İbnülemin Mahmud Kemal İnal ve Eserleri – 20

97

 

Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine

 Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine

 

Hakkında Yazılanlar-2

İbnülemin Mahmud Kemal’e Dâir-2

Prof. Dr. AHMET HAMDİ TANPINAR                                                                                           
(Devamı)

Bununla
beraber, acaip şekilde bir görme kudreti olan adamdı. Her şeyi demiyeceğim,
fakat aksayanı, bütün vuzuhu ve teferruatıyla görmekten ve göstermekten zevk
alırdı. Bu kendi üstüne hiç çevrilmeyen, dâimâ dışarda, dâima başkalarının
üstüne dikilmiş gözün, belki tek kusuru yalnız teferruatta kalması ve asıl
terbiyesini yerli halk eğlencelerinde ve biraz da eski müverrihlerimizde
yapmasıydı. Medresetül-hattâtîn’in ‘Son
Hattatlar
’ın mukaddimesinde anlattığı açılış merâsiminden başlayarak Son
Asır Türk Şâirleri’nde birçok tanıdıkları için yazdığı şeyler, Ali Emirî’nin
ölüm döşeğinde yattığı oda, Sait Paşa’nın o kadar dolambaçlı yollardan
hikâyesine geldiği son çocuğu, Paşa’nın ‘hastayım!’
diye yataktan çıkmayışları, edebiyatımızdaki benzerlerini geçen şeylerdir.
Bunlar tek başlarına alınırsa sâhibini çok daha başka ışıkta gösterebilirler.
Hâlbuki bunun yanında, bir türlü kendisini anlatamıyan bir geçmiş zaman şâiri
vardı. Bu İstanbul efendisi, hayatımızın kırk elli sene içinde nasıl altüst
olduğunu, çerçevelerini nasıl kay-bettiğini ve çöktüğünü görmüştü. Gençliğinde
zengin, mâmur, ağzına kadar dolu gördüğü konakların hepsi yanmış, yıkılmış,
insanları dağılmış, arsaları kaybolmuştu. Bunlar hepimizin bildiği ve az çok
duyduğu şeylerdi. Fakat İbnülemin Mahmud Kemal Bey, onları yalnız hatırlamakla
kalmıyor, garip ve dokunaklı bir şekilde kendisini onların ayakta kalmış tek
parçası, hakîki vârisi zannediyordu. İşte tezkireciyi, Fatin Efendi’nin, Esat
Efendi’nin, Âli’nin ve Müstakimzâde’nin halefini, yazı yazmayı Flaubert’in
Bouvard et Pecuchet’sini hatırlatacak derecede ömrünün tek işi yapan adamı bu
terkipten kalanları behemehal kurtarmağa götüren yahut daha iyisi bu işte o
kadar kırbaçlayan şey. Bir eser, bir isim, bir müşâhede, yıkılanın bir zerresi,
ne olursa olsun o dâimâ bir şeyler kurtarmağa mecburdu. Son Hattatlar’da bazan
yalnızca bir ismi anmak ona yetiyordu. Son Asır Türk Şâirleri’nin anketi abese
kadar gider. Ömründe tek manzume, hattâ tek mısra yazmış insanların hepsi, bu
acaip ‘sormagir’ mahallesindedir. Çünkü muharrir için kurtardığı şeylerin
kıymetli olması behemehâl şart değildi. Kurtarılmış olmaları mühimdi. Bu O’nun
ekonomisi, en aziz şeylerini alan zaman uçurumuna açtığı mücâdele, hattâ
zaferiydi. Bu arada bazıları kendisini asıl zamanına götürse ne mutlu! O zaman
İbnülemin Mahmud Kemal Bey de mevzuunun verdiği imkânla değişir, üslûbu
tatlılaşırdı. O zaman bugünün hayatiyle birkaç dosttan başka bağı olmayan adam
asıl hayatını yaşadığı zamana kavuşuyor, kaybolmuş saadetler, başta baba evi,
annesi, kardeşleri ve dost muhitleri, Kâmil Paşa konağı hepsi birden eski
revnakı ile yaşamağa başlıyordu. Fakat onların yanı başlarında uğradığı
ihmaller, bir türlü yemediği itiyadları için mâruz kaldığı tenkidler,
istihfaflar, eskiliğinin, muasır olamayışının verdiği küçüklük duyguları, şahsî
meziyetlerinin mensup olduğu âlemle beraber inkâr edilmesinden duyduğu
acılıklar, hattâ şu veya bu sebeplerle evsiz, çoluksuz çocuksuz kalışı vardı.
Bu sefer büyük hınçların devri başlıyordu: ‘Onlar
muvaffak olamadılar, ben muvaffak oldum. Son sözü ben söylüyorum. İşte ben
onların hakkında hüküm vereceğim
.’ Ve bu son sözü söylemek fırsatını bu
dindar adam, kaderin kendisine bahşettiği büyük bir imtiyaz addediyordu. Ve
mâdemki son sözü o söylüyordu, imkânlar müsaade ettiği müddetçe söyliyecekti.
İşte İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in arkasında çalışan karışık cihaz…

