Çok Kısa Bilgilerle Serahsî: Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimidir. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Ebî Sehl Serahsî’dir. Künyesi Ebû Bekr, lakabı ‘Şems-ül-Eimme / İmamların Güneşi’dir. 1010 senesinde Türkistan’ın Serahs şehrinde doğdu. 1090’da vefat etti. Doğum yerine izâfeten Serahsî denildi. Serahs şehri, Meşhed ile Merv arasında eski bir şehir olup, bugün İran-Türkmenistan sının üzerindedir. Hakkında geniş çaplı araştırmalar yapan Hindistan doğumlu İslam âlimi Muhammed Hamidullah; ‘Müslümanlarda Usûlü’l-fıkh tarihini tetkik ederken, müsessisi İmam-ı Şâfiî’den sonra bu ilmin, tekâmül ve inkişafını Türklere borçlu olduğunu görmekle hayretlere düştüm; Mâtürîdî, Kassas Er-Râzî, Dabusî, Serahsî, Ebû’l-Yüsr Pezdevî, Alâaddin Semerkandî… hemen hepsi Orta Asya menşêli, yâni Türk idiler.‘ Demek suretiyle Serahsînin Türk olduğunu ifâde ediyor. Bu röportajı lütfeden ve Serahsî hakkında Türkçe olarak kaleme ayınmış ilk ve tek müstakil eserin yazarı olan Doç. Dr. Abdullah Yıldız da Serahsî’nin Türk olduğunu belirtiyor. Ebû Bekr Serahsî, tahsilini Buhârâ’da yaptı. Fıkıh ilmini, zamanının en meşhur âlimlerinden Sems-ül-Eimme Ebû Muhammed Abdülazîz bin Ahmed Hulvânî’den öğrendi. Uzun yıllar bu hocasının derslerine devam edip, fıkıh ilminde çok iyi yetişti. Başka âlimlerden de ders gördü. Devletler hukuku hususunda âlim İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin bu husustaki eserleri üzerinde ihtisas sahibi olan Ebü’l-Hasan Ali bin Muhammed bin Hüşeyin ile Ebû Hafs Ömer bin Mensur el-Bezzar’dan ders aldı. Hocası Hulvânî’den (rahmetullahi aleyh) sonra O’nun yerine geçti. İlimdeki üstünlüğünden dolayı Serahsî’ye de hocası gibi Şems-ül-Eimme lakabı verildi. Zamanının meşhur âlimlerinden olan Serahsî’den de; Burhân-ül-Eimme Abdülazîz bin Ömer bin Mâze, Mahmûd bin Abdülazîz Özcendî, Rüknüddîn Mes’ûd bin Hasan, Osman bin Ali bin Muhammed Beykendî fıkıh ilmini öğrendi. Çok ibâdet eden ve zâhid bir zât olan Serahsî hazretleri, kelâm ve münâzara ilminde de âlimdi. Ömrü hep ilim öğrenmek, öğretmek ve dine hizmet etmekle geçti. Bu hususta pekçok sıkıntıya katlandı. Mükemmel eserler yazdı. Osmanlı Şeyhülislâmı Kemâl Paşazade, Serahsî’nin müctehid olduğunu bildirmiştir. Hayâtının son on senesi sıkıntılı geçti. Zamanının hakanına nasihat kabilinden söylediği sözler sebebiyle hapse atıldı. İlmî çalışmalarının ürünü olan eserlerinin bir kısmını hapsedildiği kuyudan, yukarıdaki öğrencilerine yazdırmak suretiyle yazdırdı. Otuz ciltlik Mebsût)adlı meşhur eserini bu sırada meydana getirdi. Hapisliğinin son aylarında, memleket iç savaşlarla karışmıştı. Tam bu sıralarda, İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin devletler umûmî hukuku ile ilgili Siyer-i Kebîr’ini şerh etmeye başladı. Bu kitabı, devletler hukuku sahasında ilk yazılan eserdir. 