Yazar: Mehmet Kaan Çalen
Yayınlanma Tarihi: 29 Aralık 2024
Hüseyin Nihal Atsız, Mehmet Nâil Bey ile Fatma Zehra Hanımın ilk çocukları olarak 12 Ocak 1905’te İstanbul’da doğdu. Kadıköy’deki Fransız ve Alman okullarında başladığı ilköğrenimine, deniz binbaşısı olan babasının görevi sebebiyle kısa bir süre Süveyş’teki Fransız okulunda devam etti. İstanbul’a döndükten sonra sırasıyla Kasımpaşa’daki Cezayirli Hasan Paşa İlk Mektebi, Kadıköy’deki Hususi Osmanlı İttihad İlk Mektebi, Kadıköy Sultanisi’nin rüştiye kısmı ve İstanbul Sultanisi’nde okuyarak ilk ve orta öğrenimini tamamladı. 1922 yılında Askerî Tıbbiye’yi kazandı fakat etnik ve ideolojik bir mücadele ortamına girdiği bu okuldan Arap asıllı olduğunu bildiği bir subaya selam vermediği için 1925 yılında atılarak mezun olamadı.Askerî üniformayı çıkarmak zorunda kalması onu bir buhrana sürükledi ki otobiyografik özellikler taşıyan Ruh Adam romanında yaşadığı bu buhranı işledi. Tıbbiye’den çıkarıldıktan sonra bir süre yardımcı öğretmenlik ve gemi katip muavinliği yapan Atsız, 1926’da hem Darülfünun Edebiyat Fakültesi’ne, hem de parasız yatılı imkânı tanıyan Yüksek Muallim Mektebi’ne kaydoldu. Birlikte devam ettiği bu iki okuldan da 1930 yılında mezun oldu. 1931 yılında Fuat Köprülü’nün asistanı olarak Türkiyat Enstitüsü’ne girdi. Aynı yıl, 17 sayı çıkacak olan, Türkçü ve köycü bir söylemi benimseyen Atsız Mecmua’yı yayımlamaya başladı.
1932 yılında toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde, resmî tarih tezine muhalefet ederek Afet İnan ve Reşit Galib ile tartışan hocası Zeki Velidî Togan’ı desteklemek amacıyla yedi arkadaşıyla birlikte Reşit Galib’e bir protesto telgrafı gönderdi. Reşit Galib’in Maarif Vekili (Millî Eğitim Bakanı) olmasıyla birlikte Atsız Mecmua’daki bir yazısı bahane edilerek 1933 yılında Türkiyat Enstitüsü’ndeki görevine son verildi. Kısa bir süre Malatya’da Türkçe öğretmenliği yaptıktan sonra Edirne Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı. Edirne’de çıkarmaya başladığı Orhun dergisinde, resmî tarih tezini eleştirdiği için açığa alındı. Aynı yıl arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirdikleri Çanakkale gezisinin notlarını, Çanakkale’ye Yürüyüş ismiyle kitaplaştırdı. 1934 yılında, Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’nda Türkçe öğretmeni olarak çalışmaya başladı. Orhun dergisinde tefrika etmeye başladığı Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar isimli eserini 1935 yılında bastırdı. 1937 yılında, Birinci Göktürk Kağanlığı’nın çöküşünü ve Göktürklerin Kürşad önderliğinde giriştiği bağımsızlık mücadelesini anlatan meşhur tarihî romanı Bozkurtların Ölümü’nü, Ateş isimli çocuk dergisinde yayımlamaya başladı. Dört yıl kadar görev yaptığı Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’ndan 1938 yılında ihraç edilerek memuriyet kapısı kendisine kapatılınca, 1938-1939 yıllarında Özel Yüce Ülkü Lisesi’nde, 1939-1944 yıllarında da yine bir özel okul olan Boğaziçi Lisesi’nde çalıştı.