Bu hayatta ve
eserde dâimâ mühim bir yeri vardı. Onun gibi kat kat olan bir insanı, bir daha
görebilir miyiz bilmem? Eserlerinin doğrudan doğruya devâmı olduğu tezkirecilerden,
şahsî şahâdete fazla ehemmiyet veren ve târihi canlı bir misâl üzerinde, bir
politika ve ahlâk dersi addeden eski vak’a nüvislere, üslûbunun bir tarafını,
hiç olmazsa hicvinin ve nüktesinin bâzı çizgilerini, konuşmasının
perdesizliğini aldığı muhakkak olan yerli temaşa oyunlarına, belki de Hüseyin
Rahmi romanına, tanıdığı vezirlerden sevdiği, ezberinde olan mısralarını her
vesile ile değiştirerek tekrarladığı şâirlere kadar, gençliğinde her
rastgeldiğinin onda hâfızası vardı.

Yusuf Kâmil,
Mehmet Sait, Sait Halim Paşalar bu örneklerin şahsî hayat plânında en önde
gelenleri idi. Hâtıralarının ocağında babası için birincisinin diğer nüshası
olan bir çevre doğmuştu. Kendisi ise benzetişi çok ilerilere, mukaddese kadar
götürdüğü bu iki insanın bir muhassılası (meydana getiren, hâsıl eden) olmak
istedi. Belki de arada ilk devirlerinde tanıdığı ve tesiri altında kaldığı bir
şeyh (Nakşibendiliğin Hâlidiye kolundandı ve etrafında bulunanların bir kısmı
gavsiliğine (önde gelenlerden olduğuna) inanırlardı. Bu tesirlerin, ilk
kademede mâruzu olan, o kadar çok sevdiği ve her eserinde o kadar hüzünle
bahsettiği kardeşi Tevfik Bey vardı.  

Yazısında,
konuşmasında, her pazartesi gecesi evinde yaptığı ve behemehal gelmemizi
istediği mûsikî toplantılarında O’nu hep yekûnu olduğu bu kalabalıkla berâber
görürdük. Yusuf Kâmil Paşa’nın, Sait Halim Paşa’nın konaklarında, servet ve
debdebece onlardan kıyas edilemiyecek derecede geride olan -fakat mânen onlara
çok üstün addettiği- babasının evinde olduğu gibi mûsikîmizin büyük şöhretlerini
bu gecelere getirmesi kendisi için imkânsızdı. Fakat çocukluğunu büyülemiş olan
bu âlemlerin teşrifat ve âdabını elindeki imkânlarla tekrardan kimse kendisini
men edemezdi. Bu gecelerde kırmızı kadife kanapenin her zaman oturduğu
köşesinde, bütün ömrünce üstüne eğildiği gazete koleksiyonlarının rengini
bağlamış çehresi, zayıf vücudu o eski vezir edâsı nerden ve nasıl buluyordu,
bunu izah edemem. Fakat etrafında, devletin her şey olduğu ve tek bir mansapta
(makamda) devirlerin hürmet ve riâyetini kurmağa çalıştığı muhakkaktı. Yazık ki
öbür İbnülemin Mahmud Kemal, her lâhza canı sıkılan, etrafını azarlarken, şaka
ve lâtife ederken asıl hayatını yaşadığını zanneden adam, bütün bu örneklerin
tabakasını birdenbire yırtar, dışardan görülen bir dikkatle her şeyi altüst
ederdi. Öyle ki tesadüfen en güzel çalınan veya söylenen en mühim eserin
ortasında bile ev sâhibinin âdetâ sinsince müdâhalesi ile kışkırttığı
kahkahalar, onlara cevap veren ve onları azdıran hiddetler başlardı. Asıl
garibi, kendi oyununa ara sıra, kendisinin de mağlup olması sonunda
karşısındakine darılması idi. Bu şakadan başlayan dargınlıklar içinde bazıları
-rahmetli Hamamîzade İhsan Beyle olduğu gibi- bütün ömrü boyunca devam etmişti.