1087 senesi 20 Rebîülevvelde hapisten çıkarıldı. Hapisten çıkarıldıktan bir müddet sonra Fergana’ya gitti. Fergana emîri, Emîr Hasan kendisini büyük bir memnuniyetle kabul edip, izzet ve ikramda bulundu. Talebeleriyle kendi sarayına alıp, orada çalışmalarını istedi. Sonra hapisteyken başladığı eserlerle birlikte, diğerlerini yazdırdı. Ömrünün son yıllarını Fergana’da geçiren Serahsî hazretleri, orada da âlimler ve halk tarafından çok sevilmiş, önemli meseleler için müracaat kaynağı olmuştur. Ölümünden sonra yine bir Türk şehri olan ve günümüzde Kırgızistan topraklarında bulunan Özkent şehrinde toprağa verildi. 2012 yılına kadar mezar taşı bile bulunmayan kabrinin üzerine mütevâzı da olsa türbe inşa edildi. Eserleri: 1- Kitâb-ül- Mebsût: 30 ciltlik meşhur eseridir. 15 cilt ve 10 cilt hâlinde iki ayrı baskısı vardır. Bu kıymetli eser, Hakîm-i Şehîd’in Kâfi adlı eserinin şerhidir. 2- Eşrât-üs-Sâat: Bu eserini, talebeliği sırasında hocası Şems-ül-Eimme Hulvânî’nin kıyamet alâmetleri ile ilgili dersleri sırasında tuttuğu notlardan yazmıştır. 3- Şerhi Siyer-i Kebîr: İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin Siyer-i Kebîr adındaki meşhur eserine yazdığı şerhidir. Antepli Muhammed Münib Efendi tarafından Türkçeye tercüme edilen ve 1826’da basılan bu eser, cihâda âit ince bilgileri ihtiva etmektedir. 4- Şerh-i Ziyâdâtü’z-Ziyâdât, 5- Şerh-i Câmiu’l-Kebîr, 6- Şerh-i Câmiu’s-Sağîr, 7- Şerhu’I-Muhtasâr fi’l-Fıkhı, 8- Muhtasar-ı Tahâvî Şerhi, 9-Şerhi Kitâbü’n-Nafakât, 10- Şerh-i Edebü’l-Kâdî, 11- Fevâidü’l-Fıkhıyye ve Kitâbü’l-Hayz, 12- Usûlu’s-Serahsî: İki cilt olan bu eseri de basılıdır.
|
Oğuz Çetinoğlu: Hocam sizinle, büyük Türk-İslam âlimi İmam Serahsî’nin sünnet anlayışı hakkında konuşmak istiyorum. Vereceğiniz bilgilerin daha iyi anlaşılabilmesi için önce ‘hadis’ ve ‘sünnet’ kavramları hakkında kısaca neler söylemek istersiniz?
Doç. Dr. Abdullah Yıldız: “Hadîs” kelimesi, Arapça “hudûs” aslından ve ‘et-tahdîs’ mastarıyla da ilintili olup isim olarak; “kadîm”in (eskinin) zıttı olan “cedîd” (yeni) , haber, hikâye ve rivâyet anlamlarına geldiği gibi fiil olarak; anlatmak ve nakletmek anlamlarına da gelmektedir. Hadis kelimesini “yeni” anlamında düşünenler, bu kelimenin zıttı olan ‘kadîm‘i Kur’ân-ı Kerim’e, yeni anlamındaki “hadîs”‘i de Resûlullah’ın(s) söz, fiil ve takrirlerine nisbet etmişlerdir. Söz konusu kavram, Arap dilindeki ‘yeni, orijinal, yeni olan olay vb.’ anlamlarıyla ilintili olarak hasep ve nesebe dayalı câhiliyye toplumunun aksine yepyeni bir toplum oluşturma faaliyetine girişmiş olan ve yepyeni mesajlarla gelen Hz. Peygamber’i her yönüyle konu edinen ‘el-Hadîs’ terimiyle örtüşmektedir.
