‘Göktürkçe Öğreniyorum’ isimli kitabın yazarı Gökbey Uluç’la Türkçe ile İlgili Meselelerimiz Hakkında Konuştuk. (ikinci bölüm)

66

Oğuz Çetinoğlu: İngiliz yazar William Shakespeare 1564-1616 yılları arasında yaşadı. 400 yıl önce yazdıklarını sıradan bir İngiliz vatandaşı anlayabiliyor. Reşat Nuri Güntekin 1889 – 1956 yılları arasında yaşadı. 60 yıl önce yazdıklarını üniversite öğrencisi bir Türk anlayamıyor. Türkçeyi en güzel kullanan yazarlarımızdan Refik Hâlit Karay için de aynı şeyler söylenebilir. Romanları ‘günümüz Türkçesine çevrilip‘ yeniden basılıyor. ‘Sevgili gençlerimiz anlayabilsinler ‘ diye… Yeni baskılarda yazarın ifâde gücü yok, edebî üslup yok… Her 60 yılda bir yepyeni bir Türkçe icat edilmesi Türk milletini nereye götürür? Düşünce ve görüşlerinizi anlatır mısınız?

Gökbey Uluç: “Biz Türkistanlı Türkler bugün Anadolu Türklerinin yazdıklarını okuyamaz hale geldik. Halbuki 60 senelerinde bile Türk şairlerini tercümesiz okuyabiliyorduk.” – Muhammed Salih

Gerek bu sözü diyen Özbekistanlı Muhammed Salih’e, gerek de sizin sözünü ettiğiniz kişilere yakışır biçimde edebi bir dille yanıt vermek istiyorum.

***

Güneş parlıyordu, biz sıcaklığını duyamıyorduk. Yél esiyordu, biz saçlarımızı dalgalandıramıyorduk. Kar yağıyordu, biz kartopu yuvarlayamıyorduk. Yağmur çiseliyordu, biz altında ıslanamıyorduk. Yağılarımız özgürdü, biz tutsaktık.
Birgün tutsakeviniñ öreklerini yıktık da kaçtık. Güneş ışığını duyuyorduk, ne var ki aydan yansıyanı ile yétiniyorduk. Kaçtığımızda géceydi. Saçlarımız daha görkemli dalgalanıyordu; yél bir yandan, bizim yéle koşuşumuz öbür yandan. Kurtulduk yağıdan.

Özgürlüğümüze ulaştık, bozkırda yalınayak savaşarak. Bir tastan yémek yédik, yoksulluğumuza ağlayarak. Ortanca kardeşlerimden olan Kazak o gün şunu démişti; Kişioğlu, üç güne tamuya da alışır. Bu düşünce öbür kardeşlerimiñ de usunda yér édinip, bilinçaltına inince yoksulluklarına alıştılar. Ben buna karşı çıktım. Varsıllaşacağım dédim. Ayrıldım onlardan, pılı pırtımı toplayıp kendi yolumu tuttum.

Ben çalıştım, ürettim. Böyle yaptıkça varsıllaştım. Kardeşlerim arasıra yanıma konuk da geldiler. Eñ küçük kardeşim Kosovalı, benim yanımda kaldı. Bugün eñ çok onuñla añlaşabiliyorum. Onuñ bir büyüğü Gagavuz ise, arayı sıkı tuttuğundan bugün bizimle bir dilde konuşuyor. Bakma, yine arada küçük ayrımlar var. Azer ise arada gelip yardım alıyor. Böyle yaptığı için öyle böyle de olsa añlaşabiliyoruz. Öbür kardeşlerim de yokluğa öylesine alıştılar ki, varlığı yadırgar oldular. Birgün büyük kardeşim Türkistan şöyle démişti;

-Bizler bir ara bir tastan yémek yérdik. Şimdi sen değme birimize ayrı tabak koyuyorsun. Tarhanadan başka çorba içmezken, şimdi adını bilmediğimiz yémekler sunuyorsun.

-Ah güzel ağabeyim! Direnmeyi bırak da, varlığımdan pay al. Ürettiklerim seniñ de sayılır. Adını bilmiyoruz dédiklerini, adını bildikleriñle pişirdim. Sana nice pişireceğini öğretebilirim. Çorba ile yétindiğimiz günler géride kaldı. Bağımsızlığımızıñ gücünü kullanmamız gerekmez mi? Benimle ol. Yéñi yémekler pişir.

