İnsan yeryüzünün halifesidir. İnsanı bu makama bizzat Yüce Allah seçmiştir. İnsanı bu makama bizzat Yüce Allah lâyık görmüştür. Allahü Zülcelal Hazretleri demek istiyor ki:
“Ey bütün varlık âlemi! Ben tümünüzü insan için yarattım. İnsanı ise kendim için var ettim. Öyleyse Bana itaat ettiğiniz gibi, O’na da itaat edeceksiniz! Çünkü insana itaat, Bana itaat demektir. Hadi bakalım, göreyim sizi. Emirlerimi nasıl yerine getireceksiniz?
“Fakat bir şartla insana itaat edeceksiniz. Yeryüzünün halifesi olduğunun belgesi niteliğinde olan “Bismillah” sözcüğünü söylediği takdirde. “Bismillah” lâfzını sarfettiği sürece; Benim mülkümde, Benim sahipliğimde, Benim adımı anarak bir işe kalkıştığı müddetçe. Benim çizdiğim çerçevede kaldıkça. Ey bütün varlık âlemi! İnsan denen kuluma itaatle mükellefsiniz.”
İşte itaatle mükellef / yükümlü oluşa, yaşanmış bir somut örnek:
Üstad bir zâtın mübarek bir talebesi; Van’ın tatlı meyillerine yaslandığı, haşmetli Erek dağının arkasında hocasıyla inzivada iken; yalçın dağlara bakan, derin bir vâdiyi gören, ürkütücü bir tabiat köşesinde uzlet hâlinde olup, her hafta Cuma namazı için Van’a inmektedirler. Bir Cuma, yine şehre inmiş. Bir Cuma’yı daha eda etmiş. Tekrar Erek dağının yolunu tutmuşlar. Etrafta dağ köyleri var. Kocaman, ürkütücü ve vahşi çoban köpekleri bulunmaktadır. Cuma dönüşünde, bu saldırgan köpeklerin hücumuna uğrarlar! Dağdan büyük bir hışımla, kendilerine doğru koşmaktadırlar.
Talebe, hemen yerden taş toplamaya başlar. Fakat hocası taşları attırmaz! Talebenin şaşkın bakışları arasında, elindeki şemsiyeyi köpeklere doğru uzatır. Onlara hitaben: “Biz der, hain değiliz, yolcuyuz. Görevinizi yaptınız. Artık çekilin önümüzden.” Köpekler bu hitap karşısında, talebenin korkulu bakışları arasında, bir anda oldukları yere, âdeta çakılıp kalır! Saldırgan hâllerini terkeder! Havlamayı keser! Hoca ve talebesi de, yollarına sâkince devam ederler!
Fakat bu işin söylendiği kadar, pek kolay olmadığı da bir gerçek. İşte misali:
Van’da bir kış gecesi. Bir sohbetten dönüyorum. Sokaktayım. Yürüyorum. Vakit gece yarısı. İn cin top oynuyor! Issızlık her şeye hâkim. Birden irkildim! Geçmem gereken sokağın ortasında, beş altı tane iri köpek dolaşmakta! Olsun, diyorum içimden. Geçer giderim aralarından. Değil mi ki, Allah’ın ismiyle hareket ediyorum. Kim dokunabilir ki bana? Korkma dal geç aralarından. Endişe etmene hiç gerek yok.
Fakat o da ne? Ayaklarıma bir türlü söz geçiremiyorum! Sanki gerisin geriye gidiyorlar! Oysa şehrin ortasındayım. Üstelik bu köpekler, insana alışkın olmalı. Ama bütün bu kendi kendimi telkinata tâbi tutmam fayda vermedi! “Bismillah” deyip köpeklerin arasına bir türlü dalamadım! Belki de hiçbir şey olmayacaktı. Elbette inançlıydım. Elbette Allah’ın dediği olurdu. Elbette herkesin dizgini, O Büyük Yaratıcı’nın elindeydi. Öyleyse neydi bu şaşkınlık? Nerden çıkıyordu bu tereddüt, bu kararsızlık?
Çünkü sevgili okur! O sokaktan geçmeden de, eve gidebilirdim. Biraz yukardan başka bir sokaktan geçerek eve ulaşabilirdim. Evet, eve varmakta başka yolların oluşu; tevekkül yâni Allah’ı vekil edinme inancıma gölge düşürmüş. Allah’a teslimiyetime gevşeklik vermişti. Deyim yerindeyse, istemiyerek gizli şirke girmiştim! İşte böyle yaralı bir ruh hâlimle, ne yapacakları meçhûl, o azgın köpeklerin arasından geçmeyi, bir türlü göze alamazdım. Nitekim alamadım.
Evet sevgili okur! Gördüğünüz gibi, sarfedilecek sözün aynı olması yetmiyor!
Dudak farkının da, aradan kalkması lâzım.
Nerde kaldı?
Benim Halife-yi Rûy-i Zemin olarak kendimi kanıtlamam.
Nerde kaldı?
Benim mânevî hüviyetimi ibraz etmem.
İşte, bizim gibilerin, kendilerini kanıtlamaktaki aczleri.
İşte bütün mes’ele bu. Tam bir dirayet, tam bir irade ile tüm yaratılmışa karşı, kimin kulu olduğumuzu ispat edemeyişimiz! Mahlûkatın itaat etmesi gereken kul olduğumuzu gösteremeyişimiz. Kısaca: “Hodri meydan!” diyemeyişimiz!