Hüsrev ü Şîrin – 2

47

İranlı şâir Firdevsî’nin ‘Şehnâme‘ isimli eserinde kısa bir bölüm oluşturan hikâye, Azerbaycan Türklerinden Genceli Nizâmî ve Doğu Türkistan Türklerinden Ali Şîr Nevâî tarafından Türk yurtlarında tanıtılarak şöhrete kavuşturulmuş ve  ‘Hüsrev ve Şirin‘ adı ile anılmıştır.

Yazının birinci bölümünde, eser hakkında umûmî bilgiler verilmiştir. İkinci ve son bölümde ise, hikâyenin genişçe bir özeti sunulacaktır.

Mesnevinin Nizâmî’deki şekliyle esas çerçevesi şöyledir: Çocuğu olmayan İran hükümdarı Hürmüz’ün Tanrıya yakarışları ve adakları sonunda dünyaya gelen oğlu Hüsrev, büyük bir itina ile büyütülüp delikanlılık çağına vardığında bir gece rüyasında gördüğü dedesi Nûşirevân’dan kendisine Allah tarafından şu dört şeyin ihsan edileceği müjdesini alır: Emsalsiz güzellikte bir sevgili, adı Şebdîz olan harikulade bir at, Bârbed adında bir musikişinas ve muhteşem bir taht. Hüsrev gün görmüş, ülkeler dolaşmış, mahâretli bir ressam olan nedimi Şâpûr’dan Ermen melikesi Mihîn Bânû’nun Şîrin adında dünyalar güzeli bir yeğeni ve onun da Şebdîz adlı bir atının bulunduğunu öğrenir. Hakkında duydukları ile Şîrin’e âşık olan Hüsrev, Şîrin’i istetmek için Şâpûr’u Ermen diyarına gönderir. Şâpûr, Hüsrev’in resimlerini yaparak Şîrin’in görebileceği yerlere asıp onun ilgi ve merakını uyandırır. Daha sonra da râhip kılığı ile ortaya çıkar ve gerçeği anlatır. Şîrin de resimlerine bakarak Hüsrev’e âşık olur. Hüsrev’in bir yüzüğü ile beraber resmini Şîrin’e veren Şâpûr, Hüsrev’i bulmak üzere onun ülkesi Medâin’e gitmesini söyler. Şîrin, erkek kıyafetine girip avlanmak bahânesiyle atı Şebdîz’e binip saraydan ayrılır ve Medâin yolunu tutar. Diğer tarafta, memleketinin kumandanlarından Behrâm-ı Çûbin’in entrikası yüzünden babası ile arası açılan Hüsrev, sâdık bendelerine Şîrin gelecek olursa O’nu ücra bir köşkte ağırlamaları için tâlimat verip kıyâfetini değiştirerek Ermen ülkesine doğru yola çıkar. Yolda bir göl kenarında konaklar ve gölde yıkanmakta olan Şîrin’i görür. Ancak ikisi de değişik kıyâfetlere girmiş olduklarından birbirlerini tanımazlar ve aksi istikamette yollarına devam ederlerse de bir süre sonra durumun farkına varırlar. Şîrin, Mihîn Bânû’dan izinsiz ayrıldığı için Ermen’e dönemeyeceğini düşünerek Medâin’deki köşkte Hüsrev’in geri dönüşünü beklemeye başlar. Hüsrev ise Mihîn Bânû’nun misâfiri olarak Ermen’de hasretle Şîrin’i beklemekte ve yanından ayırmadığı Bârbed’in nağmeleriyle teselli bulmaktadır. Daha sonra Medâin’de olduğu öğrenilen Şîrin’i almaya gönderilen Şâpûr onu bulur, birlikte Ermen’e doğru yola çıkarlar. O sırada babasının, kumandanı Behrâm-ı Çûbin tarafından tahttan indirildiği haberini alarak Medâin’e giden Hüsrev, Çûbin’in tertipleri ve onun askeri karşısında tutunamayıp yeniden Ermen’e hareket eder. Öte yandan Ermen’e varan Şîrin orada Hüsrev’i bulamayınca perişan olur. Ancak bir gün kendini oyalamak için ava çıktığında Hüsrev’le karşılaşır. İki sevgili günlerini av âlemleriyle geçirmekte iken Hüsrev Şîrin’den vuslat ister. Mihîn Bânû’nun kendisine öğüt verip yemin ettirmiş olması dolayısıyla Şîrin bu teklifi reddeder ve ona her şeyden önce mertlik gereği olarak taç ve tahtını kurtarmasını söyler. Şîrin’in bu sözleriyle gönlü kırılan Hüsrev bir çâre aramak ümidiyle Bizans diyarına gider. Kendisini çok iyi karşılayan Rum kayseri onu kızı Meryem ile evlendirir ve tahtını kurtarması için 50.000 kişilik bir ordu ile Medâin’e gönderir. Behrâm-ı Çûbin’i zorlu bir savaşla yenen Hüsrev, yeniden tahtına oturur. Ancak Meryem ile yaptığı gönülsüz evlilik ona Şîrin’in aşkını unutturamamıştır. Bu arada Mihîn Bânû ölmüş, Şîrin Ermen melikesi olmuştur. Hüsrev’e yaptığı gönül kırıcı muameleden pişmanlık duymakta ve hâlâ onun aşkıyla yanmaktadır. İçinde bulunduğu ruh haliyle ülkeyi yönetemeyeceğini anladığından bir yıl sonra tahtını yakınlarından birine bırakarak Medâin’deki köşkte inzivaya çekilir. Bu arada Hüsrev, Şâpûr’u araya koyarak çektiği hasrete dayanamadığını ve görüşme dileğini Şîrin’e iletir. Şîrin ise onun bu talebini artık başkası ile evli olduğu için geri çevirir.