İslâm terminolojisinde hadis kavramı, kelimenin aslındaki haber, hikâye ve rivâyet anlamlarına istinat ettirilmiştir. Hadis ıstılahında ise, söz, fiil ve takrir (onay) olarak Hz. Peygamber’e izafe edilen her şeyin dikkatlice nakil ve yazılı şekline ‘hadis’ denilmektedir. Usulcüler nazarında hadis denilince, kavramın haber, hikâye ve rivayet şeklindeki sözlük anlamlarını dikkate alarak sünnetin sadece sözle tespit edilmiş kısmı olarak anlaşılmıştır. Bu durumda Resûlullah’ın (s) takrirleri, şemail ve vasıflarına ait haberler ile sahâbe ve tabiine ait nakiller yani mevkuf ve maktu hadisler tarif dışı kalmaktadır. Bir diğer hadis usûlü âlimleri ise çerçeveyi daha geniş tutarak mevkuf ve maktu’ hadisleri (sahâbe ve tâbiîn sözlerini) de tarifin içine almaktadırlar. Fıkıh âlimleri de hadis kavramlarını, hadis usûlü âlimleri gibi Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirleri olarak anlamışlardır. Denilebilir ki bazı farklı görüşler hariç tutulursa, kelimenin terminolojik anlamı olan hadis usûlü mânâsıında hemen hemen bütün İslâm âlimleri müttefiktirler.
Çetinoğlu: ‘Sünnet‘ kavramı ile alakalı durum nedir?
Doç. Yıldız: Hadis kavramının terminolojik anlamında İslâm âlimleri ittifak ettikleri halde, ‘sünnet’ kelimesinin İslâm terminolojisindeki anlamını hadis usûlü âlimleri, fakihler ve fıkıh usulcüleri farklı anlamışlardır. Sözlükteki iyi veya kötü yol, davranış, âdet, kânun vb. anlamlarıyla ilintili olarak hadisçilere göre sünnet, Hz. Muhammed (s.a.v.)’den nakledilen her türlü söz fiil ve takrirler ile yaratılış ve ahlâkî vasıfları, peygamberlikten önceki ve sonraki sîreti yani davranışlarıdır.
Fıkıh ilminde ise sünnet kavramı farz, vâcib, mendup, mubah, haram, mekruh gibi mükellefin fiiliyle ilgili şer’i hükümlerden biri olarak kabul edilmektedir. Bunlara göre sünnet, ‘Resûlullah’tan sâdır olan farz ve vacip cinsinden olmayan her şey’ olarak bilinmektedir.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber’in her türlü söz, fiil, onay, davranış, savaş, şemail ye hatta Peygamberlikten önceki ve sonraki huy ve davranışlarının tamamını içine alan hadisçinin sünnet anlayışına karşılık sünnet, fıkıh ıstılahında: ‘Dinde farz ve vacibin dışında takip edilmesi gerekli yol‘ olarak tanımlanmaktadır. Bu durum, fıkıhçıların sünnete daha dar çerçevede baktıklarını göstermektedir. Nitekim Serahsî de sünneti, ‘dinde girilen (takip edilen) yol‘ olarak tanıtmaktadır.
Hadis ve sünnet kavramlarıyla Hz. Peygamber’den nübüvvet öncesi ve sonrası sâdır olan her şey kast olunmakla beraber, hadis usülcüleri daha çok hadis terimini peygamberlikten sonraya ait haberler için kullanmakladırlar ki bu durumda sünnet hadisten daha genel demektir. Bu manayla ilgili olarak Hz. Peygamber’in peygamberlikten önceki ve sonraki sözlü ve fiili onayı, davranışları ve şemâilinin tamamı sünnet kavramı içine girmekledir. Hira mağarasında gece kalıp ibâdet etmeleri de bu manada sünnettir. Bazı hadisçiler ise sünneti bir kültür ve bilgi kaynağı olarak ve hatta İslâm’da ‘kültür’ kelimesini en ziyâde karşılayan bir tabir olarak görmekledirler.
Çetinoğlu: Teşekkür ederim. Bu bilgilerden sonra Serahsi’nin sünnet anlayışına geçebiliriz.
Doç. Yıldız: Serahsî’nin bütün eserlerinde Hanefî mezhebinden te’lif etmesi, özellikle eserlerinin ön sözlerinde Ebû Hanife ve talebeleri Ebû Yusuf ve Şeybânî’den överek bahsetmesi, onları âyet ve hadislerde vasfedilen lider âlimler olarak görmesi, onlara hayranlığını açıkça belirtmesi O’nun Hanefiyyü’l-mezhep olduğuna delâlet etmektedir. O halde Serahsî’nin sünnet anlayışının Ebû Hanîfe ve diğer Hanefî âlimlerinden farklı olmadığı söylenebilir.
