İbnülemin Mahmud Kemal İnal ve Eserleri – 21

74

Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine

Ne kendi kimseye benzer ne kimse
kend
isine

 

 

Hakkında Yazılanlar- 3

Mûsikî Akşamları – 1

Prof. Dr. ALÂEDDİN YAVAŞÇA

Pîrimiz,
üstadımız İbnülemin Mahmud Kemal’in aziz hâtırasını saygıyla selâmlıyorum. Altı
yüz yıl boyunca edebiyatta, mûsikîde, mîmârîde, dilde, dinde, âile yapısında;
minyatür, ebrû, tezhip gibi ince sanatlarda, çinicilikte, devlet teşkilatında
velhâsıl kültürün her dalında büyük bir zenginlik taşıyan Osmanlı Cihan
Devleti’nin kültür hazînesinin son temsilcilerinin başında İbnülemin Mahmud
Kemal’i görmekteyiz. Ali Emîrî Efendi, Necmeddin Molla, Haydar Molla gibi
değerler de yirminci yüzyıla ulaşmışlarsa da İbnülemin kadar toplumun her
katında anlaşılamamışlardı. O kültürde Fuzûlîler, Bâkîler, Nedimler, Nef’îler,
Nâbîler, Nâilîler, Şeyh Galipler şâir olarak yetişmişler; bu şâirler Hâfız
Post, Itrî, Ebû Bekir Ağa, Tab’î Mustafa Efendi, Hacı Sâdullah Ağa, Şâkir Ağa,
Küçük Mehmed Ağa, Dede Efendi, Üçüncü Selim, Tanbûrî İzak, Vardakosta Ahmed Ağa
ve benzeri büyük bestekârları şiirleriyle donatmışlardır. Ayrıca yazdıkları
gazeller, hep bu büyük bestekârlar tarafından bestelenmiştir.

Bu saydığım
kişiler, klasik Türk mûsikîmizin muharriki olmuşlardır. Bugün ise tüfek icad
oldu, mertlik bozuldu! Serbest şiir çıktı, şâir bozuldu. Arı Türkçe bu ahvale
tüy diker oldu. Yakınmayı bırakıp konumuza dönelim:

Lise ve
Üniversite talebelerinden, Üniversite hocalarına ve devletin önemli
şahsiyetlerine varıncaya kadar her kesimden insanlarla ilişki kurabilen ve
onları cezbedip şahsiyetine bağlayabilecek vasfı, İbnülemin, şahsında
taşıyordu. Âlimdi, fâzıldı, şâirdi. Devletin önemli görevlerinde bulunmuş,
Osmanlı kültürünün her dalının dile getirildiği meclislerde yer almış, yaşadığı
her günü değerlendirerek farklı bir estetik yapıya erişmiştir. İşte bu
İbnülemin Mahmud İnal; hocaların, gençlerin ve meclisine devam edebilme şansına
sâhip olabilenlerin mürşidi olmuştur.

Bakınız
zamanın şâiri Hammâmîzâde İhsan Bey, Üstad’ın saydığımız yönlerini bir kıt’a
ile nasıl dile getiriyor:

Âb-ı rûy-i fuzalâ Hazreti Mahmud Kemal

Sâhib-i hikmete atmış yine bir dürr-i semin

Ne Kemalin gibi Mahmud u mükemmel bulunur

Ne de İhsan gibi bir şâir-i Hassan âyin

Türkçeleştirelim:

Erdemlilerin
yüzünün suyu Mahmud Kemal Hazretleri hikmet ve ilim sâhiplerine yine kıymetli
bir inci atmış. Ne olgunluğu gibi övülmeye değer mükemmellik bulunur. (Ama
biraz da kendine yontuyor.) Ne de İhsan gibi güzellikleri dile getiren bir
şâir.

Kendine has
özelliklerini Süleyman Nazif-Yahya Kemal Beyatlı ikilisi bir beyti kucaklayan
mısrâlarıyla ne güzel ifâde etmişler:

Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine

Hezâr gıbda o devr-i kadîm efendisine

Biliyorsunuz ‘hezar’ bin, ‘gıbda’ da imrenmek
demektir.

İçinde hem
tevâzu (alçak gönüllülük) hem de gurur taşıyan bu beyit, Efendi Hazretleri’nin
ruh hâletini sergilemektedir.