1943 yılında tekrar çıkarmaya başladığı Orhun dergisinde, dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na hitaben yazdığı iki açık mektupla komünistlerin kadrolaşma faaliyetlerine dikkat çekerek Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’i istifaya davet etti. Bu olay üzerine Orhun kapatıldığı gibi Atsız da Hasan Âli Yücel’in emriyle Boğaziçi Lisesi’ndeki görevinden uzaklaştırıldı. Atsız’ın söz konusu mektuplarda vatan hainliği ile itham ettiği Sabahattin Ali, Atsız aleyhine dava açtı. Davanın ikinci duruşmasının yapıldığı 3 Mayıs 1944 günü Türkçü gençlerin Atsız’ı desteklemek için Ankara’da yaptığı gösterilerle birlikte yakın tarihimizde Irkçılık-Turancılık Davası şeklinde bilinen süreç başladı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 19 Mayıs 1944 nutkunda Turancılığı vatan hainliği olarak tanımlayarak doğrudan dava sürecine müdahale etti. Atsız ve kendisiyle birlikte tutuklanan arkadaşları, çeşitli işkencelerden geçtikten sonra ancak 1945 Ekiminde Askerî Yargıtay’ın kararıyla tahliye olabilmişlerdir. 1946 yılında o güne kadar yayımlanmış şiirlerini Yolların Sonu isimli kitapta toplarken Osmanlı kroniklerini de yayımlamaya başlamıştır.
Uzun süre kendisine iş verilmeyen Atsız, 1949 yılında Süleymaniye Kütüphanesi’ne uzman olarak atanmıştır. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra Haydarpaşa Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanmışsa da 1952 yılında verdiği ve kendi tarih görüşünü açıkladığı “Türkiye’nin Kuruluşu” başlıklı konferans sebebiyle öğretmenlikten alınarak tekrar Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki görevine iade edilmiştir. Atsız’ın 1969’daki emekliliğine kadar sürecek olan en uzun memuriyet dönemi bu olmuştur. Bu uzun ve verimli dönemin önemli ürünleri olarak Birgili Mehmed Efendi, Gelibolulu Mustafa Âli ve Ebussuud Efendi’nin bibliyografyalarını hazırlamıştır.
Yayımına tefrika olarak başladığı Bozkurtların Ölümü romanını 1946 yılında tamamlayarak bastıran Atsız, 1949’da da Bozkurtlar Diriliyor adıyla romanın devamını yayımlamıştır. 1956 yılında çeşitli makalelerini derleyerek Türk Ülküsü adıyla kitaplaştırmıştır. 1958 yılında bir diğer tarihî romanı Deli Kurt’u yayımlamıştır. Otobiyografik özellikler taşıyan Ruh Adam romanı ise 1972 yılında okuyucularla buluşmuştur. Orkun dergisinin 1950-1952 ve 1962-1964 yıllarındaki kısa yayın hayatından sonra Atsız’ın çıkardığı son ve en uzun ömürlü Türkçü dergi, 1964-1975 yıllarında çıkan Ötüken olmuştur. Ötüken’de bölücü faaliyetlere dikkat çeken yazıları sebebiyle 15 ay hapse mahkum edilmiş ve 1973 yılında tutuklanmıştır. Fakat affedilmesi için bilim insanları ve üniversite öğrencileri tarafından yapılan kampanyanın sonucunda, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk cezasını affetmiş ve iki buçuk ay kadar hapis yattıktan sonra tahliye edilmiştir. Hüseyin Nihal Atsız, 11 Aralık 1975 Perşembe günü, geçirdiği kalp krizine bağlı olarak hayata gözlerini yummuştur.