İbnülemin
Mahmud Kemal Bey aramızda, hayatın konserine karışan bir aksiseda gibiydi. Bu
aksisedayı yakalamak, hattâ tâbir caizse tahrik etmek lâzımdı. Bu itibarla
İttihat ve Terakki devrinden başlayarak, sırasiyle Türk Târih Encümeni’nin,
daha sonra Maarif Vekilliği zamanında dostum Hasan Âli Yücel’in bu eserin
tamamlanması ve meydana çıkması için sarf ettikleri gayreti burada hatırlamamak
büyük bir haksızlık olur. Hele kendisinin bütün iddialarına rağmen bu eserlerin
çoğunun başlangıçta sâdece not hâlinde bulunduğu ve ancak matbaanın eşiğinde
tamamlandığı düşünülürse bu himmetin ehemmiyeti kolayca anlaşılır. Filhakika,
meraklı ve koleksiyoncu ile yazar dâima ayrı şeylerdir. Birincisi ne olsa
amatördür. Amatörde birçok şeyi tesadüfün kendisi idâre eder. Bu itibarla
İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in bugün elimizde bulunan eseri başından itibâren
resmî alâkanın mahsulüdür, diyebilirim. Zâten ısmarlandığı zaman yazan
muharrirlerdendi. Konuları itibâriyle en mazbut eserleri olan divan
mukaddimeleri, tezkire mukaddimeleri, Evkaf ve Maarif nezâretleri salnâmeleri
hep böyle vücuda gelmişti. İşte ‘Hoş Sadâ’yı, Hasan Âli Yücel’in vekilliğinden
sonra devam ettirmesini bildiği bu alâkaya borçluyuz. Şurasını da söyliyelim ki
ben, yirmi sene İbnülemin Mahmud Kemal Bey’i hepsinden evvel bu kitabı
bitirmeye teşvik etmiştim. Aramızda bu iş için dâimâ alevlenmeye hazır bir
çeşit mücâdele vardı. Fakat o, Son Sadrıâzamlar’ı daha ehemmiyetli buluyordu.
Bu gecikme yüzünden ‘Hoş Sadâ’ biraz da yarım çıkıyor. Buna rağmen, bir
medeniyet değişmesi arasından bile hissî hayatımızı hâlâ idâre etmekte devam
eden, öbür sanatlarımıza o kadar tesir eden son devirler mûsikîmizin târihi ile
birazcık yakın olsun uğraşanlar, Itrî, Hafız Post, Seyyid Nuh, Ebubekir Ağa
veya Tab’î Mustafa Efendi gibi en büyük mûsikîşinaslarımızın bile hayatı
hakkında ne kadar az bilgimiz olduğunu, hattâ bazan Zaharya’da olduğu gibi,
yaşadıkları devirde bile tereddüt edildiğini çok iyi bilirler. ‘Hoş Sadâ’nın
muharrire mahsus o lâtif karışıklığı içinde olsa bile bize bilmediğimiz birçok
şey öğreteceği, hiç olmazsa bu mâzi sanatını alâkadar eden bir yığın ihtimale
ve şüpheye yol açacağı muhakkaktır.

