Hasbihaller
16,5 X 21,5 santim ölçülerinde 229 sayfalık eserin müellifi, 10 yıl önce Rahmet-i Rahman’a yolcu ettiğimiz değerli yazar Ergun Göze’nin kızı, Zeynep Uluant’tır. Kendisini, hem babasına hem de dolaylı olarak kayınvalidesi olan, Türk fikir hayatının medar-ı iftiharı mütefekkiremiz merhume Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’ye lâyık olmak gayret ve şuuru ile yetiştirmiş, kemâle ermiş bir kalem erbabıdır.
Uluant Hanımefendi, arka kapak yazısında kitap hakkında şu bilgileri veriyor:
Bu kitap, çoğu yaşı sekseni aşmış olan edebiyat, kültür, sanat ve musiki dalında isim yapmış şahıslarla yapılan konuşmalardan meydana gelmektedir. ‘Konuşmalar’ diyorum zira bir sistem dâhilinde veya herhangi bir kasıtla yola çıkılmamıştır. Yapılmak istenen, belki de nostaljik bir hassasiyetle kaybolmak üzere olan bâzı değerleri zabtedip muhafaza edebilmekti. Ama bunun hilâfına az da olsa konunun veya hedeflenen dışına çıkıldığı oldu. Fakat asıl mühim olan niyetti… Zira bâzı usta röportajcıların yaptığı gibi karşısındakini sıkıntıya düşürüp terletecek bir konumum yoktu, olmamalıydı da… Çünkü yola çıkış sebebim eski üniversite hocalarımla sohbet etmek, onların birikiminden faydalanmaktı. Takdir edersiniz ki topun bazen hedef şaşırdığı da olur. İşte bu tabii ve kendiliğinden vuku bulan sapmalar beni tamamen farklı bir altyapıya sâhip olan Attila İlhan’a kadar sürükledi. İyi ki de sürüklemiş, zira içine doğduğum doğruları O’nun ağzından ibretle dinlerken aslında tamamen zıt fikirlerde olduğumuzu gülerek fark ediyordum. Söylediği, ama benim asla iştirak etmediğim bâzı konularda yaşına hürmeten sustum ve sohbeti polemiğe çevirip tadını kaçırmamak için ya sözü değiştirmeyi veya gülümsemeyi tercih ettim. İyi ki tercihimi bu yönde kullanmışım.
Çok değil bir sene sonra kendisinin vefat haberini aldığımda duyduğum üzüntü bana anlattı ki cevap hakkımı kendisini anmak için yazacağım bir yazıda kullanmak daha doğru olacaktır.
Kısaca diyebilirim ki Hasbihaller benim için bir çalışma, tanışma ve sohbet mahsûlü olmuştur. Söz uçar yazı kalır fehvâsınca… Maksada erişebildimse ne mutlu…
Zeynep Uluant’ın, röportaj yapacağı kişilerle bir araya gelmeden önce, haklarında bilgi sâhibi olmak için çok çalıştığı, sorduğu soruların engin ve derin olmasından anlaşılıyor. Her biri kültür hayatımızın zirvelerinde bulunan şahısların verdikleri cevaplar da soruların paralelindedir. Bu hâliyle eser, gelecek nesillere gönderilmiş rahmet yüklü bilgi bulutlarıdır. Her bir röportaj, topraklarında zincirleme medeniyetler inşa edilmiş ecdat yâdigârı yurdumuzun âbide şahsiyetlerinden kültür buketleridir.
Rahmetli Ergun Göze bir yazısında; ‘Gazetecilik röportajla başlar’ diyordu. Kendisi de çok usta bir röportajcıydı. Uluant Hanımefendi’nin, röportaj alanındaki bu başarısına rağmen gazeteciliği meslek olarak seçmemiş olmasının, gazeteciliğimiz için bir kayıp olduğu şüphesizdir. Magazin bağımlısı hâline getirilen gazete okuyucularının bolluğuna bakıldığında ise tercihi, kendisi ve fikir dünyamız için kazanç hanesine kaydedilecek talihli bir gelişmedir.