Atsız’ın modern Türk düşüncesi içindeki özgün yeri ile etki alanını milliyetçilik ve tarih yorumu belirler. Türk milliyetçiliği veya Türkçülük, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ortaya çıkan üç kimlik siyasetinden birisiydi. II. Meşrutiyet döneminin Balkan Savaşları’ndan sonraki kısmında, Ziya Gökalp ve Akçuraoğlu Yusuf (Akçura) gibi düşünürlerin, Ömer Seyfettin ve Halide Edib (Adıvar) gibi edebiyatçıların, Türk Ocakları gibi çatıların, Türk Yurdu ve Yeni Mecmua gibi süreli yayınların etkisiyle altın çağını yaşamıştı. Erken Cumhuriyet yıllarında, bilhassa 1931’de Türk Ocakları’nın kapatılmasından sonra, Türkçülük, milliyetçiliğin baskın yorumu olarak Kemalizm tarafından massedilmiş ve kendisini ancak Kemalist paradigma içinde ifade edebilecek bir seviyeye gerilemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ideolojik alana Türkçülük ve Türkçülüğün tarih tezleri hâkimmiş gibi gözükse de aslında Türkçülük bu hâkim mevkii Batıcılık ile paylaşıyor ve Batıcılığın Türkçülükle melezlenmesi gibi Türkçülük de giderek daha Batıcı bir söyleme doğru kayıyordu. Yeni şartlara uyarlanmak adına Turan idealini ve millet anlayışındaki baskın İslâmî tonu terk ederken tarih tezlerini de bu minvalde tadil ediyor, mesela Cengiz Han imgesi etrafında inşa ettiği Turancı mitoslarını kenara ayırıyor, en azından gerilere doğru itiyordu. Örgütlü Türkçülüğün ana çatısı olan Türk Ocakları, II. Meşrutiyet döneminde siyasetten uzak kalmaya ve kurumsal özerkliğini muhafaza etmeye özen göstermişti. Cumhuriyet’in ilk zamanlarında da, 1927 yılına kadar, görece bir özerkliğe sahip olduğu ifade edilebilir. Ancak Millî Mücadele sürecindeki kader ortaklığından başlayarak CHF kadroları ile Ocaklar iç içe geçmişti. Ocaklılar CHF’ye, CHF kadroları da Ocaklara üye olurken Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Akçuraoğlu Yusuf, Ahmet Ağaoğlu, Mehmed Emin (Yurdakul) gibi üst düzey Ocaklılar da Kemalist seçkinler içerisindeki yerlerini alıyorlar, devrimlerin halka mâl edilmesi için roller üstleniyorlardı. Böylece Türkçülüğün ilk dönemi kapanıyordu. Ana damar Türkçülük Kemalizm içinde erir, İmparatorluk döneminin gedikli Türkçüleri de Kemalizme iltica ederken 1930’lardan itibaren Türkçülüğün tarihçesinde yeni bir dönem açılır ve hem Kemalist kültür devrimleri ile dil ve tarih tezlerine, hem de doğrudan başta Mustafa Kemâl Atatürk olmak üzere Kemalist seçkinlere ve tabiî ki Kemalist seçkinler içerisinde dönüşmüş Türkçülere muhalif yeni bir Türkçü dalga oluşmaya başlar. 1930’ların başında resmî tarih tezine muhalefet ettiği için üniversiteden atılan ve başta Turancılık olmak üzere Türkçü idealleri dirilterek resmî ideolojiden pek çok bakımdan kopuşu temsil eden Atsız, bu yeni Türkçü dalganın lideri ve en etkili sesi konumundadır. Özellikle 1940’lı yıllara Kemalizmden ayrışan Türkçülüğün yeniden yükselişi eşlik eder. Bu ayrışma sadece Kemalizmden değil bir bakıma imparatorluk devri Türkçülüğünden de kopuşu temsil eder aslında. Mesela Atsız’ın Türk Ocakları’nın efsanevî başkanı Hamdullah Suphi aleyhinde yazdığı müstehziyâne satırlar ile Akçura ve Akçura’nın Türkçü metinleri karşısındaki suskunluğu bu kopuşu somutlaştırır.