………….

İbnülemin
Mahmud Kemal, mahfûzâtını (ezberindeki bilgileri) hiçbir zaman saklamamıştır.
Özel sohbetlerinde sırası geldikçe târihe, edebiyâta ve mûsikîye âit
hâtıralarını, bilgilerini ihvâna anlatmaktan zevk duyar, hatta yaşanan zamanın
aksaklıklarını kendine has nükteleriyle hicvederdi. Meclisi âdab, erkân, ahlâk,
târih ve Osmanlı-Türk kültürünün üniversitesi mâhiyetindeydi. Orada öğrenilen
ilimleri, hiçbir üniversite eğitiminde bulmak mümkün değildi. Efendi’nin bu
paha biçilmez sohbetlerine zamanın ordinaryüs profesörleri, edipleri,
kalburüstü kişileri devam ederler ve bilmedikleri birçok konuyu ilk ağızdan
öğrenme imkânını bulurlardı.

İbnülemin,
devlet adamlarından da saygı görmüştür. Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel,
O’nu sık sık ziyâret edenlerdendir. Celâl Bayar cumhurbaşkanıyken, Efendi
Hazretleri’ni, Florya Köşkü’nde bir öğle yemeğinde ağırladı. Bu dâvet bir
maksat taşımaktaydı. Yemeğin akabinde Bayar, ‘Üstadımız, Son Sadnâzamlar adlı eserinizi tetkik ettim. Bilmediğim
birçok hususta aydınlandım. Târihe büyük bir hizmet olmuş. Sizden ricam Türkiye
Cumhuriyeti’nin başbakanları için de bir eser kaleme almayı düşünmez misiniz
?
Deyince Efendi, her zamanki muzip ve mânîdar tebessümüyle ‘Efendim, bendeniz Son Sadrıâzamlar’ı yazarken hepsini, ebâ enced
âilelerini, babalarını, dedelerini yâni âile şecerelerini de eserimde
belirttim. Başbakanları yazmaya kalkışırsam bu hususta zorlanırım. Beni bu
yaştan sonra istikametimden ayırmayınız ve ma’zûr görünüz
.’ Bu cevap
karşısında Celâl Bayar kahkahalarla gülmüş, sofradakiler de bu gülüşe iştirak
etmişler. İbnülemin de böylece bu emr-i vâkiden yakayı kurtarmıştır. Bu hâtıra,
aynı zamanda Bayar’ın tecrübeli bir devlet adamı olduğunu, yeri gelince
reddedilmeye tolerans gösterdiğini ortaya koyuyor.

Efendi’nin
kadirşinaslığını ve merâsime verdiği önemi bizzat yaşadım. Sene 1957. Efendi
zâtürre geçirmişti. Henüz nekâhat devrinde 1957’nin başında ilk muâyenehânemi
Taksim’de açtım. Rahatsızlığı dolayısıyla kendisini ziyârete gelen Taha
Toros’a, ‘Bizim Alâeddin bir muâyenehâne
açmış. Bu çocuğun bize hem riâyeti hem de hizmeti vardır. Onu tebrik etmemiz,
bizim görgümüzün iktizâsıdır. Hemen bir taksi tut, beni ona götür
.’ der.
Taha Bey, sağlığını dikkate alarak bu ziyâreti önlemeye çalışırsa da Üstad
ısrar eder ve baskıdan yeni çıkmış olan Son Hattatlar kitabını da yanına alarak
muâyenehânemi teşrif eder. Benim için büyük bir sürpriz olan bu ziyâret
karşısında sağlığı yönünden üzüldüm; fakat o büyük insanın hasta hasta beni
onurlandırması, ruhumda târifi mümkün olmayan akisler yarattı. Hele titreyen
eliyle Son Hattatlar eserini, şahsıma hediye ettiğine dâir güçlükle attığı
imza, kitaptan çok gönlümün derinliklerinde yerini buldu.