Burada mâceraya başka bir yön veren olaylar içinde yeni bir şahıs ortaya çıkar. Çocukluğundan beri taze sütle beslenmeye alışkın olan Şîrin çevre otlaksız olduğundan süt bulmakta zorluk çekmektedir. Şâpûr’dan buna bir çare bulmasını ister. Şâpûr da Çin’de kendisiyle birlikte aynı üstattan ders gören arkadaşı Ferhad’ı ona getirir. Şîrin’in isteği üzerine işe başlayan Ferhad, bir ay içinde sarp kayalar arasında bir suyolu açıp Şîrin’in köşkü önünde yaptığı havuz ve çeşmeye uzaktaki otlaklardan taze süt akıtmaya başlar. Fakat Ferhad daha sesini ilk duyduğu anda Şîrin’e âşık olmuştur. Onun yaptığı işe mükâfat olarak verdiği mücevherleri kabul etmez. Ümitsiz aşkının ıstırabı ile kırlara, dağlara düşer. Gizli tutmak istediği aşkı kısa zamanda herkes tarafından duyulur. Durumu öğrendiğinde Ferhad’ı kıskanan Hüsrev, onu huzuruna çağırıp para ve servet teklifiyle onu bu sevdasından vazgeçirmeye çalışır. Râzı edemeyince, başardığı takdirde Şîrin’den uzak durmayı vaad ederek baştanbaşa sert bir kayadan ibâret olan Bîsütun dağını delip ordunun geçebileceği bir yol açmak gibi olmayacak bir işle oyalamak ister. Şîrin’in aşkından aldığı güçle işe girişen Ferhad her kazma vuruşunda dağın bir parçasını indirir. Şîrin’in ve atı Şebdîz’in tasvirlerini kayalara işleyen Ferhad’ın yaptığı iş dillere destan olur. Duyduğu merakla onun çalışmasını seyretmeye gelen Şîrin’in bir ara atı sakatlanıp yuvarlanmak üzere iken Ferhad onu atıyla birlikte havada yakalayıp köşke götürür. Bu arada açmakta olduğu yolu neredeyse dağın öbür ucuna ulaştırabileceği korkusu Hüsrev’e Ferhad’ı aradan kaldırma çarelerini düşündürür. Bu maksatla ona Şîrin’in öldüğü haberini yollar. Duyduğu haberle yıkılan Ferhad derin bir ıstırapla hemen can verir. O sırada Hüsrev’in karısı Meryem de ölür. Bu iki ölüm dolayısıyla Hüsrev ile Şîrin birbirlerine iğneleyici birer baş sağlığı mektubu yazarlar. Yaptıklarından özür dileyip Şîrin ile yeniden bir araya gelmek isteyen Hüsrev, onun bu teklife uzak durması karşısında kendisini avutmak için Şeker adlı genç bir kızla evlenir. Fakat bir müddet sonra Hüsrev Şeker’den bıktığı gibi Şîrin’in de inadı kırılır. Neticede Hüsrev ve Şîrin büyük bir düğünle evlenirler. Hüsrev’in Şîrin, taht, Bârbed ve Şebdîz’e sahip olacağına dair rüyası böylece gerçekleşmiş olur.

