Hürriyet Nazlı mı Nazlı

66

“Hürriyet”i kötü yorumlamamalıyız. Yoksa elimizden kaçar. Nitekim 1908’de Meşrutiyet’in ilânı ile birlikte gerçekleşen ve halk arasında “Hürriyet” denen sistemin kıymet ve değerini lâyıkıyla bilemedik. Çünkü hürriyet; hükümlere uymakla, İslâm’ın usul ve kaidelerini hesaba katmakla ve güzel ahlâkla gerçekleşir ve gelişir. İslâm tarihinde ilkler yani Sahabeler zamanında, dünyada vahşet ve zorla baskı altına alma; hükmünü yürütüyordu. Buna rağmen Sahabe’nin; hürriyet, adalet ve eşitliği sağlamayı başarmaları bu iddiaya geniş bir delildir.

Yoksa, hürriyet; sefahate yani zevk ve eğlenceye aşırı derecede düşkünlük sanılırsa, bir esirlikten çıkıp, başka bir esirliğe girilmiş olunur. Yoksa, hürriyet; meşru ve helal olmayan lezzet ve zevklere yönelmek, israfa kapılmak, saldırı ve tecavüzlere cesaret ve cür’et etmek sanılırsa; bir bataklıktan çıkıp başka bir bataklığa saplanmış olunur. Yoksa hürriyet; her şeyde kendini aşırı bir şekilde ölçüsüz bir serbestiyet içinde bulmak ve bilmek şeklinde yorumlanır ve buna göre gereği yerine getirilirse; aslında alçakların istibdat ve baskıları, onların aşağılık olan esirliklerinin altına girilmiş olunur.

Bütün bunlar milletin rüşdüne ermediğini gösterir. Bütün bunlar, milletin sefih yani faydayı ve zararı ayırdetme yeteneğinden yoksun olduğunu gösterir. Bütün bunlar paralanmış olan eski esarete -yazık çok yazık ki- milletin lâyık olduğunu gösterir. Bütün bunlar, -maalesef- milletin hürriyet gibi bir fazilet ve üstünlüğe liyakatsizliğini gösterir. Çünkü sefih olanın; kendi malını kullanmaktan men’ edildiğini gösterir. Bütün bunlar, parlak ve debdebeli yani gösterişli olan İslâm’ın; her şeye yeten meşru hürriyet hudutları içinde kalmaya kabiliyetlerinin olmadığını gösterir. Bütün bunlar muhteşem millî birliği bozar. Çürümüş ve kokuşmuş olan durum ve keyfiyetlerle, fena bir hastalığa yakalanacağını gösterir.

Oysa, takva ehli olan inananlar ve vicdan sahiplerinin tefsir ve yorumları; hürriyete bakışları böyle değil.

Milletimize ait olan yeteneklerimizin mert yapısına, tüm bu saydıklarımız yakışmıyor. Öyleyse aldanmayalım. “Safa vereni al, keder vereni bırak.” kaide ve kuralını hareketlerimize prensip edinelim.

“Hürriyet” kavramının da şüphesiz artıları eksileri olduğunu bilelim.

Kısaca demek lâzımsa: Günahların, kabahatlerin ve suçların ve medeniyetin menfî taraflarının, fenalık ve kötülüklerinin; hürriyetin sınırlarından içeri girmesine ve müspet medeniyetin içine sızmasına; ancak İslâmiyetin yüksek prensipleriyle engel olunur.

Böylece müspet medeniyetimizin gençliği; İslâm’ın hayat veren suyu ile korunmuş olur.

Çünkü bize, uygarlaşma yolunda Japonlar gibi davranmak düşer. Çünkü onlar Avrupa’dan medeniyetin güzel taraflarını almakla beraber, her milletin devamlılığın özü olan millî âdetlerini korudular. Hürriyet’ten ne anlamak lâzım geldiği hususunda bize güzel bir örnek oldular.

Oysa hürriyet nimetini sınırsız ve ölçüsüz şekilde harcayan bozuk fikir sahipleri, yani hürriyet altında istibdat, baskı ve zulümleri arzu edenleri durdurmak lâzım. Oysa istibdatı sonsuz olarak ölüme mahkûm etmek gerek. Oysa geçmişin çukurunda gömülü olan istibdatı, artık unutmak icabeder. Oysa zamanın gürültülü coşkunluklarının seli içinde yuvarlanan ve boğulan zulümleri bir daha görmemek için, hürriyet’in hayat tarihinden alınacak dersle; mazideki istibdat ile hâldeki hürriyet arasına artık delinmez ve aşılmaz demirden bir sed ve engel çekmek zaruri ve elzemdir.

Bunun gerçekleşmesi için hürriyeti; İslâma uygun fikir alışverişi demek olan meşveret, şura, istişare, danışma, seçme seçilme çerçevesine oturtmak gerek. Şayet oturtmuşsak devamını mutlak surette sağlamak, bu hürriyetin emniyet ve korunmasını kararlı bir şekilde devam ettirmenin şuur ve bilincinde olmak icabeder. Çünkü Türk Milleti ve Türk Devleti’nin eski güç ve kuvvetine kavuşması, ancak buna bağlıdır. Yoksa -Allah göstermesin- nazenin hürriyet elimizden uçup gider.

Velhasıl:

“Hürriyet” nazlı mı nazlı

Düşmanları çok azılı

 

 

Önceki İçerikÇılgın Bir Mucit – Elon Musk
Sonraki İçerikEğitim Sistemimiz
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.