Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse
kendisine
Eserleri-3
Osmanlı Devrinde Son Sadrıâzamlar-2
Sadrâzama
yazdığı yazıda, Tanzimat Fermanı ile ilgili hükümlerin aynen uygulanmasını
isteyerek, batılıları bu konuda rahatlattı. Sonra da mâliyenin para sıkıntısı
konusu ile ilgilendi. Saray masraflarının azaltılmasını teklif etti. Tek
hanımla yetinmeyi, harem kurmamayı vaat etti. Sarayda bol maaş alan gereksiz
memurları, faydalı olabilecekleri yerlere gönderdi. Siyâsî mahkûmlar için af
çıkardı. Rüşvet olaylarını şiddetle cezalandırdı ve en sert şekilde üzerine
gidilmesini emretti. Bütün bu tedbirlerle devletin mâlî durumu düzene girdi.
O’nun bu düzenlemelerinden rahatsız olanların başında, hakkındaki şikâyetler ve
adının karıştığı yolsuzluklar sebebiyle birkaç defa azledilen Hüseyin Avni Paşa
geliyordu. Mithad Paşa, Mütercim Rüşdü Paşa ve Süleyman Paşa ile cinâyet
şebekesi oluşturdu. Kiraladığı izbandut yapılı katillerle saraya baskın
düzenledi. Güçlü bir pehlivan olan Sultan, yanına yaklaşanı derhal tepeliyordu.
Uzaktan kement atarak bağladılar. Sultan’ın iki bileğindeki ana damarları
sakal-bıyık düzeltme makası ile keserek kan kaybından ölümünü sağladılar. Sonra
da Hüseyin Avni Paşa ve güruhu pâdişahın intihar ettiğini açıkladı. Otopsi
yapılmasını isteyenlere, ‘Sultan,
lâlettayin bir insan değildir. Cansız bedeninin orası burasının kurcalanması
düşünülemez’ denilerek cinâyet örtbas edilmeye çalışıldı. Dörtlü şebeke
duruma hâkimdi. İtiraz edenler cezalandırıldı, ısrar edenler ölümle tehdit
edildi ve susturuldu.
Câniler
bununla da yetinmediler. Sultan’ın eşi Neş’erek Hanım’ı saraydan alıp şiddetli
yağmura rağmen açık bir sandala bindirip, korunacak bir şal bile vermeden
Topkapı Sarayı’na götürdüler. Birkaç gün sonra Neş’erek Hanım, zatüre oldu. Tedâvi
ettirmediler ve O’nun da bu şekilde vefatına sebebiyet verdiler.
***
Hüseyin Avni
Paşa, Isparta’nın Şarkîkaraağaç kazasına bağlı Avşar nâhiyesinin Gelendost
köyünde doğdu. Babası bir çiftlik ağasının hizmetkârı olarak çalışan Ahmed
Efendi’dir. Fakir bir ailenin çocuğu olan Hüseyin Avni, medrese eğitimi için
İstanbul’a gitti. Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde müderris olan dayısının
yanında beş altı ay kadar eğitim gördükten sonra Harbiye Mektebi’ne girdi.
Burada eğitimini tamamlayıp mülâzım rütbesini aldı, 1847’de Erkân-ı Harbiyye
sınıfına ayrıldı. Bu sınıfı da birincilikle bitirip Erkân-ı Harbiyye kolağası
rütbesiyle Harbiye Mektebi’nden diplomasını aldı. Sonrasında hızla yükselerek
Mekteb-i Harbiyye nâzırlığına getirildi. Bu görevine ek olarak Erkân-ı Harbiyye-i
Umûmiye Reisliğ’ini de üstlendi.
Bir müddet
sonra rüşvet aldığı tesbit edilerek azledildi, on dört ay açıkta kaldı. Girit
İsyanı’nın patlak vermesi üzerine Girit kumandanlığı göreviyle oraya
gönderildi. İsyanı bastırınca Girit vâliliği vazifesi verildi. Kısa bir süre
İstanbul’a çağrılarak serasker olarak görevlendirildi. Bir suçu sebebiyle bu
görevinden de azledilerek Isparta’ya sürgüne gönderildi ve yalısına el konuldu.
