O akşam önüme kuru fasulye yemeği konduğunda önce gözlerim bayram etti, sonra burnum. Özlemişim meğer. Yanında kuru soğan eksik olmamalıydı. Onu da katık ettim yemeklerin şahı kuru fasulyeye. Yedikçe yedim; Lezzet, tarifsizdi. Alnımdan, göz kapaklarımın altından buram buram terler çıktı. Aldığım haz, bütün bedenimi sarmıştı. Üzerine birkaç bardak şekersiz çay, yetmişti bir günlük yorgunluğumu almaya.
Fazla yemek, yorgunluk; erken yatırdı beni o gece. Gecenin ilerleyen saatlerinde sancı hissettim bağırsaklarımda. Gördüğüm kâbuslarla uyandım. Bağırsaklarım şişmiş, bedenim şakır şakır terlemişti. Bir sağa bir sola dönüşlerim, sıkıntımı azaltmıyordu. Yaşadığım depresyonun adı, hazımsızlıktı. Akşam yediklerim, anlaşılan o ki, bende biyolojik hazımsızlığa yol açmıştı. Kendimi yeterince tanısaydım, sınırımı bilseydim, hazlarımın esiri olmasaydım, açgözlülük yapmasaydım; bedenim bu işkenceye girer miydi, uykum kâbusa dönüşür müydü? Şüphesiz, hayır.
Hazımsızlık, tıbbi açıdan “yenen yemeğin midede yeterince eritilememesi sonucu ortaya çıkan rahatsızlık” olarak tanımlanıyor. Hazımsızlık, “midede dolgunluk hissi, ağrı ve yanma; karında şişlik, geğirme ve gaz çıkarma; kabızlık; nadir durumlarda ishal” gibi sonuçlar doğuruyor. Hazımsızlık, kalıcı olmayan bir rahatsızlık türü. Sonuçları, kişinin daha çok, kendisini ilgilendiriyor.
Hazımsızlık, yenen bir şeyi hazmedememektir. Hazımsızlık, bir gıdayı ya da durumu sindirememektir, kabullenememektir; biyolojik düzenimizin bozulması, bedenimizin tepki göstermesidir. Peki, hazımsızlık, sosyal hayatımızda yaşanırsa ne gibi sonuçlar doğurur?
Mevlana’nın, “Nice insanlar gördün üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok.” sözünü hatırlayalım, çevremize bir göz atalım. Kişiler vardır; .bulunduğu makamdan, sahip olduğu servetten, edindiği çevreden dolayı kendisine saygı gösterirsiniz, o sizin beklemediğiniz bir anda konumuna veya sizin beklentilerinize uymayacak bir davranışta bulunur. Bunun adı hazımsızlıktır. Kerli ferli dediğimiz tiplerdendir o, entelektüel bir görümü vardır onun; öyle bir laf eder ki “Dağ fare doğurdu.” demek zorunda kalırsınız Emeksiz kazancın içinde bulmuştur kendisini, servetini israf derecesinde harcar, adeta düşmanıdır parasının. O da hazımsız bir tiptir. Zenginliğini megalomanlığının merdiveni yapar, üzerinde yükselir de yükselir. Bilmez ki yükseldiği merdiven bir gün altından kayacaktır. Makam verilmiştir insanlara, bir kurumu yönetsin ya da temsil etsin diye. Vizyonuyla, insan ilişkileriyle, ufkuyla kaldıramaz temsil ettiği makamın yükünü. Bir hazımsızlık doğurmuştur onda o makam. Verdiği zarar sadece kendisine de olmaz; çevresine de zarar verir. Kaybedilen zamanın yok olmasının, kendisine bağlanan ümitlerin kırılmasının sebebidir o. Pek de farkında olmaz bazen bu tür insanlar hazımsızlıklarının. İhtirasları perde olur hazımsızlıklarını görmelerine veya kabullenmelerine. Düştükleri boşluk, bir gün onları hayata küstürecektir; ama onlar bunu öngöremezler.
Bilinen hikâyedir: İki kediyi iyi bir eğitimle garson yaparlar. Gösteriye çıkarılır iki kedi. Büyük bir sükseyle servis hizmeti yapan kedilerin önüne zeki biri, bir fare bırakır. Sözde iyi eğitilmiş bu kediler birden ellerindeki tabakları, bardakları fırlatır, süslü halleriyle farenin peşine düşerler. Kediler, iyi bir eğitimden de geçmiş olsa, yeni konumlarını hazmedememişler, özünde var olan duygularının gereğini yapmışlardır. Onlara bağlanan umutlar de sönmüştür.
“Kişinin kendini bilmesi gibi irfan olmaz.” sözünü pek severim. Kendini bilen insan, hazımsızlığa düşmez. Sanatçı dediğimiz insanlara bakıyoruz, bugün varlar, yarın yoklar. Parlayıp sönüyorlar. Şöhret denen yükü kaldıramıyorlar, olmaması gereken yollara başvuruyorlar. Bu insanlar, medyanın üç günlük malzemesi oluyor, dördüncü gün yuvarlanıyorlar. Kısa sürede tarihin karanlık sayfalarındaki yerlerini alıyorlar. Arkasından bunalımlı hayatları başlıyor. Atalarımız, “Allah dağına göre kar verir.” der. Bir tevekkül hali var sözde. Layık olduğun meslekte, mevkide, şöhrette olmayı anlatır. Kaldıramayacağın yükün altına girmemeyi, hazımsızlığa düşmemeyi öğütler bu söz. Önce bir dağ olmak gerekir, sonra da yağacak karı sırtlanmak. Şüphesiz, bir inanç işidir bu. Kanaatkârlıktır bunun adı. Yemekte ölçü, harcamakta ölçü, istekte ölçü, sevgide ölçü, düşmanlıkta ölçü, dostlukta ölçü…
Ölçüyü kaçıran, hazımsızlığa düşer ve düşürür. Gelin aynaya bir kere daha bakalım, yetmedi, birkaç kez bakalım.