Atsız’ın Türkçülük yorumu ırkçılık ve Turancılık üzerine kuruludur. O, ırkçılığı ve Turancılığı Türkçülüğün olmazsa olmaz iki kurucu unsuru, “lâzım-ı gayr-i müfârık”ı olarak kodlar. Atsız’ın ırkçılığı milleti/Türklüğü kanla, soyla, genetikle, antropolojik unsurlarla tanımlamasında; milletin/Türklüğün tarifinde kültür, dil, vatandaşlık gibi unsurları ikincilleştirmesinde, ötelemesinde, hatta önemsizleştirmesinde; Türklerin diğer milletlerden üstün olduğu düşüncesinde; Türk ırkını yozlaştıracağı düşüncesiyle ırkî karışmaya ve melezleşmeye karşı çıkmasında somutlaşır. “Türk milleti eşittir Türk ırkı”dır Atsız’ın düşünce dünyasında. Bu önerme, milletle ırkın eş anlamlılığını değil milletin ırkla açıklanmasını, ırka indirgenmesini ifade eder. Eğer ırkla milletin bir eş anlamlılığı söz konusu edilecek ise bu bütün milletler için değil, Türkler için geçerlidir; zira her milletin millet olma durumu ve millet tarifi kendisine mahsus olması gerektiği için farklılıklar arz eder Atsız’a göre. Türk milletinin tanımına göre Türk olmak için önce kanı, soyu, ırkı “Türk olmak” lazımdır. Bu minvalde Atsız, Türk ırkının üstünlüğünü de sık sık dile getirir, Türkçülüğü de “Türklerin başka uruklardan üstünlüğü düşüncesi” olarak tarif eder. “Türkçü, Türk soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir.” “O, yorulmadan, bıkmadan Türk soyunun üstünlüğünü anlatacaktır”. Atsız’a göre dünya milletlerinin hayran olduğu bir “ırkî asaleti” ve “insanlık meziyetleri” vardır Türklerin. Bu ırki asalet düşüncesi millî narsisizme, kendi kendine tapınmaya dönüşür. “Millî benliğimize inanalım. Milletimize tapalım.” diye çağrıda bulunur.
Bir laboratuvar ırkçılığını reddeden Atsız, kendi ırkçılık düşüncesini “içtimai ırkçılık” olarak kavramsallaştırır. Buna göre Türklüğü, “ Türk soyundan (kökünden) gelenlerle Türk soyundan (kökünden) gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğu” şeklinde tanımlar. Nihayet milleti “kan ve dil” ortaklığı ile açıklar. Bir insanın Türk olabilmesi için tabii ki “önce kanının Türk” fakat ikincil olarak “dilinin Türk” olması gerekir. “Dilek” bu ikisinden sonra gelir. Ancak Atsız’ın düşünce dünyasında dilin ırk yanındaki konumu her zaman zayıftır çünkü kaybedilen dil yeniden öğrenilebilir, yozlaşan dil aslına irca edilebilir ancak kaybedilen ırk geri kazanılamaz ve belki de daha önemlisi dil yabancıya da açık, yabancı tarafından da öğrenilebilecek bir şey, dolayısıyla yabancının sızabileceği güvenli olmayan bir alandır. Dil değişken, açık ve güvensiz, ırk ise sabit, kapalı ve korunaklı olduğu için millet ırkla eşitlenmelidir. Bu yüzden “Türklükte dil meselesi kandan sonra gelir.” Böyle olunca Türkçe bilmeseler de Atsız’ın ölçüleriyle “antropoloji bakımından mükemmel Türk olan insanlardan”, Türkçeden başka bir dil bilmeseler de asla Türk olamayacaklardan bahsetmek imkânı oluşur. Hatta Türkçesiz bir Türklük bile mümkün hâle gelir.