Bu şekilde yaşayıp giderlerken Şîrin’in tesiriyle değişen, varlık ve hayatın fâniliği hakkında felsefî düşüncelere kapılan Hüsrev Şîrin’le beraber inzivaya çekilir. Hüsrev’in Meryem’den doğan ve tahtın vârisi olan kötü ruhlu oğlu Şîrûye öteden beri Şîrin’e göz koymuştur. Gayesine ulaşmak için babası Hüsrev’i bir gece öldürtür. Şîrin’e gizlice haber gönderip onu kendisiyle evlenmeye zorlar. Şîrin bu teklifi kabullenmiş görünerek Şîrûye’yi oyalar. Hazırlanan türbeye Hüsrev’in tabutu büyük bir merasimle götürülür. Tek başına türbeye giren Şîrin, belinden çıkardığı hançerle tabutun başında ona sarılmış olarak hayatına son verir.

Hüsrev ve Şirin hikâyesi çeşitli ülkelerde bestelenmiş, opera ve tiyatro eseri olarak sahnelenmiş ve sinema filmi hâline getirilmiştir.

KUŞBAKIŞI

ÂDİL FİYAT / Antik Yunan’dan 16. Yüzyıla:

Prof. Dr. Abdullah Mesud Küçükkalay, 13,5 X 21 santim ölçülerinde 268 sayfalık eserinde; âdil fiyat kavramını inceliyor. Bütün kadim medeniyetlerde, bir şekilde gündeme gelen ve ahlâkî uzantıları bulunması sebebiyle âdil fiyat meselesi; Hıristiyanlığın ve İslam’ın da ilgi sahâsındadır.  Meselenin tartışmaya mâruz kalmasını, âdil fiyatın, iktisat teorisi, felsefe, hukuk, sosyoloji, târih ve teoloji ile olan derin ilişkileri sebebiyledir. Âdil fiyat aynı zamanda ticâret, fâiz, tekel, piyasa düzenlemeleri ve servet dağılımı gibi konularla direkt olarak bağlantılıdır. Bu sebeple de, iktisatçılar, târihçiler, hukukçular ve teologlar da meseleye ilgi göstermektedirler.  Eserin yazarı; âdil fiyatın, adâletli bir toplum için elzem olduğuna dikkat çekiyor.

ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.

İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50

Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr www.otuken.com.tr

SARAYDAKİ CASUS / Gizli Belgelerle Abdülhamid Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery

Prof. Dr. Mim Kemal Öke 13 X 19 santim ölçülerinde 296 sayfalık eserinde;  hayatı macera filmleri kadar fantezi ve serüven dolu Yahudi profesörün ilgi çekici hikâyesini anlatıyor. Takma adı Raşit Efendi olan sahte derviş Vambery, Abdülhamid’in en yakınına kadar sokulur. Saraydaki bütün gelişmeleri anında İngilizlere rapor eder. Yahudilerin Filistin’e yerleşmeleri için teşebbüslerde de bulunur. Jöntürklere akıl hocalığı yapar.

Yazar, İngiliz, İsrail ve Türk arşivlerinin karanlık raflarındaki belgeleri günışığına çıkarıyor.

İRFAN YAYINEVİ:

Alemdar Mahallesi Çatalçeşme Sokağı Nu: 42 Kat: 3  Cağaloğlu, İstanbul. Telefon: 0.212-518 38 66 Belgegeçer: 0 212-516 32 54. E-posta: irfanyay@gmail.com www.infanyayinevi.com

 

AT KİTABI:

Dünyanın ilk ilmî at eğitim kitabı Kikkuli isimli bir at eğitimcisi tarafından M.Ö. 15. Yüzyılda, Çorum vilâyetimiz sınırları içerisindeki Hattuşa-Boğazkale’de yazılmıştır.