Eseri
verirken, ‘Alâüddin, bu kitabı,
kütüphânenin görünen bir yerine iliştir. Sana saâdet, hayır, sağlık ve
mesleğinde muvaffakiyet getirsin. Sen de yazmakta olduğum Hoş Sadâ için
istediğim bazı bilgileri tez günde bana getir
.’ dedi. Bu ziyâretin akabinde
prostat şikâyetiyle Ordinaryüs Profesör Doktor Kâzım İsmâil Gürkan tarafından
ameliyat edilmek üzere Cerrahpaşa’ya yatırıldığını öğrendim. Hoş Sadâ için istediği
dokümanları da hastahaneye götürdüm. Bu ziyâret kendisini son görüşüm oldu.

O’nun nasıl hâlis
bir Müslüman olduğunu gösteren bir hâtırasına da değinmek isterim. Son
Hattatlar kitabının matbaaya verilen ilk fasikülü çıkınca kitaba âit telif
hakkı olan parayı kendisine vermek isterler. Efendi Hazretleri, kitabın
baskısının tamamı bitmeden parayı alamam, vebal altına giremem diyerek reddeder
Ancak kitap basılıp satışa sunulduktan sonra telif parasını alır. Emeğinin
karşılığını, kitabı gördükten sonra kabullenir. Haramı ve helâlin dersini de bu
şekilde vermiş olur.

Bana hediye
getirdiği kitap yanımda bulunuyor. Fakat cildini güzel yapmadıkları için çok
üzüldüm. Bu, benim için çok büyük bir hâtıra. Bir de babama gönderdiği
mektuplar var. Bunların hepsi kendi elyazısı iledir. Bunları ömrümün sonuna
kadar saklayacağım.

Küçük bir
hatıramı daha sizlere anlatmak isterim:

Hayatının son
on yılında Üstad prostattan mustaripti. O sırada, Ordinaryüs Profesör Tevfik
Remzi Kazancıgil’in yanında kadın doğum asistanıydım. Kazancıgil, İbnülemin’e
bağlı olan hocalardandı. Eski asistanlarından Doktor Fürûzan Selcen hem Selcen
soyundan gelen İbnülemin’in akrabası hem de prostat rahatsızlığı için tedavide
enjekte olarak kullanılan ilâcın tatbikinde Hoca’nın görevlendirdiği bir
ağabeyimizdi. Zaman geldi, Fürûzan ihtisasını tamamladı, imtihanını verdi ve
mütehassıs olarak Ankara’ya gidip yerleşti, İbnülemin o günlerde bir pazartesi
gecesi, toplantının sonunda Hoca’ya verilmek üzere, bir tezkereyi elime
tutuşturdu. Tezkerede, ‘Fürûzân-ı bî
iz’an, mütehassıs olup gittiğine göre bizim tedâvide iğneleri kim yapacak? Bu
hususta yeni bir yapıcının tâyinini hassaten rica ederim
.’  diye yazılıydı. Klinikte tezkereyi Hoca’ya
verdim. Hoca okuduktan sonra yüzüme baktı, ‘Şu
andan itibâren İbnülemin’in iğnelerini sen yapacaksın
.’ dedi. Böylece
İbnülemin’e -pazartesi gecelerinin dışında- bana bir hizmet kapısı daha açıldı.
Uzun süre Efendi Hazretleri’nin canını yaktım. Helâli hoş olsun. Fakat o iğneye
ilk gittiğim zaman, hiç girmediğimiz bir odası vardı, solda birinci kapı; orası
çalışma odasıydı. Rahlesi vardı. (orada oturur, yazar çizerdi. Ben işte o zaman
ilk defa oraya girdim.

Bak’ dedi. ‘Sen şu kadar zamandır bana devam ediyorsun. Ama anacığım bizi öyle
yetiştirmiştir ki biz mahrem yerlerimizi öyle kolay kolay kimseye gösteremeyiz.
Bir iğnelik yer açarım, ona göre
.’ dedi. İbnülemin zâten bir deri bir kemik.
Peki Efendi Hazretleri, ona gayret
ederim
.’ dedim. ‘Uzun da sürmesin ha!’
diye hatırlatmada bulundu. Nihayet bir yer açtı; ama iyice görünmüyordu. ‘Fark edilmiyor efendim.’ dedim. ‘Sen de amma meraklıymışsın.’ diye
karşılık verdi. Açtığı küçük yeri zor buldum. İğne kemiğe saplanacak. Tuttum
bir iğnelik yerin derisini şöyle bir yukarıya kaldırdım. İyice temizledikten
sonra iğneyi batırdım. ‘Eh, elin de
hafifmiş. Artık iğnelere muntazam gel
.’ dedi.