Atsız ve kardeşi Nejdet Sançar, “ırkçı” sıfatını açıkça üstlenirler ki Atsız’ın milliyetçi düşünce geleneği içerisindeki özgün konumu da büyük ölçüde ırkçılık konusundaki bu üstlenmeden kaynaklanır. Atsız’ın milliyetçiliğin ırkçı bir yorumunu benimsemesindeki sebepler birkaç açıdan tartışılabilir. Öncelikle geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemleri Türk düşünce dünyasına dair çizilecek bir çerçeve Atsız’ın ırkçı düşüncelerini anlamak adına faydalı olabilir. Osmanlı-Türk aydınlarının 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dönemin ruhuna ve bilimsel paradigmasına uygun olarak biyolojik materyalizm, pozitivizm, evrim, sosyal Darwinizm gibi söylemlerden etkilenmeye başlaması; bilimsel ırk kuramları ile antropoloji, etnoloji, etnografya literatürünün Türk düşünce hayatına, Mülkiye ve Darülfünun gibi okulların müfredatına, matbuat yoluyla kamuoyuna girmesi ve bütün bu gelişmelerin iki savaş arası dönemde tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bilimsellik görüntüsü altında revaç bulması geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerindeki ırk düşüncesinin zeminini ve ufkunu teşkil etmiştir ki bu ufuk Atsız’ın da dahil olduğu bir neslin yetiştiği “habitus”u anlamamıza yardım eder. İnsan türü, insan ırkları, ırk, ırk ıslahı, ırk ve sağlık, antropoloji, etnoloji, etnografya gibi konularda, Osmanlı-Türk matbuatında 19. yüzyılın sonlarından itibaren çeşitli yazılar ve kitaplar yayımlanmaya başlanır ve II. Meşrutiyet ile birlikte sayısı epey artan bu tarz metinler erken Cumhuriyet döneminde zirve noktasına ulaşır. Demek oluyor ki 1860’lardan itibaren Osmanlı-Türk aydınları insan ırkları ve antropoloji etrafında Avrupa’da gelişen literatürden, ırkçı bir söylem içinde Türkler aleyhine neler söylendiğinden haberdardılar ve bilimsel bir söylem içerisinde ırk kavramını paylaşıyorlardı. Osmanlı-Türk aydını için “ırk” kavramı, hem Batılı pozitif bilimin dünyasına açılan bir kapı, hem dünyayı, toplumu, kendi kültürel ve tarihsel gerçekliğini anlamanın ve dönüştürmenin bir aracı, hem de Batıya Batıca bir cevap verebilmenin imkânıydı. Bu bağlamda Atsız’ın ırkçı düşünceleri, en azından 1940’lı yılların ortalarına kadar kendi dönemi içerisinde bir istisna teşkil etmiyordu.
İkinci olarak, Atsız’ın ırka dayalı Türkçülük anlayışının şekillenmesinde etkili olan biyografik unsurlar da üzerinde durmaya değerdir. İmparatorluğun çöküş ortamı Atsız’ın sosyalleştiği şartları ve milliyetçilik yorumundaki ırkçı söylemi anlamımıza yardım eder. İkinci Meşrutiyet yıllarındaki kargaşa ve kaos, Balkan Savaşlarının yarattığı travma, etnik çatışmalar, Birinci Dünya Savaşı, Mütareke ve Sevr, nihayet Millî Mücadele; İmparatorluğun son, Cumhuriyet’in ilk nesillerinin sosyalleştiği koşulları belirler. Bu süreçte gayrimüslim ve gayri Türk unsurlar karşısında Türklerdeki yalnızlaşma duygusu, Avrupa emperyalizmi, İmparatorluğun çöküşü ve bekâ kaygısı belirleyici olmuştu. Nitekim yok oluş psikolojisi ile azınlıklara duyduğu tepkinin ırkçı görüşlerinin şekillenmesinde etkili olduğu bizzat Atsız tarafından da ifade edilmiştir. Bu minvalde ırkçılığın azınlıklara karşı bir savunma silahı olduğunu sık sık dile getirmiş ve Türkçülüğü besleyen dört kaynak içerisinde, “devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyla doğan tepki” ile “Türklerin 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntıları” zikretmiştir. Yine bu hususta Atsız’ın çocukluk yıllarında okuduğu Kadıköy’deki Fransız ve Alman okulları ile Süveyş’teki Fransız okulundaki kozmopolit ortamın Atsız da ilk ırkçı ve ksenofobik eğilimleri tetiklediği düşünülebilir. Eş zamanlı olarak Aile ortamı içerisindeki telkinlerin de milliyetçilik şuurunun uyanmasında etkili olduğu anlaşılmaktadır. 