir kenara koyan İbnülemin,
eserinin muhtaç olduğu arşivi de böylece kurmuş bulunuyordu. Bâbıâli kalemlerindeki
yaşlılardan zamanlarına yetişemediği sadrıâzamların, nâzırların menkıbelerini
dinleyen, doymak bilmeyen bir tecessüsle o sırada cereyan edenler kadar
geçmişte olup bitenler hakkında da bilgi edinmeye çalışan, duyduklarını hemen
kayda geçiren, dedikodu ocağı dediği Sadâret Mektûbî Kalemi’nde yıllar boyu
Bâbıâli ve ricâl dedikoduları ile kulağı dolan İbnülemin’in eserine sâdece
arşivden değil dinlediği, kendilerine sual sorduğu o insanlardan zamanla kimse
kalmadığı için, kendisinden sonra gelenlerin artık hiçbir suretle erişme
imkânını bulamayacakları yığınla bilgiyi, değerlendirmek üzere depoladı. Bunun yanında bir o kadar da baba ocağında
başlayıp ricâl konaklarında çok erken yaştan meclislerine girdiği târihî
şahsiyetlerden duyulmuş, tecessüsünün sondajı ile kazanılmış bilgiler eserinin
bir başka sözlü kaynağını teşkil ediyordu. Kendisi gibi genç yaşta Bâbıâli’nin
mühim mevkilerinde vazife almış, Sadrıâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın yanında yirmi
yedi yıl boyunca pek çok târihî hâdiseye şâhit olmuş, devrin önde gelen
ricâlinin çoğu ile münâsebet ve dostluğu olan babası da eserde dâima bir
referans olarak yer alır. Bundan başka kütüphânelere, arşivlere intikal
etmemiş, eski aile ve şahıslarla ilgili birtakım bâkir vesikalar görmek
imkânına kavuşmuş, Abdülaziz’in Mâbeyin başkâtibi Âtıf Bey’in Hâtırat’ı, Mehmed
Süreyyâ’nın bizzat yaşadığı son devirler hakkındaki Târîh-i Mahmûd’u,
Celâleddin Paşa’nın Mir’ât-ı Hakîkat’inin müsvedde hâlindeki orijinal şekli
gibi el değmemiş eserlerden, yandıkları veya kayboldukları için başkalarınca
bir daha erişilmesi mümkün olmayan kaynaklardan da istifâde edebilmiştir.
İbnülemin, eserinde bildiklerini ve duyduklarını sâdece aktaran bir kimse
durumunda olmayıp kaynaklarını, çeşitli eserlerdeki rivâyetleri sıkı bir
tenkitten geçiren, mevcut bilgileri gerekli kontrol ve muhâkemeye tâbi tutan
titiz bir târihçi hüviyeti gösterir. Son Sadrıâzamlar, İbnülemin’in
biyograflığı yanında siyâsî târihçiliğini göstermesi bakımından da önemlidir.
Bu sorumluluğu çok iyi idrak ettiğinden yeri geldikçe, müverrihin hâdiseler ve
onların içinde yer alan insanlar karşısında davranışının ne olması gerektiği
meselesine sık sık dönerek târihçiliğin ahlâkî problemine dikkat çekmeye
çalışır. Bu hüviyetini çok belirgin bir şekilde ortaya koyan eserinin
arkasında, yıllar önce târihçiliğin bu meselelerini işlediği Kemâlü’l-kiyâse fî
keşfi’s-siyâse’nin müellifi olarak varlığı bir kere daha hissedilir. İbnülemin,
târihçinin daima gerçeği gözetmeye ve hislerine kapılmamaya, gerek üstlendiği
vazife gerekse vicdan gereği mecbur olduğunu vurgulayarak aksine hareketin
târihe ihânet etmek olacağını belirtmektedir. ‘Bildiklerini ve duyduklarını gerçeğe uygun olmayan bir şekilde
nakletmek târihin hukûkuna tecâvüz etmek demektir. Doğruluğu hakkında kesin
kanaate varılmamış bilginin târih sayfalarında yeri yoktur’ diyerek tavrını
açıkça ortaya koyan İbnülemin’in bunları, kendisinin taraf tutmak isnatlarına
uğradığı Said Paşa konusuyla ilgili olarak söylemesi önemlidir. İbnülemin’in
eserini, sadrıâzamların her birini icraatları bakımından yargılayan, içinde yer
aldıkları olaylar ile birlikte onları sorgulayan tahlilci bir zihniyet
yönlendirir. O, bu tutumu ile sığ ve tek taraflı yönlendirme ve
değerlendirmelerle okuyucunun zihnini lehte veya aleyhte bir istikamette
çelmeye itibar etmeyen, en yakını olduğu şahsiyetlerin dahî icraat ve karakterlerini
gerçek mâhiyetleriyle değerlendirmekten kaçınmayan, bazı çevrelerin gözü kapalı
bir şekilde yüceltmeye veya alçaltmaya çalıştığı şahsiyetleri sorgulama ve
tahlilden geçirirken tok sözlü bir yargıç davranışı içindedir. Bunun en tatmin
edici örneklerinden birini baba dostu ve kendisini çocukluğundan beri tanıyan,
son sadâretlerinde evinde beraber çalıştıkları, mutemedi, sırdaşı gibi muamele
gördüğü Küçük Said Paşa’ya ayırdığı 275 sayfa hacmindeki bahis verir.