Türkçede atın rengini, özelliklerini, organlarını, yaşını, koşumunu, hareketlerini ifâde eden zengin bir kelime dağarcığı bulunmaktadır.

Atlara mezar yapılmıştır. Mesela, ‘Genç Osman‘ olarak bilinen Sultan İkinci Osman Han’ın (1604-1622)  ‘Süslü Kamir‘ isimli atının mezar taşı Üsküdar’dadır.

18. yüzyıl mahkeme kayıtlarından atların çalındığını, at sâhiplerinin yılmadan atlarının izini tâkip ettiğini, at pazarlarında kaybolan atları aradığını görmekteyiz.

İnsanlar gibi atların da şecere kayıtları bulunmaktadır. Osmanlı donanmasında at gemisi tâbir edilen gemilerle asker, malzeme ve hayvan taşınmıştır.

Bu ve benzeri alâka çekici bilgileri, Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali’nin editörlüğünü yaptığı 13,5 X 21 santim ölçülerinde, 800 sayfalık kitabında bulmak mümkündür.

KİTABEVİ YAYINLARI:

Alemdar Mahallesi Çatalçeşme Sokağı Nu: : 46/A Cağaloğlu – İstanbul Telefon: 0 212-511 21 43

Belgegeçer: 0.212-513 77 26 www.kitabevi.com.tr e-posta: kitabevivaris@gmail.com

 

 

KISA KISA / KISA KISA…

 

1-DİN GÖREVLİSİNİN HATIRA DEFTERİ: Yunus Özdamar / Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.

2-HERMENEUTİĞİN EVRİMİ: Vefa Taşdelen / Hece Yayınları.

3-ELHAMDÜLİLLAH MÜSLÜMANIM: Prof. Dr. Mehmet Yaşar Kandemir / Tahlil Yayınları.

4-HZ. AİŞE’NİN TEFSİR RİVAYETLERİ VE METODU: Dr. Sevgi Tütün  / Kayıhan Yayınları.

5-İNSANLIK SANA HASRET SULTANIM /  HZ.MUHAMMED (s.a.v.)‘İN HAYATI: Süleyman Dama / IQ Kültür Sanat Yayıncılık.

 

DERKENAR:

BU DİL VAR YA… / 2

İBRAHİM ŞAŞMA

Bu dil var ya bu dil, Bilge Kağan tâ bin iki yüz yıl evvel milletini ‘Titre ve kendine dön‘ diyerek bu dille îkaz etmişti. Karamanoğlu Mehmet Beyin ‘Bugünden sonra divanda, dergâhta, mecliste ve bargâhta Türk dilinden başka dil kullanılmayacaktır‘ dediği ve yüzyıllardır Türk dünyâsında yankı bulan fermânı, bu dil içindi.

Bu dil, Kâşgarlı Mahmud’un, Ali Şîr Nevâî’nin en kutlu aşkıydı. Âşık Veysel’in sazının teline tezeneyi vurmasıydı. Yunus Emre’nin gönül heybesinden dökülen ve gönüllerimizde yer eden sevgi dokunuşuydu. Bu dil köklü bir medeniyet mirasının sâhipleri olarak yüzyıllardır zengin ve dinamik bir kültür atlası üzerinde yaşayan bir târihin en büyük varlığıydı. Aynı zamanda bizim için dünü bugüne, bugünü de yarına bağlayan sağlam bir köprüydü.

Bu dil var ya bu dil, varlığımın başlangıç noktasıdır. Kimliğimin ve târihimin temelidir. Karamanoğlu Mehmet Bey’den Atatürk’e, Türk dili için uğraş verenlerin nakış nakış dokuduğu kilimdir. Bu dil, duyan kulağım, gören gözüm, tutan elimdir. Her şart altında ve her zaman sâhip çıkmam gereken millî varlığımdır. Bizlere ve bana emânet edilen dilimin kullanımında gün geçtikçe artan dikkatsizlik bir bıçak gibi canımı acıtıyor. Bir milletin dilini kaybetmesinin ne ne büyük felâket olduğunu bilen var mı acaba? Bu dilin yozlaşmasına razı olanlar ve katline olur verenler, dikkatsiz kullananlar, şuursuz yapıyorlarsa, sorumsuzluğa, şuurlu – bilerek yapıyorlarsa büyük bir ihânete imza atmaktadırlar.