 

Çetinoğlu: Soruma, Muhammed Salih’in sözleriyle cevap vermeye başladığınız için kısa bir açıklama yapmak  mecburiyetindeyim. Kendisi ile çok uzun bir röportaj yaptım. Bu vesile ile oluşan dostluğumuz neticesinde uzun sohbetlerimiz oldu. Birbirimizi anlamakta en ufak bir zorluk hissetmedik. Değerli şairimizin şikâyetçi olduğu dilin kime, kimlere ait olduğunu kendisine sordunuz mu?

Misal olarak alıntıladığınız yazıya gelince: Edebî bir metin olarak beğenen olabilir. soruma cevap teşkil etmiyor. On beş asır evvel kullanılan bir dilin Türkiye’nin resmî dili hâline gelmesini mi istiyorsunuz?  O dille yazılmış çok cüz’î mikdârda metin var. Bunlar da tercüme yoluyla okunabilir. Eski Türkçenin o iptidâî hâliyle bugünün fevkalâde zengin mefhûm dünyâsını ifâde etmenin  mümkün olmadığı ise gayet âşikâr. Hâlbuki günümüzün resmîleşmiş Uydurma Dili, bizi, her geçen gün biraz daha fazla İstanbul Türkçesinden uzaklaştırıyor. O Türkçe ki onunla kaleme alınmış milyonlarca metinden müteşekkil bir hazîneye sâhibiz. Demek ki o dilden uzaklaşmak bizi o muazzam kültür hazînemizden de mahrûm bırakıyor ve ecdâdımızla aramıza uçurum sokuyor. Böyle köksüz bir topluluk ‘millet ‘ olamaz. Bu mevzudaki düşüncelerinizi sonraki röportaja bırakalım ve şöyle bir soru sorayım:

İnsanlık tarihinin görüp tanıdığı en zâlim diktatör olan Lenin, Çarlık Rusya’nın yerine koyduğu yeni rejimi oturtabilmek için milyonlarca insanı öldürdü de Rus dilinin bir tek kelimesinin tek hecesine-harfine dokunmadı. Yeteri kadar devrimci olmadığı için mi? Neden, niçin?

Uluç: Rusların dilde devrim yapmak için bir nedenleri yok ki, dil devrimi yapsınlar. Şuan dış etkenler dediğimiz, yabancı dilden dilimize sözcükler giriyor, diye söylendiğimiz diller genel olarak Avrupa dilleridir. Rusça da bir Hint-Avrupa dil ailesinin üyesi olduğuna göre, İngilizce’den bir sözcüğü kendi bünyesine aldığında bir sıkıntı yaşamaz. Şuna benziyor; bizim Kazakça’dan yoğun bir biçimde, ancak kendi ağzımıza göre sözcük almamıza. Ya da Özbekçe’den, Türkmence’den…

Çetinoğlu: Açıklamanıza itirazım var. Bu itiraz, ileride yapacağımız röportajın bir sorusu olacak.

Mesele kelime almak meselesi değildir. Yabancı kelimelere muhalefet etmek, kelime ırkçılığıdır. Biz Türklerin genlerinde ırkçılığın hiçbir çeşidi yoktur. Yeter ki alınacak kelimeye hakîkaten ihtiyaç olsun ve aldığımız kelimeyi kendi dil zevkimize uygun bir telaffuzla kullanalım. Kelime üreteceksek Türk dilbilgisi kaidelerine göre kelime üretelim. İsimlerini verdiğim Türk dili âlimleri bu kaideleri herkesin anlayabileceği bir şekilde açıklamışlardır. Diğer taraftan ihtiyaç olmadığı halde diğer dillerden kelime alırken, bin yıllık kültür hazinemizi ilmik ilmik örerek oluşturan tarihî kelimelerimizi bir kenara atmayalım. Sizin de bu kanaatte olduğunuzu düşünüyorum. Yanılıyor muyum?

