Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse
kendisine
Vefatından Sonra
Hakkında Yazılanlar İbnülemin Mahmud Kemal İnal
YUSUF ZİYA ORTAÇ
Beyazıt’ta
eski Sahaflar Çarşısı’ndan geçiyordum. Acâip bir adam gözüme ilişti: Fes
kenarları kulak uçlarına değen, esmer, kuru bir adam. Haziran sıcağında,
arkasındaki neftimsi paltoyu çı-karmamıştı. Boynunda hâlâ bir şal sarılıydı.
Ayağında galoş kunduralar, kaşlarında öfke, gözlerinde gazap, burun kanatları
fenâ bir koku almış gibi nefretle, karışık, siyah ve kalın bıyıklar altında
çizgilenmiş dudakları neredeyse birisini paylayacak…
Sahaflar,
telâşla yerlerinden kalkıp selâmlıyorlardı onu. Kimisine baştan savma bir el
işâreti yapıyor, kimisine gülümsüyor, kimisini de azarlıyordu galiba… Bu
adam, meşhur biyografi (tercüme-i hal ve bibliyografi, kitâbiyat) bilginimiz
İbnülemin Mahmud Kemal Bey’miş.
O günlerde ben
on yedi yaşında bir idâdî talebesiydim. Üstâda yaklaşmak değil, uzaktan selâm
vermek, yüzüne bakmak bile haddim değildi.
Kendisiyle
tanışmamız Akbaba çıktıktan sonra olmuştur. Sultanahmet parkı karşısındaki
Setli Kahve’de şâir Hamâmîzâde İhsan takdim etmişti. Hiç unutmam, yüzüme
gülümseyerek ve kü-çümseyerek bakmış:
–Hafazan Allah, o şeytan sen misin? Diye
galiba iltifat etmişti.
İlk
konuşmalarımız böyle tesâdüflerle olmuştur. Sevgisini, güvenini kazanmak kolay
değildi onun. Fakat eskilerin pek değer verdikleri aruz veznini bilişim, dîvan
edebiyâtımızdan biraz anlayışım, hele bir mizah dergisine sâhip oluşum üstâdın
yanında çabuk itibar kazanmamı sağladı ve bir pazartesi akşamı ben de
Bakırcılardaki sarı boyalı meşhur Emin Paşa Konağı’na dâvet edildim.
Emin Paşa
Konağı, kendisince Topkapı Sarayı’ndan bile zengin bir san’at ve irfan
hazînesiydi. Eşi bulunmaz nâdîde eserler, el yazması kitaplar, edebiyat ve
mûsikî hayâtımızın meçhullerini çözecek vesikalar, çeşm-i bülbüller, eser-i
İstanbullar, o hazînede toplanmıştı hep.
Beni çağırdığı
gece bir mûsikî ziyâfeti varmış… Az ışıklı, çok rutûbetli bir avludan geçtim,
her basamağı eski bir ses veren merdivenleri çıktım ve huzûra girdim.
Sedirler,
koltuklar, sandalyeler dâvetlilerle doluydu: Şâir Halil Nihat Boztepe, Prof.
Mükrimin Halil, Mithat Cemal hatırımda kalanlardır. Bir de gözümün önünden
gitmeyen duvarlar var: Sülüs, nesih, ta’lik levhalar ve eski tabaklarla süslü
duvarlar…
Gösterilen
yere oturdum. Âdet böyleydi. Üstad oturacağınız yeri, rütbenize göre seçer,
işâret ederdi!
Hânende ve
sâzendeler, emeklilerle heveslilerdendi: İhtiyar seslerle toy sesler…
Kendisi,
başında siyah takkesi, gözleri yarı süzgün, köşesine kurulur ve saz başlayınca,
o da dizleri üstünde usûl tutmaya başlardı.
İbnülemin
Mahmud Kemal, tanıdığım en müthiş hâfızadır: Sorduğunuz târihi şahsiyetin bütün
hayâtını, doğum gününden ölüm gününe kadar, tek rakam ve tek hâdise yanlışı olmadan
öğrenirdiniz. O, yalnız Türk aydınlarının değil, Avrupa’nın tanıdığı ve saydığı
sağlam salâhiyetti.