Emri üzerine
iğnelerini yapmaya gittik. Fakat bu işler öyle kolay olmuyordu. Her gidişim
merâsime tâbiydi. ‘Olmaz, dikkat et, şunu
yap, bunu yapma
’ gibi sözlerle o zamanlar epey kahrını çektik. Allah rahmet
etsin, kolay insan değildi.

Şimdi size
meşhur ‘pazartesi geceleri‘nin
özelliklerini anlatacağım:

İbnülemin’in
evinde mûsikî iddialı değildi. Amatör bir icrâ ile haftada bir ruhları
yıkamaktan ibâretti. Topluluğun gediklileri vardı. Kapalıçarşı’dan müeddep ve
muntazam Tanbûrî Ali Efendi, dâima çini sobanın önündeki sandalyeye otururdu.
Soba deyince bir hatırayı dile getirmek istiyorum. Bizim Hakkı Süha Bey’in
evinde Salı ve Cuma günleri olmak üzere haftada iki gece fasıl meşkimiz vardı.
Fasıl hocamız Doktor Selâhaddin Tanur’du. Akort bolâhenkti. Selâhaddin Tanur
hiç transpoze çalmaz, yerinden çalar. Bütün sıkıntı okuyanların başındadır.
Hele dik perdeleri bulunan eserler bolsa fasılda hepimizin canı çıkardı. Biz
ona topuk sesi derdik. Topuğumuza basar, bağırırdık. O zamanlar gençtik. Rica
ettik Selâhaddin Hoca’dan, ne olur bir sesli… ‘Hayır efendim, tanbur söylemez.’ derdi. Çok da egoisttiler. Bu,
haftada iki gece yapılan fasıllar, ay boyunca meşk edilirdi ve fasıl ezbere
geçerdi. Ertesi ayın ilk cumartesi öğleden sonra Dr. Çörçöp Sâmi Bey’in (Sâmi
Mortan) evinde toplanılır ve devrin en üst tabakasını teşkil eden kişiler;
edipler, şâirler, mûsikîşinaslar hep oraya gelirler, faslı dinlerler. Bu, bir
nev’i imtihan olurdu. Fasıl bittikten sonra da bu zevat içerisinde faslın
tenkidi yapılırdı. Hele bunların içinde bir Muhiddiıı Erev vardı ki en
insafsızı da oydu. Kulağı duymaz. Tabiî o zaman böyle cihazlar falan da yok.
Keçiboynuzu gibi bir âlet vardı. Onu kulağına geçirir, onunla eğilir, meselâ
tanbur taksimi ise tamburun üzerine eğilir, onunla takip eder ve ‘Vallâhi bugünkü taksimde sen şu makamdan şu
makama geçerken damdan düşer gibi oldu. Hiç de beğenmedim ben bunu
’ derdi.
Meselâ, öyle tenkid ederlerdi

İşte böyle bir
faslın icrâsı esnasında Sâmi Bey’in evine gittim Kapıyı çaldım. Baktım, kimse
yok. Aylardan Haziran. Yanında embesil bir kadın vardı, kapıyı o açtı. Aileden
gelme bu kadını hizmet maksadıyla tutuyordu. Kadın, ‘Doktor bey çokhasta, yukarı katta yatıyor.’ dedi. Ben tabiî gireyim
mi girmeyeyim mi diye tereddin ettim. Yukarıdan bir ses, ‘Yavaşça ise gelsin!’ dedi. Çıktım, baktım çok rahatsız. Arkasında
destekle oturuyor. Zor teneffüs ediyor. Yüz ve dudaklarda morarma var. Tam o
sırada kapı çalındı. İbnülemin geldi. O da tabîî durumu öğrendi ve dönmek
isledi Ben hemen indim, ‘Efendi
Hazretleri, bulaşıcı hiçbir hastalık yok
’ dedim. ‘Bulaşmaz değil mi?’ diye sordu. ‘Zâtürre galiba’ cevabını verdim. ‘Sizi görmek, helâlleşmek istiyor.’ dedim. ‘Pekâlâ’ deyince koluna girip yukarı çıkardım. Odaya girip kapının
yanında oturduk. Helâlleşildi. O günkü ziyâretimizi yapmış olduk. O gün bizim
fasıllar orada bitmiş oldu.