Uluç: “Söz ırkçısı” diyebileceğimiz kişiler bulunmakta. Bunlardan ayrı olarak biz, yer yer yabancı sözcüklere göz yumabiliyoruz, ancak bunun koşulları var. Örneğin “Röntgen” sözcüğüne karşılık bulunmasını istemiyoruz. Çünkü “Röntgen” kişi adıdır, çalışmalarından dolayı adı unutulmasın, saygı ile anılsın, gelecek kuşaklara ulaşsın diye bunu istiyoruz. Bilime katkı sağlayan kim olursa olsun,  Tanrı katında göksel bir kişidir. Bu da adının yaşaması için yeterli bir gerekçedir. Benzer biçimde yabancılar da “Arf değişmezi” diye matematiksel bir kavramı kullanarak Türk matematikçisi Cahit Arf’ın adını yaşatır. Bir başka durum ise şu; deyimler, atasözleri, türküler… Dilimize giren yabancı sözcükler; deyimlerimize, atasözlerimize de işlemiştir. Öztürkçe bir sözcük ile değiş tokuş yapıldığında çok ayrık durmakta, söylendiğinde kulağı tırmalamakta, gülünç gelmektedir. Çetin bir durum olduğunu biliyoruz. Ancak bu durumun olması, bizim özleştirme düşüncesinden caymamız için bir neden değildir. Kalkıp da; “Atasözündeki yabancı sözcüğü değiştirelim” demiyoruz. O yabancı sözcüğün dilimizde bir karşılığı olduğunu bilelim, geliştirmekte olduğumuz, süregittiğimiz ekincimizi (kültürümüzü, medeniyetimizi, uygarlığımızı) kendimize özgü değerlerle yükseltelim. Atalarımız geçmişte çok güzel işler yapmışlar, tinleri Tanrı katında olsun, ancak yaptıkları yanlışları da bilip biz torunları olarak doğruyu yapmak için çaba göstermeliyiz. Dilimize yabancı bir sözcüğün girmesini bir yanlış olarak değerlendiriyoruz. Var olanları da, atasözlerimize değin girmiş olanları da dışlayamıyoruz.

Çetinoğlu: Dil devrimi‘ dediğiniz, sâdece kelime almaktan ibâret olmasa gerek. Devrik cümle kullanmak, yabancı dillerden ön ek, son ek almak, bu ekleri yabancı kelimelerin önüne ardına ekleyince, o yabancı kelimenin Türkçe hüviyet kazandığını zannetmek… Dilimize zarar veren bunlar değil mi? Ne dersiniz?

Uluç: “Dil Devrimi” diye söylemek, işin özü doğru bir söz değildir. Çünkü bir dili devirip yerine başka bir dil getirmemişiz. Obalarda konuşulan Türkçeyi, yazı dilinde işlekleştirmişiz; hepsi bu! Dolayısıyla bir devrimden söz etmek doğru değildir. “Alfabe Devrimi” vardır; Arap alfabesinden (elifbasından) Latin’lerindekine geçmişiz. Bu yüzden sözü edilen dönemi “özleştirme süreci” olarak ele almak daha doğru olacaktır. Özleştirme sürecinde bulunan dilcilerde büyük bir buşku (heyecan) vardı. Bu buşku da bir sevgilinin gözünün kör olması gibi, var olan yanlışları bile görmeyecek denli kör etmiştir dilcilerimizi. Gönül isterdi daha özenli davransınlar, ancak ne yazık ki bu yanlış durumları da kabul etmemiz gerekiyor. “Tarihî” yerine “tarihsel” demek büsbütün yanlış bir tutumdur. “Dilimize zarar veren bunlar değil mi?” diye soruyorsunuz; evet bu gibi tutumlar zarar vermiştir.

Çetinoğlu: Sel‘, ‘sal‘ ekleri için de ‘yanlış bir tutumdur’ diyor musunuz?

Uluç: Özleştirme akımının en çok tartışılan konusudur bu ek; -sAl. Ancak bilinmelidir ki, eski dilimizde bu ekin örnekleri bulunmaktadır. Özleştirme döneminde yalnızca işlekleştirildi. Ekimizin işlek duruma sokulmasına karşı çıkılmasını da biz anlayamıyoruz. Toplum olarak bu eki çok sevdik, önümüze gelen her sözcüğe koşabiliyoruz. Eski dilimizdeki iki örneği “uysal” ile “kumsal”dır. Biri eylem (uymak), öteki de ad (kum) kökenli. Böylece hem eylemlere, hem de adlara gelebildiğini görüyoruz. Özleştirmeyle ilgisi olmayan, toplumun kendi kendine türetip de obasında yaşattığı sözcüklerimiz de bulunmaktadır; “ölümsel, yensel” gibi sözcükler. Yalnızca Anadolu’ya özgü bir ek de değildir bu. Örneğin “kereksel” (gereksel) diye bir sözcük bile vardır Tuvaca’da. Üstelik Tuva ile Anadolu arasında binlerce kilometre uzaklık olmasına karşın aynı eki, aynı yapıda kullanmaları yadsınmamalıdır. Sözün özü, Derleme Sözlüğü’nde bile böylesi sözcüklere denk gelinebiliyorken, eski dilimizde bile örnekleri gözümüzün önündeyken, bu ekimizi dışlamak doğru değildir. Az kullanılan bir ekimiz, yalnızca işlekleştirilmiştir. Bütün olay, bundan ibarettir.