Eserde, Samiha Ayverdi’nin, güzel Türkçemizin doyumsuz hazzını yansıtan nezih ve zengin üslûbunun, Merhume İlhan Ayverdi’nin dilimize vukufiyetinin, Ergun Göze’nin kıvrak zekâsının, Zeynep Hanım’ın annesi Hicran Göze Hanımefendi’nin didaktik üslûbunun izlerini görmek mümkün. Böylesine donanımlı bir yazarın adının, sâdece iki kitabın kapağında bulunması ise ciddî bir kayıp olarak düşünülebilir. Eserin baş tarafında yer alan ‘Birkaç Söz’ başlıklı sunuş yazısını okuyanlar, kayıp hanesine kaydedilenlerin vüs’ati hakkında bilgi veriyor. Mamafih, önünde telaşsız geçecek daha uzun yıllar var. Telâfi edebilir. Diğer taraftan, Ayverdiler’in kurduğu Kubbealtı Vakfındaki hizmetleri sebebiyle hoş karşılanabilir de…
Eserde kendileriyle röportaj yapılan isimlerin listesi de okuyucuyu kitabı edinip, sayfalarını çevirmeye dâvet ediyor:
İlhan Ayverdi, Ali Alparslan, Orhan Okay, Kemal Eraslan, Zeynep Kerman, Oktay Aslanapa, Semâvi Eyice, Mehmet Turgut, Sabahattin Zaim, Turan Yazgan, Rüştü Eriç, Nevzat Atlığ, Alâeddin Yavaşça, Fırat Kızıltuğ, Attila İlhan, Emine Işınsu Öksüz, Yaşar Tunagür, Amiran Kurtkan Bilgiseven.
İsimleri verilen 18 kişiden (Aralık 2019 itibariyle) 6 kişi hayattadır. Onlara, sağlıklı, verimli ve huzurlu uzun bir ömür, vefat edenlere Cenâb-ı Allah’tan rahmet dilerim.
***
Eserdeki röportajların hepsinde, röportaj yapılan şahsiyetin bilinen hususiyetlerini yansıtan, entel medyanın ‘flaş’ olarak isimlendirdiği dikkat çekici, parlak cümlelerle dolu. Onların hepsini okumak, okumakla da yetinmeyip, zaman zaman hâfıza tazelemek maksadıyla bazı satır ve paragrafları, başucu defterine istinsah etmek gerekir.
Bir kişi var ki, bilinen hususiyetlerinin dışında kendisinden beklenmeyen cümleler söylüyor. O cümlelerden tadımlık iki bölüm:
Türkiye’de Genç Osmanlılardan başlayarak son zamanlara gelinceye kadar çok câlib-i dikkat bir tavır var. Türk aydını Türkiye’deki yönetimi beğenmeyip onu düzeltme kararını alınca batıya gider ve oradan destek alır. Genç Osmanlılar bunu yaptı, Jön Türkler bunu yaptı, solcular bunu yaptı hâlâ bunu yaparlar. Doğuya giden bir kişi var, Mustafa Kemal Paşa… Asıl gücün nerede olduğunu görüyor ve batıya gidip vakit kaybedeceğine doğuya gidip güç kazanıyor. Amerikalılar ise kendilerini tanımıyorlar. Savaşı, filmlerdeki gibi sandıkları için de nereye girdilerse dayağı yediler. Asya’yı hiç tanımıyorlar. Avrasya halkları farklıdır. Felsefeyle ilgili bir tarafı var işin. Asya daha köklü bir medeniyet… Batılılar o zaman neredeyse yamyamdı ve zenginlik doğudan batıya gidiyordu. İpek yolu onlar için çok önemliydi. Osmanlılara düşman olmalarının sebebi ipek yolunu kapatmalardır. O sâyede de keşifler başlamıştır. Tabîi aslında oraları daha önce Asyalılar tarafından keşfedilmişti. Biliyorsunuz oranın yerlileri aslında Kızılderili filan değil, binlerce yıl önce Bering Boğazı’nın oluşmadığı dönemlerde o topraklara geçmiş Asyalılardı. Aslında Çinliler. Türkler, Moğollar, Japonlar dünyadaki medeniyetin başlangıcı… Onun için düşünmeye başlıyorlar. Bu düşünmelerden sonra vardıkları ilk sonuç şu: Bir tek gerçek vardır, ölüm… Geri kalanı lâftır. Zaten bütün dinlerin menşei de budur. Asyalılar böylece şöyle bir meleke elde ediyorlar: Ölüm aslında iyi bir şeydir. Bu dünyadan kurtulur başka bir âleme gideriz. Bu bir batılının havsalasının alacağı şey değildir. Doğulularda ölebilme kabiliyeti var onlarda yok. Şimdi meselenin özü şudur: Orta Asya ve Ortadoğu’daki petrol denizini Müslümanlara bırakmamak… (s: 189, 190)