Serahsî’ye göre sünnet, ‘dinde takip edilen yol‘ demek olup, o, şer’an (dînen) Resûlullah’ın ve O’ndan sonra sahâbenin takip ettiği yolu sünnet telakkî etmektedir ki, bu durum, Hanefilerin sünnet anlayışıyla birebir örtüşmektedir. İmam Şâfiî ise sünnetten, sadece Hz. Peygamberin yolunu ve sünnetini kast etmektedir. Şafii’nin hilafına, ‘Şununla emrolunduk, şununla nehyolunduk‘ şeklindeki sahâbe sözlerinde emreden ve nehyeden âmirin yalnız Hz. Peygamber olmadığını belirten Serahsî, sahâbenin ’emir’ ve ‘nehiy’ kelimesini Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in emir ve nehiylerine de diyebileceğini; nitekim sahâbenin, ‘sünnet’ kavramının bu iki meşhur sahâbînin amel ve eylemi için de kullanarak bu ikisinin sünnetini “Sünnetü’1-Umereyn” (İki Ömer’in Sünneti) diye adlandırdığını belirtir.
Serahsî, sünnet teriminin sadece Resûlullah’a hasredilemeyeceğini söylerken ‘men senne sünneten haseneten felehû ecruhâ… “Her kim, İslâm’da iyiye (doğruya ve güzele) bir çığır açarsa, ona hem onun ( o çığırın) sevabı, hem de kıyâmete kadar onu işleyenlerin sevâbı vardır. (bunun aksine) Her kim de kötü bir âdet çıkarırsa ona da, hem onun (kötü âdetin) vebâli ve hem de kıyâmete kadar onu işleyenin günahı vardır.” hadisini delil getirir. O, selefin Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in tâkip ettikleri yola da sünnet adını verdiklerini ve “biat”ı (yönetenle yönetilen arasındaki sosyopolitik akdi) Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in sünneti olarak aldıklarını kaydeder. Daha sonra: ‘Size, benim ve benden sonraki Hülefâ-i Râşidî’nin yoluna uymak düşer, buna sımsıkı sarılın.’ hadisini zikrederek,‘Eğer sünnet sahih ve sabit ise, hakkı ona uymakdır.’ hükmüne varır. Çünkü O, Resûlullah’ı (s) kavlen ve fiilen din yolunda kendisine tâbi olunan kimse olarak gördüğü gibi ondan sonraki sahâbeyi de böyle görmektedir.
Hz. Peygamber’in sünnetinin sahâbenin sünnetinden daha kuvvetli olduğu görüşünde olan Serahsî, Sahâbenin devamlı yaptığı tatavvuu (nâfileyi) terk eden kimseye yapılan kınamanın, Resûlullah’ın devamlı yaptığı ameli terk edene yapılan kınamadan daha hafif olması gerektiğini belirtir. O, Peygamber’in (s) sünneti sahâbenin sünnetinden daha kuvvetlidir diyerek bu hükme varır. Bu hükmü Hanefilerin görüşü olarak ve ‘bize göredir‘ diyerek belirten Serahsî, Şâfiilerin ise sünnet denilince, yalnız Hz. Peygamber’in yolu ve devam ettiği nâfileyi kast ettiklerini, sahâbenin devam ettiği nâfilenin (cemâatle Terâvih Namazı gibi) onlara göre sünnet olmadığını, çünkü Şâfiîlerin sahâbe kavlini taklit etmedileri, hüccet saymadıkları gibi, fiillerini de sünnet kabul etmediklerini ve hatta kıyası sahâbe kavline tercih ettiklerini ifâde eder. Halbuki Hanefîlere göre ise sahâbe kavlinin hüccet, davranışlarının da sünnet olduğunu belirten Serahsî, “Siz (Müslümanlara) benim ve benden sonraki Hulafâ-i Râşidî’nin yoluna uymak yaraşır, buna sımsıkı sarılın” hadisini zikreder. O, ihyâsı ve icrâsıyla emrolunduğumuz sünnetin hükmünün (değer ve şânının), kendisine ittibâ’ (uymak) olduğu kanâatini ortaya koyar.
(Devam Edecek)