1972 tarihli bir beyanatında “Türklüğümü hem evde hem de ilkokul sıralarında duymaya başladım” diyor Atsız. Subay olan babası tarafından Atsız’a okutturulan Mehmed Emin’in şiir kitapları Türkçülük yolunda ilk etkiler olarak gözüküyor. Gökalp’in şiirleri ve Rıza Nur’un Türk Tarihi ile devam eden okumalar bu etkileri pekiştirmiştir. Atsız’ın ırkçı düşüncelerle tanışmasında Tıbbiye de önemli bir rol oynamış olmalıdır. Tıbbiye hem sosyal Darwinizm, biyolojik materyalizm, pozitivizm, elitizm ve ırkçı antropoloji hem de Türkçülük hususunda öncü bir konuma sahipti. Hüseyinzâde Ali (Turan), Hasan Ferit (Cansever), Rıza Nur gibi önemli Türkçüler, Türkçülüğün de neşv ü nemâ bulduğu en bereketli topraklardan birisi olan Tıbbiye’de yetişmişlerdi ki Türk Ocakları’nın kuruluşuna giden süreç de 190 Tıbbiye öğrencisi tarafından başlatılmıştı. Bu itibarla genç doktorları, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminde milliyetçi hareket içerisinde yoğun bir şekilde görmek mümkündü. Son olarak, Atsız uğradığı mağduriyetleri genellikle bir etnik çatışmayla gerekçelendirir. Askerî Tıbbiye’den atılmasını Türkler ile Araplar, Kürtler, Arnavutlar, Çerkezler arasındaki etnik çatışmaya bağlaması, Deniz Gedikli Okulu’ndan uzaklaştırılmasının altında da yine bir etnik mücadele görmesi, hatta Kemalist seçkinlerle yaşadığı sorunları da çoğu zaman aynı açıdan değerlendirmesi şüphesiz Atsız’ın ırkçı söylemini daha da sertleştirmiştir.
Turancılık da ırkçılık gibi Türkçülüğün doğal bir sonucu, olmazsa olmazıydı Atsız için. Ortak kan ve ırk düşüncesi, milleti siyasî sınırların, dil ve kültür farklılıklarının üstünde bir süper aile, bir akraba cemaati haline getiriyordu. Bu akrabalık cemaati, bize “bir Kırgız’ın damarındaki kanın kendi damarımızdaki kan” olduğunu tahayyül ettirir. Bu bağlamda Atsız Turancılığı sık sık aile metaforuyla savunur. Yeryüzünde yaşayan bütün Türkler bir kardeşler topluluğudur, bir büyük ailedir. Tek bağımsız Türk topluluğu olarak Türkiye Türklerinin esas vazifesi ve büyük ülküsü de esir kardeşlerini esaretten kurtarmak ve Türk birliğini kurmaktır.
Atsız’ın rakip “Türk milliyetçilikleri” olan Kemalist ve Anadolucu milliyetçiliklere dönük ırkçılık ve Turancılık penceresinden yaptığı eleştiriler, milliyetçi düşünce geleneği içerisindeki özgün konumunu görmek açısından gayet öğreticidir. Atsız, toprağa ve vatandaşlığa dayalı “eksik ve yanlış milliyetçilikleri”, yani Kemalist ve Anadolucu milliyetçilikleri reddeder. Türkçülük ve milliyetçilik ayrımıyla, Türk milliyetçiliğinin eksiksiz, tam, doğru, hakiki hâli olarak Türkçülüğü diğer Türk milliyetçilikleri karşısında emsalsiz, sıradanın üstünde özel bir yere oturtur. Kemalist milliyetçilik, 1930’larda ve 1940’ların ilk yarısında yoğun bir antropolojik Türk ırkı söylemine sahip olsa bile son tahlilde teritoryal, seküler, modernist ve asimilasyoncu bir modeldi. Atsız, pasaport ve anayasa Türkleri dediği Kemalist Türklük tanımına da, Kemalist dil ve tarih tezlerine de ve kendisini sürekli mağdur eden Kemalist elitlere de muhalifti. Kemalist teritoryal milletleşme projesi, Türkçü irrendentist projeyi, yani Turancılığı biraz da dönemin Rusya ve diğer komşularla iyi geçinmeye zorlayan uluslararası politik şartlarının zorlamasıyla reddediyordu. Resmî milliyetçilik ve Anadoluculukla Atsız’ın arasındaki mesafenin açıldığı en önemli yer de burasıydı. Atsız’a göre Anadoluculuk da millî tarihi 1071’den başlatarak zaman planında, vatanı ise Anadolu ile sınırlayarak mekân planında Türklüğü bölüyordu.