Aradan yıllar
geçmiş, dost olmuştuk. Sık sık Akbaba’ya gelir, şakalaşırdı. Mutlaka kendisine
bir şey sorar, anlatıyorken dinlemiyor gibi yapar, kızdırırdım. Ne güzel, ne
zengin öfkesi vardı. O’nun dilindeki zehirin tadını aldığımı görünce tekrar
yumuşar:
–Deccal mıdır, nedir? Beni kızdırıp kızdırıp
keyifleniyor! Derdi.
Eğer bir sahne
artisti olsaydı, yine büyük bir şöhret olurdu: Yüzünde, bakışlarında, her
konuya göre değişen emsalsiz bir ifâde kudreti vardı.
Heccavdı.
Diline düşeni sözle param parça eder, mısrâların oklarından geçirirdi.
Bir zamanlar,
huzûrunda iki büklüm oturup sonra kendisine meydan okuyan birine yazdığı uzun
taşlamadan aklımda kalanlar bu yaman hiciv gücünün bir örneğidir:
Cehl ü günâhı bî hesap,
Paspas-ı bâb-ı intisap!
Bed
çehresinden ismeti
Sünger ile silmiş kasap!
Lâfını hiç
esirgemezdi. Bir aralık kendisini hergün ziyârete başlayan şâir Florinah
Nâzım’a şu kıt’ayı yazmıştır:
Bir takım lâf ile teşviş-i huzur
Etme ey şâir-i bî şi’r-i şuur.
Her dakika bana gelmektense
Yılda bir kendine gelsen ne olur?
Dostluğunda da
sağlamdı, düşmanlığında da. Takdire lâyık gördüğü insanı:
-Bize hürmeti vardır! diye överdi…
Son Asır Türk
Şâirleri’ni yazdığı günlerde, hal tercümeleriyle fotoğraflarını istediği
şâirlerin ihmâlinden:
–İhtiyarlardan taleb-i mal, gençlerden
taleb-i visal edercesine niyaz ediyoruz!
Diye gözleri
şıldır şıldır dönerek şikâyet ederdi.
Asıl büyük mirâsı
İbnülemin
Mahmud Kemal, seksen yedi yıllık hayâtının yetmiş yılını, okumak, aramak ve
yazmakla geçirmiştir. Eli, hasis denecek kadar sıkıydı. Yemezdi, içmezdi ve
giyime kuşama para harcamazdı. Ama bir ömür boyu sabırla, cömertlikle topladığı
kitapları üniversiteye ve biriktirdiği altınları yalnız hayır işlerine
bağışlayacak kadar asil bir cömertlik göstermiştir.
Onu bütün
cepheleri, bütün hizmetleriyle birkaç sütuna sığdıramayız. Ama iki büyük
san’atçımız, Süleyman Nazif ile Yahyâ Kemal, şu iki mısrâya sığdırmışlardır:
Hezâr gıbda o devr-i kadîm efendisine / Ne
kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine!
***
O zamanlar
önemli bir konuyu tartışan iki târihçiden bahisle üstat İbnülemin’e ‘Hangisi haklı?’ demişler.
–Birincisinin bâri cehli (câhilliği) var,
ötekinde o bile yok, demiş.
***
Bizim pâdişâh
dîvanlarının çoğu Londra’ya kaçırılmıştır. İngilizler sefirimizden ricâ
ediyorlar: ‘Sultan Üçüncü Selim Han’ın el
yazısıyla dîvânı İbnülemin Mahmud Kemal Bey’deymiş. Eğer dostu iseniz, lütfen
aracı olur musunuz ki, bize göndersin onu da?
Kaygısız
sefir: ‘Aman efendim, lâfı mı olur’
gibilerden İbnülemin’e yazıp Üçüncü Selim Han’ın dîvânını ister. Ondan aldığı
cevap ise hâlâ bâzı meslektaşlarının kulağını çınlatabilir:
–Yâhu sefir bey, sen Devlet-i Osmâniye’nin
elçisi misin, yoksa İngiliz kültür ve menfaatlerinin komisyoncusu mu?
