Terör ve karmaşa her alana sıçrıyor. Spor ve özellikle futbol bundan nasibini aldı. Bazı taraftarlar tuttukları kulüple kendilerini o ölçüde özdeşleştiriyorlar ki, yapılan bir haksızlık veya yanlış bir hakem kararı taraftarı saldırıya geçiriyor. Aslında bu onlara göre savunmadır. Taraftarı bu şekilde davranışa etkileyen faktörlerin başında, spor basınındaki bazı haber ve yazılardaki kontrolsüzlük ve sorumsuzluk, tiraj arttırma veya taraftarın sanki avukatı rolüne soyunma, yanlış beyanda ısrar eden kulüp yöneticilerivardır. Taraftarın bir kısmı belki hayatta başka beklentisi kalmamış; birçok şeyini yitirmiştir. “… Senden başka benim neyim var” şeklindeki haykırış veya hıçkırık şeklindeki tezahürat taraftarın toplumda yalnızlaştığını gösteriyor. Çözüm yalnızlaşan insanı sosyalleştirmek, topluma aidiyet hissini uyandırmaktır. Sosyal bağların güçlendirilmesi, ilişkilerin geliştirilmesi şarttır. Maddeci ve faydacı ilişki düzenine tepkide spor adeta vasıta oluyor. Bizim sorunumuz topluma ve Türk milletine mensubiyet şuurunu güçlendirmektir. Oysa hala yeni anayasa adındaki kumpasta küreselleştirmenin liberal rüzgârları doğrultusunda insanı merkez yapmaktan bahsediliyor. Anlaşılan hala ağacın farkına varanlar, ormandan habersizdirler.
Artık yeter! Türk milleti nasırlaşmış bir takım tartıştırma ve çatıştırma örnekleri ile meşgul edilmemeli; yapay gündemlerle kilitlenmemeli; asıl sorunlar göz ardı edilmemelidir. Herkes kalitesini ortaya koyuyor. Akıl ve mantık fevri hareketlerin ve şuur altına yerleşmiş kamplaştırıcı kötü örneklerin yerine geçmelidir. Bu ülkenin hala kısırlaiklik tartışmalarına ihtiyacı yoktur.
Milli mutabakatlarını sağlayamayan ve kararsız toplum manzarası çizen ülkeler, başarılı ve geçerli ne eğitim ve kültür politikaları uygulayabilirler; ne de kararlı ve başarılı bir dış politika izleyebilirler. Yeni anayasa ve ondan çok farklı olan anayasa değişiklikleri de buna dâhildir.
Bizde her nesil kendinden öncekileri yetersiz bularak dünyayı yeniden keşfetmeye çalışıyor. Yasa ve anayasalarda o ülkenin toplum yapısına ve milletlerarası hukuka göre neler yapılmalı sorusunun cevabını aramak yerine; eskiyi rafa kaldırır, yeninin peşine düşeriz. Konulara tarihi metottan istifade etmeden yaklaşırız; çelişkiler ve sorunlar sürer gider. Bazı aydınlarımız ve hukukçularımız kendi sınırlı bilimsel ilgi alanlarını tek kabul ederek diğer bilim dalları ile dirsek teması kurmaya ihtiyaç duymaz. Fikir alışverişi ve istişareden kaçınılır. Bir meslek veya belirli bir bilim dalının adeta asabiyeti öne çıkar.
Sorun ne bilgi eksikliğindedir; ne de hukuk tekniği konusundaki yetersizlikte… Sorunun temeli metodolojiktir ve yanlışlar sürekli tekrar edilir. Bir kısır döngüdür gider. Önemli bazı yanlış ve sosyal hastalıklara da sebep olunur: Tepki anayasacılığı… Aslında tepki anayasacılığından şikâyet edilir; ama ona varmada maalesef gerekenler yapılır.
Hukukun, iktisadın ve tarihin aşırı siyasileştirilmesi, objektif bakışı doğru tespit ve çözümü önlemektedir. Bu durum bilim adamını da köreltiyor ve kısırlaştırıyor; kolay kamplaşmalara sürükleyebiliyor.
Bir sosyolog olarak anayasalarımızı incelemeye çalıştık. Her bir anayasa ister istemez hazırlandığı dönemin izlerini taşımaktadır. Bunu engellemek mümkün değildir; ancak o dönemlerin izlerinin temel veri olarak ele alınması, geleceğin anayasasını hazırlamayı engellemektedir. Anayasalar 10-15 sene gibi dönemler için değil; çok daha uzun dönemlerde fonksiyonel ve geçerli olabilecek şekilde düzenlenmek durumundadırlar. Tabii ki zaman zaman değişikliklerde yapılacaktır. Ancak, geçmişi ve Devletin varlığını inkâr edici, Türkiye’yi Türkiye olmaktan çıkarıcı tuzaklar da kabul edilemez. Türkiye Cumhuriyeti dışlanarak anayasa yeniden yazılamaz; zaten yasal olarak da suçtur. 1982 Anayasası bu imkânı vermiyor.
Bir dikkat çeken nokta da; ideal bir anayasa ile reel olanı birlikte düşünememe eksikliğidir. Bir anayasa çok ideal olabilir; ama o anayasa elbisesi topluma uymayabilir ve fonksiyonel de olamayabilir. Dış dayatmalar ve içerde marjinal bazı çevrelerin gürültüleri, küreselleştirmenin milletsiz ve devletsiz fert ve insan merkezli tuzakları aşılmalıdır.
Prof.Dr.M.Fuad Köprülü‘nün tarihçiliği üzerinde duran ve kendisine sosyoloji tarihinde de yer ayıran rahmetli hocam Ord.Prof.Dr.Z.F.Fındıkoğlu sosyal müessese ve disiplinlerden sadece birine hapsolmayı ve o alanı dogma haline getirmeyi yanlış bulurdu. O bakımdan, sosyal gerçekle olması gereken bağ ihmal edilmemeli, araştırmalara dayanmayan, tepeden inmeci, organik bir gelişmeyi esas almayan anayasacılık oyunlarından vazgeçilmelidir.
Ord.Prof.Dr.Z.F.Fındıkoğlu’na göre, yapacağı kanunlarla toplumun dertlerine ve ıstıraplarına çare aramak yolunda çalışan kanun vaaz edici, bir sanatkâr gibi toplum ile hemhal ve hemdert olmadıkça soyut olmaktan kurtulamaz. Böyle bir hemhallik olmazsa, soyut olmaktan kurtulamaz. Tatmin ettiği şey toplumun derdi değil; ancak kendi fantezisidir. Hukuki metinler ve yasalar deneme tahtası olmaya açık hale getirilmemelidir.