Şimdi bu son
kitabı ele almanın sabırsızlığı içinde muharririni daha başka türlü
hatırlıyorum. Duvarlarını süsleyen çok güzel yazılariyle (bazı mühim eksikliklere
rağmen, bütün bir koleksiyon; Son Hattatlar’da İbnülemin Mahmud Kemal
kolleksiyonu) bir köşeye yığılmış çoğu kırık eski fayans parçalariyle (bu evde
hiçbir şey atılmazdı, fakat birkaç iyi Beykoz’u ve Yıldız’ı vardı), hiç olmazsa
ilk Meşrutiyet yıllarına çıkan havı dökülmüş, Empire mobilyasiyle gözümün
önünde olan, salonda, bahçe üstündeki sâde döşemeli küçük yazı odasında her
ramazan akşamı o kadar acaip şekilde azarlanarak, gülerek, fakat hakikî bir
ikramla ve kendi pişirdiği yemeklerle iftar ettiğimiz bu odaların açıldığı
sofada, kaybettiği âlemden bir gölge gibi dolaşan, çalışkan, acaip, nasıl
seveceğini bilmeden seven titiz, bir çeşit cihan kaynanası huylu, fakat vefâlı
ihtiyar adamı, çok eski bir zaman takvimi gibi günü geçmiş şeyleri sayan ve sizin
zamanınıza ekleyen adamı, kendi tarzında dikkatli araştırıcıyı, bir yığın
ihtibasın (tutuklağun) ve enfüsîliğin Subjektifliğin) içinden bize gördüklerini
ve bildiklerini veren hâtırâcıyı, bende kalmış yüzlerce hayalinden hatırlıyorum
ve içim garip şekilde burkuluyor.

Etrafiyle ve
kendisiyle bir yığın anlaşmazlık içinde yaşayan, fakat bütün bu
anlaşmazlıkların ortasında kurduğu iç ahengiyle, yaşadığı devrin devamlı
inkâriyle, dağınık olsa bile büyük bir eseri vücuda getiren, o kadar unutulmaya
mahkûmu, unutulmuş şeyi tekrar hatırlatan bu çalışkan adamı elbetteki fikir
âlemimiz dâimâ hatırlıyacaktır. Fakat O’nu şahsen tanıyanlardan biri olan ben,
bu kaybın yanında öbür kaybı, geriye dönmüş zamanın lâtif ve şaşırtıcı bir
sayıklamasına benzeyen, asıl İbnülemin Mahmud Kemal’i hiçbir zaman
unutamayacağım.

 

Kafası Kütüphânesinden Zengin…

METİN TOKER

Bakırcıların
arkasındaki büyük konak, zamanın hayli hışmına uğramıştır ama oraya kimler
gitmez… Üniversite profesörleri, âlimler, muharrirler, târihçiler, alay alay
‘üstat’lar. Hepsinin mutlaka bir müşkülü vardır; Ya bir kitap yazıyorlardır,
vesika ararlar; ya içinden çıkamadıkları bir bahis mevcuddur, çâre ararlar veya
bir meselede başları dara gelmiştir, akıl danışırlar. İbnülemin Mahmud Kemal,
hiç kimseyi geri çevirmez, hiç kimseye de ‘yarın
gelin, ben o meseleyi tetkik edeyim
’ demez.

Kütüphânesi,
Türkiye’nin en zengin kütüphânelerinden biridir ama onun raflarından çok daha
zengin olanı kendi kafasıdır. Ziyâretçisini karşısına alır, çok zaman
saatlerce, o hususu tıkır tıkır, en derin noktasına kadar anlatıverir. Bu
ziyaretçiler her zaman Türk olmazlar, Amerika’nın ve Avrupa’nın tanınmış
âlimleri de Bakırcıların arkasındaki konağın eşiğini aşındırmaktan geri
kalmazlar. Zîra İbnülemin’in Türk edebiyatı ve Türk târihi hususundaki inkâr
kabul etmez salâhiyeti, bütün dünyâca tasdik olunmuştur. Bakırcıların
arkasındaki konaktan içeri girerken ürkmüyordum dersem yalan söylemiş olurum.
Bu kadar müthiş bir heccavın huzuruna çıkmak, tahmin edilebilir, pek güç
oluyor. Fakat yukarı katta, ağır bir perdeyi kaldırıp, üstadın oturduğu odadan
içeri başımı uzattığım zaman fevkalâde sevimli bir insanla karşılaştım. Uzunca
bir boy, yaşına rağmen parlak gözler, iri bir burun. İşte ilk bakışta, üstad
İbnülemin Mahmud Kemal! Üzerinde eski bir elbise, başında meşhur takkesi,
ayağında terlikleri vardı.

