“Hikayelerle Hayat”

108

Oğluma bir köpek almak için veteriner arkadaşım Hüseyin’den yardım istedim. Cumartesi Foça yolundaki birkaç köpek çiftliğine gitmeye karar verdik.

Sabah beni evden aldı, bir köpek çiftliğine gittik. Çiftlikte bulunan veteriner teknisyeni bize köpekleri tek tek özellikleri ile tanıttı.  

– Eğer asil bir kangal düşünürseniz elimde bir tane Macar kangalı var dedi ve bizi tepenin en üstüne götürdü. Seslenerek köpeği çağırdı. Bu beyaz, iri bir kangaldı. Burada Macar kangalı ile karşılaşmak hiç aklıma gelmemişti ve bu beni yıllar öncesine götürdü…

***

Doksanların başında Avusturya, Macaristan ve Almanya’ ya gidecektim.  Bahar bitmiş yaz başlamıştı. Ankara’ya vize işlemleri için gitmiştim. Yaklaşık iki ay sonra yurt dışına çıkmayı düşünüyordum. Ankara’ya her geldiğimde yaptığım gibi Başbuğ’ u ziyarete gittim.

Özel kalemi içeride görüşmesi olduğunu, haber vereceğini söyledi. Bir çay içtikten sonra içerideki kişi çıktı ve kapıda Başbuğ beni gördü. Tok sesi, tebessüm eden yüzüyle;

– Hoş geldin evladım dedi.

– Hoş bulduk efendim diyerek elini öptüm. Odasına aldı.

Şefkat dolu sesiyle halimi, hatırımı sordu. Dışarıdan tanıyanlar tarafından çok sert bir görünüşü olduğu kanaati yaygın olmasına rağmen, bin dokuz yüz seksen beş yılından itibaren ve ocak başkanı olduğum dönemde Yakacık’ taki evinin giriş katında  üç yıla yakın, arkadaşlarla birlikte kalmış ve ne kadar kibar, nazik olduğunu bizzat yaşayarak görmüştük. Bu tabii ki sert bir yanının olmadığı anlamına gelmezdi.

Yurt dışına gideceğimi belirtince;

– Yarın burada mısın? Burada isen yarın gel.

– Evet, buradayım dedim. Zaten gidecek olsam bile değilim demeyi kendime yakıştıramazdım.

Biraz sohbet ettikten sonra izin isteyip ayrıldım. Ertesi gün tekrar ziyaretine gittiğimde bana beş tane mektup verdi ve mektupların numaralı olduğunu, sırasıyla teslim edilmesini istedi. Alıp çantama koydum.

Dışarıya çıkıp  çantamdan zarflara baktığımda zarfların yapıştırıcı ile kapatıldığını, üzerlerinde birden beşe kadar numara olduğunu gördüm. Asıl önemli olanı ise bir numaralı zarfta şöyle yazıyordu:  

Prof.Dr. Mondaki Kongur

Budapeşte/ Macaristan  

Diğer zarflara baktığımda da yalnız isim ve Prag, Bükreş gibi şehir ve ülke adı  vardı, başkaca hiçbir adres yoktu. Aldığım teşkilat terbiyesi ve yetişme tarzım tekrar içeriye girip adreslerini sormamı  imkansız kılıyordu. Ömer Seyfettin’in hikayesi ile Garcia’ya mektup götüren Rowan’ın hikayesini hatırladım.  

Diğer zarflarda belirtilen ülkeler için de vize işlemlerini tamamlayıp geri döndüm.  

Mektuplardan hiç  kimseye bahsetmedim. Onları eve gelir gelmez kasaya kilitledim, en kutsal emanetimdi bunlar ve bir elmas gibi saklıyordum.  Sırtımda bir ton yük varmış gibi bir hisse kapılarak bir an önce teslim etmek için gidiş tarihimi yaklaşık bir ay öne aldım. Budapeşte’de yaklaşık olarak on yıldır yaşayan arkadaşımı aradım, geliş tarihimi bildirdim.