On bir ay sürgünde kaldıktan sonra affedildi, İstanbul’a dönmesine izin verildi
ve yalısı kendisine iâde edildi. Bir müddet sonra tekrar seraskerliğe tâyin
edildi. 15 Şubat 1874’te seraskerlik makamı uhdesinde kalmak şartıyla sadrıâzam
oldu. Devletin mâli durumunun düzelmemesi, yönetimdeki aksaklıkların
giderilememesi ve yakınlarına çıkar sağladığı gerekçesiyle bütün vazifelerinden
azledildi. Avrupaya gidip Paris ve Londra’da Osmanlı Devleti aleyhinde komplo
hazırlığı yaptı. Destek vaadi alıp İstanbul’a döndü ve Sultan Abdüaziz Han’ın
katledilmesi projesini gerçekleştirdi. Yerine, Sultan Abdülmecid Han’ın oğlu,
sağlığı ve iddia edildiğine göre aklî dengesi bozuk olan Şehzâde Murad’ı
pâdişah yaptı. Sultan Murad’ın pâdişahlığı 93 gün devam etti.
***
Sultan
Abdülaziz Han’ın eşi Neş’erek Sultan’ın kardeşi Çerkez Hasan Bey, şehzâdelere spor
ve askerî eğitim veren bir saray görevlisi idi. Çok sevdiği eniştesini öldüren
ve ablasının ölümüne sebebiyet veren cinâyet şebekesinin, toplantı hâlinde
bulunduğu Lâleli’deki binayı tek başına bastı.
Kendisine mâni olmaya çalışan Bahriye Nâzırı Hüseyin Avni Paşa’yı ağır
şekilde yaraladı. Kendisine mâni olmaya çalışan Bahriye Nâzırı Ahmed Paşa’yı
öldürdü. Sonra da can çekişmekte olan Hüseyin Avni Paşa’nın üzerine oturarak
göğsünü ve karnını hançerle delik deşik etti. Hedefinde Mithad Paşa vardı. Binada
O’nu ararken bir manga askerle karşılaştı. Manga komutanını öldürdü askerleri
de Hasan Bey’in canını aldı.
Çerkez Hasan
Bey’in cenâzesi, muazzam bir kalabalığın kıldığı cenâze namazından sonra, daha
da artan kalabalığın elleri üzerinde Edirnekapı Mezarlığına götürüldü.
***
İkinci
Abdülhâmid pâdişah olunca, Abdülaziz Han’ın katli faciâsında ismi geçenler
Yıldız Mahkemesi’nde muhakeme edildi. Mahkeme Midhat Paşa’yı îdama mahkûm etti.
Fakat Sultan Abdülhâmid Han, îdama taraftar olmadığı için kendisini, o dönemde
Osmanlı toprağı olan, Arabistan’ın Taif şehrine sürgüne gönderdi.
Muhakemenin
son şâhidi olarak söz alan Yedi-Sekiz Haşan Paşa şunları söyledi: ‘Çırağan
Sarayı’nda Ali Suâvi’yi bastonla öldürdüğüm zaman, cebinden küçük bir sahtiyan
cüzdan yere düştü. Aldım, baktım. İçindeki kâğıtta şunlar yazılıydı: ‘Eğer muvaffak olur, Sultan Abdülaziz’i’i hâl
eder, yerine Sultan Murad’ı tahta geçirirsen, seni şeyhülislam yapacağım.’
Yazının altında Midhat Paşa’nın imzâsı vardı.’
***
Cumhuriyet
Gazetesi’nin ilk Yazı İşleri Müdürü Kemal Sâlih Sel; ‘Son Sadrıâzamlar’ isimli eserde ‘Sultan Abdülaziz Han’ın katledilişinin yer aldığı bölümün, çok önemli
ve canlı olduğunu belirtiyor. Çünkü Hüseyin Avni Paşa ve Çerkez Hasan vak’ası
usta bir gözlemcinin kaleminden anlatılmaktadır. İbnülemin bu konuyla alâkalı
olarak lehte ve aleyhte yazılmış ve söylenmiş bütün bilgilerin hepsini büyük
bir dikkatle sıralamıştır. O kadar ki bunların arasında şimdiye kadar hiç
işitilmeyen ve bilinmeyenler de vardır’ diyor ve devam ediyor: ‘Mahmud
Kemal İnal, işte bu önemli belgelerden, ayrıca bildiklerinden, duyduklarından
bizim de faydalanmamızı sağlamış, daha da önemlisi, gelecek nesillere böyle
mükemmel bir eser bırakmıştır.’