Bu dil var ya bu dil, ağlamasın istiyorum. Savruk ve itinasız kullanılmasın. Yozlaşmasın. Özentinin ve hassasiyetsizliğin kurbanı olmasın. Kendini bilen insan, lisanını da doğru ve yerinde kullanmasını bilmelidir. Aksi halde Türkçe imdat eyledikçe Karamanoğlu Mehmet Bey mezarını çatlatıp kalkıp gelecektir.

Bu dil var ya bu dil, biz onu yaşadıkça o bizi yaşatacaktır. Biz onu sâhiplendikçe o bizi çepeçevre kuşatacaktır. Ve ben son nefesime kadar Türk dili ile yazmak, Türk dili ile konuşmak istiyorum. Sadakat kalemiyle ve millî mürekkebimle yazmak istiyorum yazabildiğim kadar. Dağlara taşlara, uçan kuşun kanadına… Ve inadına inadına… Söylenmemiş sevda şiirlerini ben söylemeliyim. En kutsî aşkların baş tutanı ben olmalıyım. Daha yazılmadık şiirlerimiz var bizim. Söylenmedik türkülerimiz. Tezene daha çok değmeli sazın teline. Bir şiir yazmalıyım mürekkebi Türkçe olan kalemle… Sevginin o diri ve gür sesi yarın da duyulsun diye bir şiir yazmalıyım. İnsanlık târihinde varlığım ölümümden sonra da lisanım ile devam etsin diyerek, hayatım ve eserlerimle arkamda hoş bir sedâ bırakayım diyerek. İnsanlığın gönül semâsında kayan bir yıldız olup ben akayım diyerek. Bir şiir yazayım istiyorum ana dilimle, Türkçemle. Kalemim insanlığın ilerlemesi ve saâdeti yolunda bir rehber ve bir ışık olsun diyerek. Ne geçen zaman, ne de değişen fikirler bir çizgi çekebilsin yazdıklarımın üzerine. Ki dilim, ebedîlik makamında mağlûp olmasın faniliğin karşısında.

Bu dil var ya bu dil, Kaşgarlı Mahmut ile dost olabilmektir. Yusuf Has Hacip’in yüreğini görebilmektir. Karacaoğlan’ın yandığı kara kızın elinden bir tas ayran içebilmektir. Bu dili sevmek ve lâyığı ile konuşmak Âşık Veysel’in gözünde fer olabilmektir. Dadaloğlu’nun sinesinde nâr olabilmektir. Ömer Seyfettin’in kırık kaşağısında çocukluğumu görebilmektir. Kemâlettin Tuğcu’nun satırlarında öksüzlüğümü yetimliğimi hissedebilmektir.

Bu dil var ya bu dil, kendisini ana dil bilenlerden sadâkat bekler. Bu sadâkat; ‘ben Türk milletinin bir ferdiyim‘ diyen ve bu millete mensup olmaktan gurur duyan herkesin kutlu vazifesidir. Bu ruh ve şuurla gücümüze güç katacağımız, şanımızdan, şerefimizden ve kimliğimizden tâviz vermeyeceğimiz aşikârdır. Böylece çok daha büyük mesâfeler kat edilecek, çok daha büyük başarılarla Türkün ses bayrağı dalgalandırılacaktır. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti önünde uzanan aydınlık yolda, emin adımlarla ilerlemeye devam edecek, benimsediği, millî ilkeleri koruyarak medenî dünyanın en şerefli üyesi olmaya devam edecektir.

(Antalya’da yayınlanan Nevzuhur Dergisi’nden iktibastır.)

(BİTTİ)

 

 

Önceki İçerikİYİ Parti’nin Başarısını Etkileyen Sebepler
Sonraki İçerik24 Haziran’da Ne Oldu? 3
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.