Üstadın beni
aldığı oda, ufacık, pek basit bir odaydı; ama Endülüs hükümdarının hazineleri
içine düşen Tarık, bilmiyorum etrafında bu kadar kıymetli eşya, görmüş müydü?
Ortada bir kitab yığını duruyordu, duvarlar el yazması levhalarla örtülüydü.
Bir masanın üzerinde, eski zamana aid yazı takımları vardı. Lâlettayin bir
esere el attım, Üçüncü Sultan Selim’in müzeyyen divanı çıktı; aşağı yukarı on
bin lira kıymetinde bir divan. Onun yanında duran eserlerin ve en maruf Türk
hattatlarının tâlik, sülüs yazılarının da o kıymette oldukları düşünülürse,
Endülüs hükümdarının hazineleri ile bu eski konağın sakladığı hazineyi
mukayesede mübalâğa olmadığı görülür.

Eline geçen
paraları kendi nefsine harcamayıp, hemen tamamını vererek sâhip olduğu pâha
biçilemez kitaplarını İstanbul Üniversitesi’ne bağışlamıştır.

Metin Toker: (1924-2002) Gazeteci-Yazar. Akis Dergisi’nin
kurucusu, sâhibi ve başyazarı, İsmet İnönü’nün dâmâdı.

 

Mahmud Kemal İnal’ın Hnayatından Bir Kesit…

ŞEMSEDDİN KUTLU

Bir edebiyat
toplantısındaydı. Söz şiirden açılmış, zamânın ünlü şâirleri üzerine herkes
görüşlerini açıklıyor, eleştirmelerde bulunuyordu. Mecliste Rızâ Tevfik Bey
yoktu fakat O’nun uzaktan akrabâsı olan ve edebiyatçı geçinen biri vardı. Bir
ara sözü kaptı ve şöyle konuştu:

Bildiğiniz gibi bizim Rızâ Tevfik Bey hem
filozof, hem şâir, hem siyâset adamı, hem de güçlü bir pehlivandır. Kendisi
siyâsette Bismarklardan, Metternihlerden; bizde Reşit, Fuad ve Âli paşalardan
çok üstündür. Felsefede Kant ve Dekart’la boy ölçüşür. Pehlivanlıkta Koca Yusuf
onun yanında hiç kalır. Şâirlikte de elbette ki Abdülhak Hâmit’ten üstündür
.’

Meclisteki
herkes bu saçma ve ahmakça iddialara gülmüştü. Tabiî kızanlar da vardı. Herkes
homurdanıp söylenirken İbnülemin Mahmud Kemal Bey söze karıştı:

Ben bu beyin söylediklerine katılıyorum.
Felsefe ve siyâset alanındakiler için bir şey diyemezsem de; Rızâ Tevfik Bey’in
hem Koca Yusuftan, hem de Abdülhak Hâmid’den çok üstün olduğundan zerre kadar
şüphem yoktur
.

Dâima mantıklı
ve doğruyu söyleyen bir kişi olarak tanınan üstâdın bu konuşması ortalıkta
büsbütün şaşkınlığa sebebiyet verdi. Fakat O devam etti, ‘Evet, beyefendinin buyurdukları gibi Rızâ Tevfik, Abdülhak Hâmid’i ilk
elensede yere vurur. Yusuf pehlivanın şâirliği de O’nun yanında solda sıfır
kalır
!’

Şemseddin Kutlu (1918-1991): İstanbul Yüksek Öğretmen okulu
Türk Dili ve Edebiyatı ile Felsefe Bölümü mezunudur. Öğretmen olarak çalıştı.
Araştırmacı yazardır. Vatan, Yedigün, Çınaraltı, Cumhuriyet, Zafer, Milliyet,
Yeni İstanbul, Varlık, Hisar, Türk Edebiyatı gibi gazete ve dergilerde yazdı. 

Önceki İçerikİbnülemin Mahmud Kemal İnal ve Eserleri – 19
Sonraki İçerikHDP ve Garo Paylan Hakkında.
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.