Yazar, bu
belgelerden bâzılarmın mum ışığı gibi zayıf olduğunu ileri sürüp îtirazda
bulunacak kimselere de cevap veriyor ve ‘bu
adamlar bir mum ışığının bâzen ne büyük bir nimet olduğunu bil-meyenlerdir’
diyor.
İbnülemin
Bey’in adı geçen fasikülde sıraladığı belgeler, verdiği bilgiler acaba
Abdülaziz’in ölümüyle ilgili sır perdesini ortadan kaldırıyor mu? Bu sorunun
cevâbını da yine Kemal Sâlih Sel veriyor. Yazarımıza göre, eğer İbnülemin
isteseydi, lisanı gibi keskin olan kaleminin kuvvetiyle bu iki taraflı
belgeleri karşılaştırıp keskin bir hükme varırdı. Halbuki üstad tarafsız bir
târihçidir. Kitabının bir yerinde de söylediği gibi; ‘târih kişinin kendi istediği gibi yazılmaz. Böyle yapılırsa yazılan şey
târih değil, roman olur.’ Tarafsızlık ilkesine sımsıkı sarılan İbnülemin,
lehte ve aleyhte bütün senetleri incelediği, sandıklar dolusu evrâkı gözden
geçirdiği halde, Abdülaziz intihar etmiştir veya öldürülmüştür diye kesin bir
kanâat belirtmiyor. Bu korkunç olaya sebep olan Hüseyin Avni Paşa’yı merkeze
alarak kâfi bir hüküm veriyor. İbnülemin diyor ki:
‘Sultan Abdülaziz katledilmişse, katlettiren
Hüseyin Avni Paşa’dır. İntihar etmişse müsebbibi, diğer bir deyimle mânevi
katili yine Hüseyin Avni Paşa’dır.
***
İbnülemin’in
Cumhuriyet devrinde kaleme aldığı en önemli eseri 1940-1953 yılları arasında
yayınlanan ‘Osmanlı Devrinde Son
Sadrıâzamlar’dır. Sadrıâzam Âli Paşa’dan itibaren Saltanat’ın kaldırıldığı
1922 yılına kadarki sadrıâzamların hayatlarını ve her birinin dönemindeki
önemli siyâsî olayları ele alan İbnülemin’in Osmanlı Devrinde Son Sadrıâzamlar
adlı eseri Türk siyâsî târihi alanındaki en önemli eserlerden biridir. Hilmi
Ziya Ülken, ‘siyâset, ilim ve edebiyat
adamlarının hâtırâları ve mektupları, padişahların devlet ricalîle muhabereleri
de içtimaî târihi aydınlatacak mahiyettedir’ dedikten sonra İbnülemin’in
Son Sadrıâzamlar’ını örnek olarak vermektedir. Nitekim Son Sadrıâzamlar’da
dönemin siyâset adamlarının ve edebiyatçıların hâtırâlarına, Sultan Abdülmecid,
Sultan Abdülaziz, Sultan Abdülhamid Han ile dönemin sadrıâzamları arasındaki
görüşmelere ve önemli sosyal olaylara yer verilmekte; devlet adamlarının bu
gelişmeler karşısındaki tutumlarından söz edilmektedir. Faruk Kadri Timurtaş bu
eser için ‘yalnız Sadrıâzamların
terceme-i hâlini aydınlatan bir kitab değil, aynı zamanda o devirlerin târihine
de ışık tutan bir eserdir’ demektedir. ‘Son
Asır Türk Şâirleri’, ‘Son Hattatlar’
ve ‘Son Sadrıâzamlar’ı İbnülemin’in ‘yakın Osmanlı târihine ve medenî hayatına
ait bilgisinin bir âbidesi’ olarak kabul eden Nâhit Sırrı Örik de Son
Sadrıâzamlar’ı ‘İbnülemin’in en mühim
eseri’ olarak vasıflandırmakta ve bu eseri ortaya koyması sebebiyle
İbnülemin’in yakın Osmanlı târihinin en ciddî âlimlerinden biri olduğunu ifâde
etmektedir. Nahit Sırrı Örik; ‘Osmanlı
devletinin kuruluşundan Büyük Millet Meclisinin bu devleti ilgaya karar
vermesine kadar sadâret mevkiini 214 kişi işgal etmiştir. İbnül Emin bu 214
vezirin Âli Paşadan sonuncuya kadar 37 sinin hayat hikâyelerini ve bu hayat
hâyesi dolayısiyle yaşadıkları ve iş başında bulundukları zamanın siyâsî
târihini yazmıştır’ demekte; İlber Ortaylı da ‘Son Sadrıâzamlar’ın muhtevasına hâkim olmayan birinin 19. asır târihi
için konuşması mümkün değildir’ ifâdesini kullanmaktadır.