……………………..
Yusuf Ziya Ortaç: (1895-1967). Şâir, yazar, yayımcı ve
siyâsetçi. İstanbul Vefa İdadisi’ni bitirdi. 1915’te Darülfünun-ı Osmani’nin
(İstanbul Üniversitesi) açtığı yeterlilik sınavını kazanarak edebiyat öğretmeni
oldu. Hecenin Beş Şairi grubunun üyesi ve öncülerindendir. Orhan Seyfi Orhon
ile birlikte mizah dergisi Akbaba’yı yayınladı. 8. Ve 9. Dönem Ordu
milletvekili idi. Eserlerinden bâzıları:
Akından Akına (1916), Âşıklar Yolu (1919), Cenk Ufukları (1920), Binnaz
(1918), Kürkçü Dükkânı (1931), Nedim
(1932), Faruk Nâfiz: (1937), Ahmet Haşim (1937), Dağların Havası (1925, Sarı
Çizmeli Mehmet Ağa (1956), Gün Doğmadan (1960), Göz Ucuyla Avrupa (1958),
Portreler (1960)
BÜYÜK BİYOGRAF İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL
REŞAD EKREM KOÇU
Üstad
İbnülemin Mahmud Kemal Beyefendi’nin ölümü yalnız edebiyâtımızda değil, cemiyet
hayâtımızda bir devrin kapanışıdır. Tanzimat terbiye ve muâşeretini, inkılâp
dalgaları arasında hâri- kulâde sevimli bir muhâfazakârlıkla devam ettirmiş
olan üstâdın has hüviyeti deryâlaşmış bir biyograf oluşudur.
Türk târihine
ve edebiyâtına ve güzel san’atlarına sağlam bir vukufa dayanarak O’nun kadar
etraflı, tatlı, renkli, hareketli hal tercümesi yazan bir kalem, ancak
asırların yetiştirebileceği bir kalemdir.
Üstâdın ölümü,
millî müzemizde paha biçilmez nâdîde bir vazonun kırılışı gibidir. İbnülemin
yalnız bilgisiyle ve üstad kalemi ile orjinal değildi. Serpuşu, paltosu,
ayakkabıları, bastonu, yürüyüşü, sesi, bakışı, sevgisi, hiddeti, gazâbı, günlük
hayâtının her ânı ile orjinaldi. Ateş püskürürdü, yakmazdı; kahredercesine
bakardı, dokunmazdı. O’nun kıyâfetinde bir başkası sokağa çıksa, çoluk çocuk
peşine takılırdı. O ise her yerde herkesten hürmet görmüştü. Büyük adamdı
vesselâm.
***
Bugün kaybolan
sâdece bir sîmâ ve sestir İbnülemin, Türk milletinin ebedî ölmezleri arasına
göçmüştür.
……………………..
Reşat Ekrem Koçu: (1905-1975) Târihî konularda fıkra, roman,
hikâye ve deneme yazdı. En önemli eseri İstanbul Ansiklopedisi’dir. İstanbul
Üniversitesi Târih Bölümü’nden mezun oldu. Liselerde öğretmenlik yaptı.
Eserlerinden bâzıları: Târihimizde Garip Vak’alar (1952), Osmanlı Pâdişahları
(1960), Forsa Halil (1962), Patrona Halil (1967)
İBNÜL MAHMUD KEMAL İNAL’IN ŞİİRLE ALÂKALI GÖRÜŞLERİ
Memleketin en
liyâkatli şâirlerinden Halil Nihat Boztepe ve Alûsizâde Ahmet Hâşim beylerle
bir gün şiirden, şâirden söz ederken Üstad Mahmud Kemal Bey’e şiir ve şâir
konusuna nasıl yaklaştığını sormuşlardı. Şu cevâbı verdi:
Rûhun münbasit
veya münkabiz olduğu her şeyde şiir vardır. Şâir, o. şiiri, görüp başkalarına
da gösterendir.