***
Bir yanlışı düzeltmek lâzım. Dil devrimi filan yoktur, Gazi ondan vazgeçmiştir. Bu yanlışı devam ettiren İsmet Paşa’dır. Fâlih Rıfkı’nın hâtıralarında bahsettiğine göre, Gazi ‘…bunun hesabını bizden sorarlar. Bu dil işini böyle bırakamayız.’ Der. Ondan sonra harekete geçilir. Buna göre üç kural vardır. Bir: halkın konuştuğu dil Türkçedir. İki: Ecnebi dillerden kural alınmaz. Yâni ‘Kuvâ-yı Milliye’ demeyeceksin. Eğer dile girmişse onu da atmayacak, klişe hâlinde kullanacaksın. Üç: Türkçe terminoloji yaratılacaktır. Gazi daha önce kullandığı Öztürkçe kelimelerden de sonra vazgeçmiştir. Yalnız Türk imlâsının kabulünde de büyük hatâlar yapılmıştır. İmlâ yoktur. (s: 192, 193)
Zeynep Uluant, entelektüellere has araştırması ile bir tesbitini kaynak göstererek, dipnot hâlinde okuyucunun dikkatine sunuyor: “Yavuz Bülent Bâkiler ‘Atatürk’ün üç ayrı Türkçe anlayışı’ başlıklı makalesinde aynı görüşleri seslendiriyor.”
KUBBEALTI İKTİSÂDÎ İŞLETMESİ:
Peykhâne Sokağı Nu: 3 Çemberlitaş, İstanbul. Telefon: 0.212-516 23 56, Belgegeçer: 0.212-638 02 72. E-posta: info@kubbealti.org.tr // www.kubbealti.org.tr
KUŞBAKIŞI:
TÜRK DEMOKRASİSİNİN SIFIR NOKTASI AMERİKAN DIŞİŞLERİ BELGELERİ IŞIĞINDA TÜRKİYE’DE ÇOK PARTLİ HAYATA GEÇİŞ
Eserin yazarı Dr. Öğretim Üyesi Efe Sıvış, 1986 yılında Kanada’da doğdu. 13,5 X 21 santim ölçülerindeki 407 sayfalık kitabında; Türk-Amerikan ilişkilerinin 18. Yüzyılın sonlarında başladığını ve dâima inişli-çıkışlı bir seyir tâkip ettiğini belirtiyor.
Türkiye’de çok partili siyâsî hayata geçiş süreci, pek çok makale ve kitaba konu olmuştur. Dr. Sıvış, ‘tekrar’ kolaylığına düşmemek için Amerikan belgelerinden faydalanmış, bununla yetinmemiş, aradan 75 yıl geçtiği için arşiv belgelerindeki bilgileri teyit edecek bir kişi bulunabilmiş ve onunla dostları vasıtası ile görüşebilmiştir.
İlişkiler, Amerika’nın ticâret gemilerine Kuzey Afrika’daki korsanların saldırılarının önlenmesi talebi ile başlıyor. Söz konusu bölge, Osmanlı Devleti’nin tâyin ettiği beylerbeyi tarafından yönetiliyorsa da fiilî güç, ‘dayı’ denilen mahallî kabilelerin önderlerindeydi. Güçlükler sebebiyle bu talep kısmen karşılanabilmiştir.
19. Yüzyılın ortalarından itibaren Amerikalılar, Osmanlı topraklarında, Protestan mezhebinin yaygınlaştırılması için çalışmaya başladılar. Bu faaliyetler, Bulgarlarda, Makedonlar, Arnavutlar ve Ermenilerde ayrılıkçı düşüncelerin gelişmesine sebebiyet verdi. Robert Kolej’in, Merzifon Amerikan Koleji’nin açılması, kritik bölgelere ajan vazifesi gören konsolosların tâyinleri sebebiyle Amerika’nın Türkler aleyhindeki çalışma alanları merkeze doğru genişletildi. Birinci Dünya Savaşı’nda Türk-ABD arasındaki diplomatik ilişkiler kesildi. Bir müddet sonra da devşirilmiş Türk (sözde) aydınları Amerikan Mandası lehindeki fikir beyanları başladı. Durumdan rahatsız olan Sovyetler Birliği, 1925 yılında imzalanan Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı&rs