Budapeşte havaalanında arkadaşım Mehmet karşıladı. Yemek yerken Mondaki Kongur’u bulmam gerektiğini söyledim, ancak mektuptan bahsetmedim.  

– Profesör olduğuna göre üniversitededir, Budapeşte’de iki üniversite var. Birisi Ote, diğeri Sote. Yarın sorarız.

Sabah birlikte üniversiteye gittik. Diğer ünivesitede olduğunu öğrendik. Vakit kaybetmeden diğer üniversiteye varıp sorduk. Mehmet: 

– Türkoloji bölümünde imiş, oraya gidiyoruz. 

Türkoloji bölümünde sekreter hanımdan adresini alıp evinin bulunduğu apartmana geldik. Üniversitede fotoğrafını görmüştüm. Evinin ziline uzun uzun bastık, ancak hiçbir ses duymadık ve geri döndük. Bu apartman eski bir yapı olup tabandan tavana yüksekliği üç buçuk dört metre civarında olan, sütunları ile daha heybetli, ferah bir binaydı.  

Sabah tekrar evinin zilini çaldık, yine açan olmadı. Bir hafta boyunca hergün zilini çalmamıza rağmen evde kimse yoktu. Artık evine nasıl gidileceğini öğrenmiştim, yalnız gidip geliyordum.  

Mehmet burada fuhşun, ahlaksızlığın diz boyu olduğunu anlattı. Özellikle genç  nesilde ahlaki değerlerin kapitalist dünyada olduğu gibi neredeyse yerle bir olduğundan şikayet etmişti. Erkeklerinde merhamet, kızlarında iffet, gençlerinde samimiyet, yaşlılarında şefkat kalmamış batılılar gibi… Tramvaylarda küpeli delikanlılar, mini etekli kızlar, sarmaş dolaş, havada üst üste uçuşan sineklere benzer edep ve hayadan uzak… Buna bağlı olarak aile kurumunun çok zayıfladığını, nüfusun azalmaya doğru meylettiğini belirtti. Macaristan Sovyetler Birliğinin çöküşü ile komünizmden ilk çıkan ülke olmuştu. Macarların Türklere karşı düşmanlık beslemediklerini söyledi.  

Evde bulamayınca Tuna kıyısındaki  Gültepe isimli küçük tepenin üzerindeki Gül Baba türbesine gidiyordum. Gül Baba Budin’de on yıl yaşamış, Anadolu’yu vatan yapma mücadelesinde Hoca Ahmet Yesevi’nin talebeleri alperenler, derviş gaziler gibi o da burada buna benzer bir hayat tarzı ile kendisini sevdirmiş, bin beş yüz kırk birde Budin Seferinde şehit düşmüştü. Şeyhülislam Ebusuud Efendi tarafından kıldırılan cenaze namazına Kanuni Sultan Süleyman da katılmıştır. İki yüz bin kişinin cenaze namazına iştirak ettiği rivayet edilir. Altıgen biçimindeki türbesi, bu gurbet elde bizden bir yapı olarak kollarını açmış beni çağırıyor, sımsıcak sarıyor ve bağrına basıyor hissine kapılıyordum.  

Büyük velinin kabri başında dua ediyor, sonra da bahçeye çıkıyordum. Biraz ilerleyince aşağıda ağır ağır akan nazlı Tuna’yı görüyordum. Vatanımdan ayrılalı topu topu bir hafta olmuştu olmasına da bana bir yıl gibi geliyor, köyümün kekik, çam kokan dağlarını,  ortasından derenin aktığı serin çayırlarını, ailemi, İstanbul’u, Süleymaniye’yi, Sultan Ahmet’i özlemiştim… Yalnızlık duygusuna kapılsam da burada iki dostum vardı. Birisi Mehmet, diğeri de Gül Baba… İçimdeki sıkıntıyı burada boşaltıyor, efkarlanıyor, kah bir türkü mırıldanıyor, kah marş söylüyordum. Havada, inceden yağan yağmurdan toprakla harmanlanmış bayır çiçekleri ve otlarının kokusunu duyuyordum… Nazlı Tuna salına salına akıyordu, kulaklarımda dolu dizgin at süren akıncıların nal sesleri çınlıyordu…   

Mehmet Budapeşte’de cami olmadığını, ezan sesine hasret kaldığını, yurda gittiğinde en çok sabah ezanını, özelikle Üsküdar’da saba makamında iki camiden karşılıklı okunan sabah ezanını hasretle dinlediğini anlattı.    