Başlangıçtan
itibâren Osmanlı devlet teşkilâtında etkili bir kurum olan sadrıâzamlık, Selçuklular’daki
başvezirliğin devâmı olarak ortaya çıkmış; 16. Yüzyıla kadar daha çok ‘vezîr-i a‘zam’ tâbiri kullanılırken,
‘sadr’ (yukarı, üst) kelimesinin makam ifâde eden şekli olan ‘sadâret’ten
hareketle ‘sadr-ı a‘zam’ ve ‘sadr-ı âlî’ unvanları kullanılmaya başlanmış, 16.
yüzyılın ikinci yarısından itibâren yaygın hâle gelmiştir.
Sadrıâzamlar,
‘serdâr-ı ekrem’ sıfatıyla ordu
komutanı olarak da görev almışlar; bu gibi durumlarda İstanbul’da ‘sadâret kaymakamı’ ismiyle vekil
bulundurmuşlardır. Sultan İkinci Mahmud Han döneminde ‘sadrıâzam’ yerine kısa bir süreliğine ‘başvekil’ kelimesi kullanılmış, 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın
kaldırılmasından üç gün sonra Sadrıâzam Ahmed Tevfik Paşa’nın istifasının
ardından sadrıâzamlık kurumu fiilen ortadan kalkmıştır. Ortaylı’ya göre ‘Osmanlı başvezirleri ile Türkiye
Cumhuriyeti’nin başvekilleri hiç şüphesiz ki kurum olarak birbirinin devâmıdır.’
İbnülemin,
Osmanlı Devrinde Son Sadrıâzamlar’ı Hadîkatü’l-Vüzerâ’nın son zeyli olan
Verdü’l-Hadâ’ık’a zeyl olarak yazdığını ifâde etmektedir. 1913 yılında eseri
yazmaya başlayan İbnülemin, yedi yıllık bir çalışmanın ardından 1920 yılında
eserini tamamlamış; fakat yayınlama imkânı bulamamıştır. İbnülemin’in bu eseri
aradan uzun yıllar geçtikten sonra Cumhuriyet döneminde Hasan Âli Yücel’in
gayretleriyle ve ısrarlı tâkipleriyle yayınlanmıştır.
1940 yılında
yayınlanmaya başlayan Son Sadrıâzamlar’ın tamamlanması 13 yıl devam etmiş ve
eserin son cüzü 1953 yılında basılmıştır.
1889-1922
yılları arasında 33 sene boyunca Bâbıâli’de görev alan İbnülemin, bu dönemde 16
sadrıâzam ile birlikte çalışmıştır.
Vesika
toplamaya Bâbıâli’de başlayan İbnülemin, önemli kaynak ve belgelere ulaşabilmek
için kütüphâne ve arşivlerde uzun yıllar boyunca araştırmalar yapmıştır.
Mühürdar
Mehmed Emin Paşa’nın oğlu olması sebebiyle erken yaştan itibaren devlet
büyüklerinin konaklarında, meclislerinde bulunan İbnülemin; pek çok hâtırâ
dinlemiş, kaynaklarda yazılı olmayan bilgilere sâhip olmuştur.
45 yıllık
çalışmanın ürünü olan Son Sadrıâzamlar’ın müellifi yarısına yakını yazma dört
beş bin cildli kütüphânesinin önündeki bir hokka kalemlik küçük masada
hazırladı. Konağının dışındaki çalışmaları da çileliydi: Sinirli, sakallı bir
adamın sükûtuna veya aşağılayıcı lâfına katlanmak, resmî kütüphânelerden
göğsünde kitab tozu ile dönmek; birkaç aylığını, birkaç ayını buruşuk bir
kâğıdı almak için vermek… O eser bu emeklerle yazıldı. Ve Viyana elçi kâtibi
Âli Efendinin sefarethâne bahçesindeki büyük ağacın altında frenkçeye
çalıştığını da bilmek gerekir.