Atsız’ın Türk tarihine bakışı da kendi milliyetçilik anlayışı ve Türklük tanımında temelleniyordu. Atsız, Türk Dili ve Edebiyatı bölümü (edebiyat zümresi) mezunu olmasına rağmen daha çok tarihle ilgilenmiş ve tarihçi yönüyle tanınmıştır. Türkçü tarih anlayışının en karakteristik tezi olan bütüncül tarih görüşünü, “devlette devamlılık esası”yla yeniden sistemleştirme denemesi onun tarih düşüncesinin en özgün tarafını teşkil eder. “Devlette devamlılık esası”yla, birbirinden kopuk devletler tarihi gibi algılana gelen Türk tarihinin devamlılığını sadece sosyo-kültürel düzeyde ve basit bir kronolojik hat üzerinde değil de hanedan ve rejim değişikliklerinden etkilenmeksizin en üst ideal olarak doğrudan devletin devamlılığı şeklinde kuran anlayış kastedilmektedir. Burada artık sadece bir milletin tarihî yolculuğu değil, belki de milletin tarihî devamlılığını ve varoluşunu da mümkün kılan bir üst-devamlılık, bir politik kesintisizlik, bir devletli süreklilik, bir devletli millet söz konusudur. Atsız kendi tarih tezini inşa ederken Ali Suavî’den ve hatta bir klasik dönem tarihçisi olan Neşrî’den ilham almış olmalıdır. Bu konuda daha somut etkiler ise Rıza Nur ve Mükremin Halil Yinanç’tan gelmiştir.
Atsız, Osmanlı hanedanının soyunu bir şecere ile Oğuz Han’a kadar uzatan Osmanlı tarihlerinin tutarlı bir tarih anlayışına dayandığını savunur. Hoca Sâdeddin ile beraber bu anlayıştan kopulup Türk tarihinin Osmanlı tarihinden ibaret sayılmasını eleştirir. Süleyman Paşa ile beraber tarihi mekân ve zaman Osmanlı dışındaki Türk tarihini kapsayacak şekilde yeniden genişler ancak bu genişleme sistemsizlikle maluldür. Çünkü her hükümdar sülalesi ayrı bir devlet gibi kabul olunarak Türk tarihi parçalanmakta, “sıralanmış bir bütün hâline konulamamaktadır.” Atsız’a göre Meşrutiyet’ten sonra tarih sistemi karışmaya başlamış, Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarıyla birlikte “acınacak hale” gelmişti. Nitekim Türk tarihinin kadrosu, başlangıcı ve devirleri konularında bir mutabakat olmaması bu hali somutlaştırıyordu.
Atsız’a göre Türkiye’de geçerli olan ve “sülale ve rejim tarihini esas alan” tarih görüşü yanlış, hatta milli mevcudiyet açısından zararlıydı. Bunun yerine Türk tarihi “millet-devlet” ilkesi kabul edilerek sistemleştirilmeliydi. Atsız’ın tarih tezinin esası Rıza Nur ve Mükremin Halil’de olduğu gibi Türk tarihindeki her hükümdar sülâlesini ayrı bir devlet kabul etmenin yanlışlığı üzerine kuruludur. “Türk tarihi aralıksız bir bütündür. Mesele, onu sistemleştirmekten ibârettir.” diyen Atsız’ın nazarında hanedan değişikliklerinin ehemmiyeti ancak “günümüzdeki kabine değişmeleri ile kıyaslanacak kadar basittir”. Buna göre “Türkelinde Kun, Gök Türk, Uygur, Selçuk, Osmanlı devletleri yok, sülâleri vardır.” Dolayısıyla Türkler söylendiği gibi o kadar devlet kurmuş değil, hanedan değiştirmişlerdi. 16 devlet ve benzeri söylemler de bir masaldan ibaretti. Bir Türk devleti hep vardı, devlette değişen hanedanlar ve rejimlerdi. Atsız İngiltere, Fransa, Almanya gibi diğer devletlerden verdiği örneklerle de bu iddiasını pekiştirir.