Onuncu gün öğleden sonra zili çaldığımda kapıyı, daha önce fotoğrafını gördüğüm, uzun boylu, kaytan bıyıklı, siyah saçlı, gözlüklü elli beş altmış yaşlarındaki Mondaki Kongur açtı. Türkçe konuştum.  

– Türkiye’den geldim. Mondaki Kongur’u arıyorum. 

– Benim, buyurun. 

– Size Türkiye’den mektup getirdim diyerek mektubu uzattım. Kapıda zarfı açtı ve hızlı bir şekilde okuyarak bana gönüldaşlarımla kucaklaştığım gibi sarıldı, kucaklaştık.  

– Sizi has misafirlerimin odasına alacağım. 

Yüksek tavanlı  evinin koridorundan geçerek arkadaki bir odaya aldı ve saygıyla;  

– Siz buyurun oturun, hemen geliyorum diyerek çıktı. 

Odaya girer girmez karşı duvarda tavandan tabana kadar bütün duvarı yekpare kaplayan büyük bir bozkurt tablosu vardı. Odanın geri kalan bölümü  duvardan duvara  bütün rafları boş kalmamacasına kitap ve dergilerle doluydu. Dergilerden biri dikkatimi çekti. Derginin adı hiç de yabancı olmadığım, uğruna tabutluklarda işkence gördükleri bir ismi taşıyordu: TURAN. Yalnız A harfinin üzerinde /  işareti vardı. Dergiyi rafdan aldım, ilk sayfasını açtım, Macarca iki mısra vardı ve sonu iki nokta üst üste Turan diye bitiyordu. Ziya Gökalp’in  

Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan;

Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan 

Şiirinin  Macarcası yazıyordu. İçim burkuldu, sevinç ve hüznün birlikteliğiyle, tüylerimin diken diken olduğunu hissettim, duygulandım. 

Mondaki Kongur  içeriye girdi, bana çay getirmişti. Yemek getireceğini söyledi, tok olduğumu, yemeyeceğimi söyledim. Şivesi İstanbul şivesinden farklı olmasına rağmen anlaşılıyordu.   

– Bu dergiyi biz çıkarıyoruz, ancak ne zorluklarla çıkardığımızı anlatsam saatler alır.  

– Tahmin ediyorum. Türkiye’de de böyle bir dergiyi çıkarmak çok zordur. Görünürde bir engel yok zannedilir, fakat işin içine girince o kadar zorluklarla karşılaşılır ki şaşırır kalırsınız.  

Sohbet arasında ikinci mektupdaki kişiyi tanıyıp tanımadığını sordum, tanımayabilirdi çünkü başka bir ülkenin adı yazılıydı. Tanıdığını söyledi ve açık adresini verdi. Tekrar görüşmek üzere izin isteyip kalktım.  

Sabah ikinci mektubu teslim etmek üzere hareket ettim, Mehmet’e bir haftaya kadar döneceğimi söyledim. Adresi bulmak zor olmadı, mektubu sahibine teslim ettim. Bu yaşlı, aydın bir Gagavuz Türküydü. Üçüncü mektuptaki adresi burada öğrendim. Böylece birbirini takip edercesine dördüncü  ve beşinci mektupları bu şekilde adreslerini öğrenerek teslim ettim. Mektupları açıp okuduklarında altındaki imzadan olduğunu tahmin ettiğim bir hürmet, saygı, sıcak ilgi ve samimiyet görüyordum.