İbnülemin, o kadar yakını olduğu Said Paşa hakkında ne söylemek gerektiyse,
lehte ve aleyhte, olumlu ve olumsuz ne tarafı varsa hepsini gizlemeden açıkça
söylemiştir. Hiçbir lûtfunu görmeden ailece türlü sıkıntılara mâruz kalarak
saltanat devrini yaşadığı Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın icraat ve şahsiyetine
ayırdığı özel bölümde kimilerince hep yerilmiş, kimilerince de göklere
çıkarılmış hükümdar hakkındaki icmali kadar, onu hatâ ve savabı ile en objektif
surette mîzana vuran yazı ve eser bulmak kolay değildir.
‘Osmanlı Devrinde Son Sadrıâzamlar’ın esas ismi ‘Kemalü’s-sudur’dur. Mehmed Emin Ali Paşa
(1814-1871) ile başlayıp Sâlih Hulûsi Paşa (1864-1939) ile biten eserde Osmanlı
Devleti’nin son 37 sadrıâzamının hayat hikâyesi yer almaktadır. ‘Son Sadrıâzamlar’, bir biyografi kitabı
olmakla beraber, birçok yerde siyâsî olaylar, devrin fikir ve kültürle alâkalı
yapısı, zaman zaman da edebî ürünler ağırlık kazanmaktadır. İlk baskısı Maarif
Vekâleti’nce 14 fasikül olarak yapılmıştır. İbnülemin merhum pek çok önemli
memuriyette bulunduğu ve târihin hararetli bir dönemine bizzat şâhid olduğu
için eserinde diğer kaynaklarda rastlanamayacak son derece önemli bilgiler
verir. Her yönüyle orjinal ve kaynak bir eserdir. ‘Son Sadrıâzamlar’da, olayların perde arkasında kalan bilgiler, bütün
teferruatı ile ve akıcı bir uslûpla veriliyor. Böylece eser, târihe meraklı
olanların da târihî roman okuyucularının da beklentilerini karşılıyor. Bu
bölümlerden biri de, Osmanlı târihinin en fecî, en utanç verici ve hatta
insanlık dışı cinâyeti olan Sultan Abdülaziz Han’ın (1830-1876 / Pâdişahlık
dönemi: 1861-1876) Hüseyin Avni Paşa, Mithad Paşa, Mütercim Rüşdü Paşa ve Süleyman Paşa şebekesi
tarafından tertip edilen suikast ile şehit edilmesidir. Mahmud Kemal İnal, bu
olayı, kalemini yağlı boya ressamının fırçası gibi kullanarak çizdiği müthiş
tablo ile okuyucuya sunuyor.
Sultan Abdülaziz Han,
32. Osmanlı padişahı olarak 25 Haziran
1861’de tahta oturdu. 14 yıl, 11 ay, 5 gün pâdişahlık yaptı.
Şehzâdeliği ve
veliahtlığı döneminde iyi bir eğitim görmüştü. Arapça dili ve edebiyatı, şer’i
ilimler ve müzik dersleri aldı. Sporla ilgilendi. At binme, av, güreş, yüzme ve
cirit atma dallarında başarılı idi. Sâde
ve mazbut bir hayat yaşadı, halkın saygı ve sevgisini kazandı. O günlerde
Osmanlı Devleti’nin durumu son derece karışıktı. Para sıkıntısı had safhadaydı.
Karadağ’da Hersek’te isyanlar, savaşa dönüşecek gibiydi. Batılı ülkeler, Sultan’ın Tanzimat Fermanı’nı iptal
edeceğinden endişe ettikleri için karışıklıkları tahrik ediyorlar, Osmanlı’nın
iç işlerine karışıyorlardı.
1Divan: Yüksek rütbeli devlet adamlarının bir araya gelmesi ile oluşturulur. Günümüzdeki Bakanlar Kurulu konumundadır. Bu kurulun icra yetkisi yoktur. Sadrıâzamın danışma
meclisidir.
2Sancağa çıkma: Şehzâdelerin, vâlilik yaparak devlet tecrübesi kazanması.
3istinsah: Bir yazının veya
eserin aynısını kopya etme, çoğaltma işlemi. Matbaanın olmadığı dönemde bu işi,
‘müstensih’ denilen şahıslar
yapardı.