Şâir bulmak
imkânsız değilse de, her halde zordur. Diğer bir ifâdeyle manzum söz söyleyen
her ferdi şâir kabul etmek ‘memnû’ değilse de, ‘mücâz’ da değildir.
Yüzyıllardan beri ‘şuarâ tezkireleri’ni, dolduran binlerce isim içinde herkesin
ittifak ettiği ve şâir ünvânını hakkkıyla kazandığı ve tabiî ki şöhretini
sonuna kadar koruduğu kaç isim gösterilebilir? Eğer şâirler yazılıp,
müteşâirler dışarıda bırakılmış olsaydı, bu esere kaç ismin kaydedileceğini
artık siz düşününüz.
Bir de her
şâir nâzımdır, fakat her nâzım şâir değildir, hükmü herkes tarafından bilindiği
halde filan şâirdir, falan nâzımdır demek uygun değildir. Çünkü şiirden ve
şâirden anlayanlar benim vereceğim hükme, yapacağım târife ihtiyaç duymazlar.
Lâyık olan hüküm ne ise onu bizzat kendileri verirler. Şiirden ve şâirden
anlamayanlara gelince, onlar da zâten benim vereceğim hükümden, bu konuda
söyleyeceğim sözlerden de bir şey anlamazlar. Şiirin güzelliği ve etkisi
herkesin zevkine ve anlayışına göre değiştiğinden birinin şiir olarak kabul
ettiği sözleri, diğeri nazım bile kabul etmez. Birinin okudukça ağladığı
manzûmeye bir başkası sâdece güler. Fakat şurası da bir gerçektir ki zevklerin
çeşitli oluşu, aslında kıymetsiz ve değersiz olan bir söze, herhangi bir kıymet
ve değer vermez. Yâhut kıymetli olan bir sözü kıymetten düşüremez. Güzel dâima
güzeldir. Çirkin de her zaman çirkindir.
Şiirin
değerini, sayısının azlığı eksiltmediği gibi, çokluğu da değerini artırmaz.
Eğer maksad eserse, rnısrâ-ı berceste kâfidir.
TUHAF BİR İSTANBULLU
SELİM İLERİ
‘İbnülemin kim?’ diye soranlar çıkacak.
Tanpınar, O’nun için ‘cihan kaynanası’
diyor. Bize bıraktığı yazılı miras, bir benzerini bulamayacağımız ‘servet, hazîne, define’ iken O’nu
tanımıyoruz Yalnızca meraklısı bu işle haşır neşir. Pek çok eseri arasında en
önemlileri târih, biyografi, monografi alanlarında, ciddî bir emek ürünü olan
araştırmalardır.
Yalnızca
araştırmak, evrak devşirmek, belge toplamak ve bu çabasını yazıya geçirmek için
yaratılmış bu adam, Birinci Cihan Harbi’nde evinin işgal edildiğini görür.
Birbirinden değerli yazmaları insafsızca tahrip edilir. Evrâkı didik didik
karıştırılır. Basılı eserler koleksiyonu yakılır. Hunharlığa yol açan gerekçe,
tahmin edilebileceği gibi, akıl ve vicdan dışı. Ama İbnülemin’i dış dünyâdan
büsbütün uzaklaştırdığı muhakkak.
1957
Mayıs’ında vefat edinceye kadar, yükselişle düşüş arasındaki bu gelgit O’nun
hayâtında hep devam edecektir. Cumhûriyet döneminde Türk ve İslâm Eserleri
Müzesi’nin müdürüdür; 1936’da emekliye ayrılır. Her şeyin ‘çiğ’ bir yeniliğe
koşuşturduğu günlerde, geçmiş kültürün bekçisi oluşu ‘muhâfazakârlığının’
delili sayılır. Kendilerini yenilikçi sananlar, gözlerinin önündeki değerden
habersiz kalır. İbnülemin’in kültürel muhâfazakârlığı anlaşılmaz; kendisi de
yeni dünyâdan iltîfat görmeye gönül indirmez.