19. asır
Osmanlı sosyal ve dâhilî târihinin en büyük mütehassısı olduğu ifâde edilen ve
Mithat Cemal Kuntay’ın ifâdesiyle: ‘Tanzimat
devrinin vezirlerini sakal boyalarına kadar biliyordu. Dönemin devlet adamlarıyla ve önemli siyâsî
olaylara şâhitlik etmiş kişilerle yakın temasları, Cumhuriyet döneminde de
devam etmiştir. ‘
Son
sadrıâzamların el yazılarının tespiti konusunda mahkemede şâhitliğine
başvurulacak derecede sadrıâzamları yakından tanıyan ve 33 yıl boyunca
Bâbıâli’de çalışması ve sadrıâzamlarla yakın ilişkilere sâhip olması sebebiyle
‘Son Sadrıâzamlar’da çok canlı bir Bâbıâli resmi çizmektedir. Hâtırat niteliği
taşımasının yanı sıra İbnülemin’in kendine has siyâsî zekâsı ve olağanüstü
arşiv hâkimiyeti, esere emsalsiz bir târih kaynağı niteliği kazandırmıştır. Bu yönüyle
Son Sadrıâzamlar, yakınçağ Türk târihçiliğinde ‘büyük eser’ sıfatına layık olan ender kitaplardandır.
İbnülemin,
1940-1953 yılları arasında kaleme aldığı eserinin önsözünde temel olarak üç
konudan söz etmektedir. Bu gibi eserlerin ortaya konabilmesi için gerekli olan
yazılı ve sözlü kaynaklara ulaşma imkânının giderek kaybolduğunu ve genç
kuşakların bunlara ulaşamayacaklarını söyleyen İbnülemin, bildiklerinin
kaybolmaması için bunları yazıya döktüğünü belirtmektedir.
Mahmud Kemal
İnal eserinde; İngiliz sefirinin, Sultan Abdülmecid Han’dan Reşid Paşa’nın
Sadâret’e atanmasını istediğini, isteğinin kabul edildiğini, daha sonra da
Fransız sefiri Padişah’a Reşid Paşa’nın görevden alanmaması hâlinde İstanbul’u
terk edeceğini söyleyince Mustafa Nâili Paşa sadrıâzam olduğunu belirtiyor.
İbnülemin, Son Sadrıâzamlar’da Âli Paşa ve Fuad Paşa’nın ülke içinde ve Batılı
devletlere karşı yürüttükleri siyâseti sıklıkla övmekle birlikte, yabancı bir
sefirin doğrudan Padişah ile görüşerek Sadâret’te değiklik talep etmesini,
dahası bu talebin Padişah tarafından kabul görmesini sert bir dille
eleştirmekte; Reşid Paşa, Âli Paşa ve Fuad Paşa’nın sefâretler tarafından bu
yıllarda himaye edilmesini de tenkit etmektedir: İbnülemin’in vardığı hüküm: ‘O devirde tâyinleri yapan Padişah değil,
maalesef yabancı sefirlerdir. Bu halde muahedelerle temin edilen ‘İstiklâl!’
kelimesinin mânâsı ne oluyor?’
‘Son Sadrıâzamla’da yer alan iki hâdise:
Milletlerarası
anlaşma metni son seklini almadan önce Padişahın, Sadrıâzamı yalnız görmesi usulden
olduğu cihetle Âli Paşa, bir muayedede vükelâ ile vezir odasında oturub emre
intizar eder. Epey zaman geçtiği halde huzura dâvet olunmaması üzerine başkâtib
Emin Beyi celb ile muamelei vakıa, teveccüh-i şâhanenin noksanına delâlet
etdiğini söyliyerek möhri hümayunı iade etmek istediğinde, Emin Bey telâşa
düşerek keyfiyeti kemali sür’atle Padişaha arz eder. Paşa derhal dâvet ve
teehhürün (gecikmenin) sebebini beyan ile iltifatta bulunur.
***
Âli Paşa,
sağlığının bozulmaya başladığı günlerden birinde saraya gitmiş ve orta katta
bulunduğu sırada Sultan Abdülaziz, Âli Paşa’nın üst kata çıkarak yorulmaması
için O’nun bulunduğu odaya gelmiştir. Bir başka gün Abdülaziz, Âli Paşa için ‘Allah, şu âdemi başımdan kaldırsın’ diye
söylenirken Mabeynci Hasan Bey, ‘Efendimiz,
niçin üzülüyorsunuz? Azledersiniz, başınızdan kalkar’ demesiyle Sultan, ‘Çık dışarı, ben O’nu azletmeği senin kadar
bilmiyor muyum? Azl edüb de Avrupa’da bu kadar tanınmış bir âdemin yerine kimi
getireceğim?’ demiştir.