Devlette devamlılık esaslı bu yaklaşıma göre Atsız’ın Türk tarihi için teklif ettiği sistem ve dönemleştirmede Türk tarihi önce “1. Anayurttaki Türk tarihi”, “2. Yabancı illerdeki Türk tarihi” olmak üzere ikiye taksim edilir. Atsız, Türk tarihi denilince bilhassa anayurttaki tarihin hatıra gelmesi gerektiğini ikaz eder. Yabancı illerdeki Türk tarihi, hâkim Türk sülalelerinin Mısır, Hindistan gibi memleketlerde yabancı milletlere dayanarak kurdukları devletlerin tarihidir ki hanedan ve ordu Türk karakterini muhafaza ettiği sürece Atsız bunları Türk tarihinin bir parçası kabul eder. Anayurttaki tarih için ise hanedanları esas alan bir taksimat yapar. Atsız’ın tasnifine göre Türkler birincisi “tarihin karanlıklarından itibâren başlayarak son çağa kadar gelen ve kaybedilen, yani Türkistan’daki, asıl anayurttaki” ve “ikincisi de XI. Yüzyılda kurulup günümüze kadar gelen Önasyadaki” olmak üzere iki devlet kurmuştur. Atsız, Anadoluculardan farklı olarak ikinci devletin kuruluş tarihi olarak 1071’i değil, 1040’ı kabul etmektedir. İki Türk devletinin çağları ise şu şekildedir:
“Doğu Türkeli’nde: Şu çağı M.Ö. XII.-M.Ö.VII., Sakalar çağı M.Ö. VII.-M.Ö.III., Kunlar çağı M.Ö. III.-M.S. 216, Siyenpiler çağı 216-394, Aparlar çağı 394-552, Gök Türkler çağı 552-745, Dokuz Oğuzlar-On Uygurlar çağı 745-840, Uygurlar çağı 840-940, Karahanlılar çağı 940-1123, Karahıtaylar çağı 1123-1207, Sekizler çağı 1207-1218, Çengizliler çağı 1218-1370, Aksak Temirliler çağı 1370-1501, Özbekler çağı 1501-1920.
Türkiye’de: Selçuklular çağı 1040-1249, İlhanlılar çağı 1249-1336, Büyük beğlikler çağı 1336-1515, Osmanlılar çağı 1515-1922, Cumhuriyet çağı 1923’ten itibâren.”
Bu tabloda, anayurttaki Türk tarihi aralıksız bir bütün telakki edilmekte ve Atsız’ın kendi deyimiyle “3000 yıldır devletle yaşamanın” vereceği bir özgüven yaratılmaktadır. Hanedan ve rejim değişiklikleri manzarayı değiştirmemektedir. İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş bir rejim değişikliği şeklinde takdim edilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun doğal bir devamı olduğu vurgulanmaktadır. Tezin doğal bir sonucu olarak Cengiz ve Timur da Türk tarihinin kadrosuna katılmakta, Anadolucu tarih tasavvurunun bir yabancı işgâli addettiği İlhanlılar da Türkiye Devleti’nin devamlılık zincirinde önemli bir halka olarak yer almaktadır. Bütünlüğü kuran gerek hükümdar sülalelerinin gerekse halkın Türk ve Turan ırkından olmasıdır. Atsız’ın esas kaygısı, çok devlet kurmanın tersten okununca çok devlet yıkmak anlamına da gelebileceğine, dolayısıyla bunun bir siyasî istikrarsızlık alameti gibi yorumlanabileceğine, yani Türklerin devletlerini uzun süre yaşatmak kabiliyetinden mahrum oldukları, daha mühimi Cumhuriyeti de uzun süre yaşatamayacakları sonucunun çıkarılabileceğine dairdi. Atsız kurduğu tarih anlatısıyla en eski devirlerden başlayarak Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar bütün Türk tarihini ve bu tarihin üzerinde geçtiği Turan coğrafyasını kuşatıyordu. Özellikle Osmanlı ve Cumhuriyet arasında kurduğu süreklilik ilişkisi ve bu konuda Türk Tarih Tezi’ne dönük itirazları zaman zaman tepki çekmiş ve memuriyetten uzaklaştırılmasına kadar uzanan mağduriyetlerle sonuçlanmıştı.


