Hakikî Milliyet ve İslâm (1)

92

Şer’î / İslâmî meşveretten yani danışma, konuşma ve anlaşmadan ne anlamalıyız? Önce şunu bilmeliyiz ki, özellikle zamanımızda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor! Bâzen büyür, sirayet eder, yayılır yüz olur. Bir tek hasene, iyilik ve sevap bâzen bir kalmıyor! Belki bâzen binler dereceye terakkî edip yükseliyor. Bunun hikmeti ve sırrı şudur:

İslâmiyet’in hürriyet anlayışı ile meşru / dine uygun meşveret / danışma, istişare ve karşılıklı konuşma; hakikî / asıl milliyetimizin hâkimiyetini gösterir. Hakikî milliyetimizin esası, rûhu ise İslâmiyettir. Tabii, İslâmiyet dediğimiz rûhun bir de, kisvesi / bedeni var. Kendini gösterdiği bir mekânı ve kürsüsü var. İslâmiyetin içinde yer aldığı “Müsbet Milliyet” denen zırhı var. Çünkü İslâmiyet rûhumuz ise, Milliyetimiz de, o rûhu koruyan ceset hükmündedir.

Geçmişte Osmanlı Hilâfeti, dün ve bugün Türk Ordusu’nun; rûhu, esası ve özü İslâmiyet olan o milliyete bayraktarlığı var. İşte bu hakikate dayanarak diyoruz ki, o İslâmiyet Milliyeti’nin sadefi ve kal’ası hükmünde olan selef olarak / önce Araplar ve halef olarak / sonra Türkler; hakikî iki kardeş olup, kutsal kalenin nöbetçileridirler.

Çünkü, bir fikir varsa; onu benimseyen, özümleyen ve savunanı da olması gerek. Yoksa kuru toprağa düşen damla misali, buhar olup uçar. İşte milliyet; bu himaye ve korumacılığı yapar. Hem ruh kazanır hem de onu koruyan olur. Karşılıklı gereklilikle, hem fikir hem de fikir sahibi varlığını idame edip, devam ettirirler.

İşte bu kudsî / kutsal milliyetin râbıta ve bağıyla; umum Müslümanlar aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı / fertleri gibi, İslâm tâife ve toplulukları da birbirlerine İslâm kardeşliği ile bağlı ve birbirleriyle alâkalı ve ilgili bir hâl alıyor. Birbirine mânen -lüzum olsa maddeten- yardım eder. Güya bütün İslâm taife ve toplumları nurdan bir silsile ile birbirine bağlıdırlar.

Nasıl ki, bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese; o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında suçlu olur. Sanki herbir fert o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi, o aşiretin mahiyetine temas eden iftihar edeceği bir iyilik yapsa; o aşiretin bütün efradı / fertleri onunla iftihar eder / övünür. Güya herbir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.

İşte bu zikredilen hakikat içindir ki, bu zamanda seyyie, fenalık ve kötülük; işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar İslâm nüfusunun hukuk ve haklarına tecavüz ve saldırı olur. Nitekim görüyoruz. Öyleyse, İslam Dünyası’nda birbirinin kardeşi hükmünde olan tüm Müslümanlar: “Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidar ve gücümüz yok! Onun için mazuruz!” diye böyle özür beyan etmesinler. Çünkü kabul edilecek cinsten değildir.

Tembelliğimiz ve “Neme lâzım!” deyip çalışmamamız ve İslam İttihadı / İslam Birliği ve İslam’ın hakikî milliyeti ile gayrete gelmememiz; tüm dünya Müslümanları için, çok büyük bir zarar ve onlara çok büyük bir haksızlıktır.

İşte seyyie / kötülük böyle binlere çıktığı gibi, hele bu zamanda hasene; yani İslamiyetin kudsiyetine temas eden iyilik; yalnız işleyenin üstünde kalmaz. Belki o hasene / o iyilik milyonlarca iman ehline manen fayda verebilir. Maddî – manevî hayatına, rabıta ve bağına kuvvet kazandırabilir. Onun için “Neme lâzım!” deyip kendimizi tembellik döşeğine atmak zamanı değil.

Bundan dolayıdır ki, tüm dünya Müslümanları bizde olan haklarını dâvâ ediyorlar. Yani küçük İslam taife ve toplumlarının manfaat ve yararı, dünya ve ahiret saadetleri büyük ve muazzam millet olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Bizim tembellik, fütur, bezginlik ve gevşekliğimiz yüzünden, biçare küçük kardaşlarımız olan İslam taife ve toplumları zarar görüyor.

Hususan ey muazzam, büyük ve tam intibaha gelmiş / uyanmış veya uyanacak olan Araplar! Bu sözler öncelikle sizleri bağlar. Çünkü bütün İslam taifelerinin üstadları imam ve önderleri, özellikle İslamiyetin mücahitleri olmuş ve yine olacak olan Araplar ve sonra muazzam Türk Milleti; o kudsî / kutsal vazife ve ödevi omuzladılar ve yine omuzlayacaklar İnşaallah.

Onun için, tembellikle günahımız büyüktür. Ve iyiliğimiz ve hasenemiz de gayet / son derece büyük, yüce ve ulvîdir.

 

 

Önceki İçerikToplu Ölümler Olmadan Harekete Geçmek
Sonraki İçerikDünün 150’liklerini Unuttuk! Ya Bugünküleri?
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.