Yazarımız son
asır elbette on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın başlangıcı şâirlerini,
sadnâzamlarını, hattatlarını ayrı ayrı eserlerde günümüze tanıtmak istemiştir.
Son Asır Türk Şâirleri, inanılmaz kalabalıkta bir kadrodur. Ayrıntı bolluğunun
çılgınlık kertesinde derlendiği bu eserler, eski edebiyat, biyografi
anlayışının olağanüstü güzellikteki örnekleridir.
Bu eserlerde
satır aralarında, herkes birbiri hakkında konuşur, birbirini âdeta yargılar.
Yargılar dâima çelişir, bir sonraki bir öncekini tutmaz. İbnülemin’in hâfızası,
tıkır tıkır işleyen saat gibi çalışır; inanılmaz sayıda bir evrak ifşaatı boy
gösterir ve hâl tercümeleri işin içinden kolay kolay çıkılamaz sırlara
dönüşür.. Bütün bunlar başlı başına bir dünya, bugün artık temelli dışımızda
kalmış birer âlemdir.
‘Hoş Sadâ’ adlı kitabında mûsikîmizin
san’atkârlarını yaşantıları ve fıkralarıyla dile getiren İbnülemin’in, bir de,
bütünüyle yayımlanmamış günlüğü vardır. Bir eski zaman adamının değişen
şartlar, farklılaşan sosyal çevre karşısındaki derin şaşkınlığını, öfke ve
nefretini bu günlükten yakalayabiliriz. İleri yaşına rağmen yazarın hâfızâsı
pırıl pırıldır; yaşadığı her şeyi, ölüme yaklaşırken bile, günlüğüne geçirmeye
devam eder:
‘21 Mayıs Salı / Hava sabahleyin açıktı,
sonra kapandı. 6’dan sonra Tahsin geldi, iğne yaptı. Çay içtim, yağlı simit
yedim. Kâzım İsmâil, Ali Eşref, operatör kudemâdan Ali Rızâ ve birçok asistan
geldi. Her türlü mukaddemat hazır, yarın da kan alınacağından Perşembe ameliye
muhtemeldir. Ali Eşrefin kulağına, ‘Beni çoluk çocuğun eline bırakmayınız!’
dedim. O ve Kâzım: ‘Öyle şey mi olur?’ dediler. Mistâ geldi. Ahmed’in dün
gönderip pişirilmek üzere iâde ettiğim kılıç balığı kebabı, yeşil salata ve biriken
hediye portakallardan getirdi. (…) gelip yemeklere gözlerini dikerek: ‘Ne
güzel yemekleriniz var’ dedi, boğazımda kaldı. ‘Gel, vereyim’ dedim. Defoldu.’
Hatırlıyorum,
çocukluğumda her büyük bahçede manolya ağaçları, İbnülemin Mahmud Kemal’den
habersizken, onun alaturka çiçekleri. Bu bahçeler de birer ikişer yok edildi.
Manolya ağaçlarının tek tük ayakta kalanları, şimdi, toz toprak yollarda, dev
apartmanların daracık aralarına sıkıştılar.
…………………….
Selim İleri: 1949 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Hikâye ve roman yazarı, senarist
ve dergi yönetmenidir. Yayınlanan eserlerden bâzıları: Pastırma Yazı (1971),
Destan Gönüller (1973), Kamelyasız Kadınlar (1983), Kötülük (1992)
İBNÜLEMİN *Sâbit olan hakları, tekrar isbat etmek isteyenler, *Her güzel şey şiirdir. Her güzel şeyi hisseden ve ettiren *Hakka *Vatanını sevenler, ilme ve ehl-i ilme hürmetkâr olmalıdırlar. *Ehl-i hünerin kadrini bilmek de hünerdir. *Hilkat, *Cebr-i tabiat ile yapılan her şey beğenilmekten mahrumdur *Kendilerinde bir meziyet görenler, her türlü meziyetten mahrum *Kıymeti olanlar, başkalarına da kıymet verirler. *Kıymet *Malûmdur |