Ayrılırken
Efendi’yi ben götüreceğim. Tramvaya bindik. ‘Yâhu Alâüddin, bu soğuk algınlığından mı olur?’ sorusunu
yöneltince, ‘Vallahî öyle söyleyenler de
var
.’ dedim. O zaman, ‘Demek ki
Haziran sıcağının içinde bir soğuk damarı var
.’ dedi. ‘Evet efendim.’ dedim. Ben O’nu evine bıraktıktan sonra Pazartesi
yine gittik. Bir de baktık ki Haziran sıcağında soba yanıyor. ‘Kuzum, evlâdım, sobaya bir odun daha atıver.’
dedi. Canımız çıktı, hepimiz sıcaktan kan ter içinde kaldık. O’nun soğuktan çok
korktuğunu, sağlığına hayli önem verdiğini orada bir kere daha müşâhede ettik.

***

İbnülemin’in
acayip bir kıyâfeti vardı. Başındaki fötr şapkaya, şapka demeye kimsenin dili
varmazdı. Kenarı bir parmak kalınlığındaydı. Onu kafasına geçirir, harmaniye
giyer, bir şey daha sarardı. Hele kışın hacı kurt gibi sadece iki gözü
görünürdü. Tabiî ki bu hâliyle herkesin dikkatini çekiyordu. ‘Tüh tüh tüh… Görüyor musun, bütün kadınlar
bana bakıyor. Herkesin gözü üstümde, nazarları değecek
.’ derdi. O
tramvaydan ininceye kadar canım çıktı. Neyse, inip kendisini götürdük. Efendim
işte böyle, kendisi soğuktan korkardı, nazardan çekinirdi. Ama o bütün bunlara
rağmen öyle bir behre sâhibiydi ki hepimizi kendisine bağlamayı bilmişti.

Şimdi bakınız,
bir hatıraya girdiğimizde neler çıktı. Bütün bunlar, kapıdan girildiğinde solda
bulunan çini sobadan çıktı.

Biz yine oraya
gelenlerin isimlerini saymaya devam edelim:

Soba ile
pencerenin arasında mühendislikten mütekâit (emekli) ûdî Ethem Bey, O’nun hemen
yanında pencere önünde albaylıktan emekli Kemanî Alâüddin Bey, yanında Necâti
Başara, başköşede kitâbiyatçı Pertevpaşazâde Nûrullah Bey, ortaya doğru kavisli
olarak konmuş sandalyede albay mütekaidi hânende Hulûsi Bey, ben ve Ârif Sâmi
Toker fasıl kadrosunu tamamlardık. Bu kadroya bâzen fevkalâdeden Süleyman
Erguner, Halûk Recâî, Cevdet Çağla, Hüsnü Coşar, bâzen de Beşiktaş grubu
Tanbûrî Dr. Selâhattin Tanur, Neyzen Hakkı Sühâ Gezgin katılırlardı. Pazartesi
geceleri muntazaman Bakırcılar’da Mühürdar Emin Paşa’nın konağında yapılan
toplantıların belirli bir programı vardı. Konağa küçük bir bahçe kapısından
girilir ve hemen camekânlı ikinci bir kapıyla tahta merdivene vâsıl olunur. Her
basamağından mâziye âit sesler gelen merdivenden çıkıldıktan sonra, ikinci
kattaki kapıdan salona girilir. Salonda soldan birinci kapı Üstad’ın çalışma ve
oturma odası, ikinci kapı büyükçe bir misafir odası, sağ tarafta yatak odası,
mutfak ve banyoya açılan kapılar var. Salonun ortasında uzun bir masa portmanto
vazifesi görüyor. Gelenler paltolarını ve pardesülerini; şapkalarını,
çantalarını, sâzendeler saz kutularını bu masanın üzerine gelişi güzel
serpiştirirler. Kalabalık olduğu geceler, masanın ne hâle geldiğini varın siz
tahayyül edin. (Devam
edecek)

Önceki İçerik24 Nisan Bahanesi İle TBMM’ye Sunulan İhanet Kanunu Teklifi!
Sonraki İçerikTatlı Dil ve Güler Yüzün Önemi
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.