Çetinoğlu: Uysal‘ ve ‘kumsal‘ kelimeleri, dil inkılabından önce de kullanılan ve ‘sal‘ eki ile biten yalnızca 2 kelimedir. Bir başka ifâde ile ‘istisna’dır. Mâlûm: ‘İstisnalar kaideyi bozmaz.’ 200.000’den fazla kelimesi bulunan Türkçenin yalnızca 2 kelimesinde bulunan ‘sal ‘ eki, ölü bir ektir. ‘Ölü’ bir eke nasıl işlerlik kazandırılacağını açıklar mısınız?

Uluç: Genel kanı olarak “uysal” ile “kumsal” sözcükleri öndedir, ancak size yöre ağızlarında olan örnekler de sunmuştum. Yörelerde yaşayan kişilerin özleştirme akımından bağımsız olarak kendi geliştirdikleri sözcükler olarak bu örneklerin varlığı çok değerlidir. Birkaç örneğin “istisna” olabileceğini dediğiniz için size şu sözcükleri sunabilirim;

* sarsal: sansar (sargar, sarığ köklerinden, sarı ile kökteş) – Dîvânu Lugâti’t-Türk
* arsal: kumral, konural (ar: kestane rengi) – Dîvânu Lugâti’t-Türk

Çetinoğlu: Misaller 4’te kaldı. Sizce yeterli mi? Diğer misallerin hepsi dil devriminden sonra, ‘ kalp para ‘ gibi’ tedâvüle sürülmüş kalp kelimelerdir.

Öğretmekte olduğunuz Göktürkçede sel – sal takıları var mı? Bunlar nereden çıktı? Göktürkçe alfabesi ile anıtsal, kahvaltısal, sporsal, uyduruksal, içsel, kemiksel, betimsel, yemeksel, bilimsel kelimeleri nasıl yazılıyor? Maymuncuk gibi her kelimeyi açıveren bu sel – sal takılarının Türkçemize kazandırdıklarını herkesin anlayabileceği bir şekilde söyleyebilir misiniz?

Ayrıca:  ‘kürevî=küresel‘, ‘tarihî=tarihsel‘, ‘siyâsî=siyasal‘ misallerinde; ‘küre‘, ‘tarih‘, ‘siyaset‘ kelimeleri Arapçadır. Arapça kelimenin sonuna Türkçe olduğu iddia edilen ‘sal ‘, ‘sel ‘ takılarını eklemek suretiyle Türkçe kelime elde edilmiş olunabilir mi?

Uluç: Sözünü ettiğiniz bu sözcükler, yanlıştır. Dilimizde kullanılmamasını biz de doğru bulmuyoruz. Benzeri biçimde söz kökeni Türkçe olmasına karşın, “olmasaydı” dedirten sözcüklere de denk gelmekteyiz. Örneğin “general” yerine “genel” sözcüğünü türetmişler, “bulleten” yerine “belleten” sözcüğü… Örnekler ne yazık ki artırılabilmektedir. Bu sözcükler gerek kök, gerek de ek bakımından Türkçedirler, ancak yabancı sözcüklere özenilerek türetildiklerinden bir tür yenilmişliktir. Bunu tepik (futbol sözünün karşılığı olarak Divan-ı Lügat’it Türk’te geçer) deyişi ile örneklendirecek olursam şunu derim; 3-0 yenilmektense, 3-3 kalalım! “General” demektense “genel” demek, “bulleten” demektense “belleten” demek, tam olarak bununla açıklanabilir. Benzeri olarak da “kürevî” yerine “küresel” demek, “siyasî” yerine “siyasal” demek; 3-0 yenilmektense, 3-1 yenilmek demektir. Sonuç olarak, iki durumda da yenmiş sayılmayız.

Çetinoğlu: Sorumun bir bölümü cevapsız kaldı: ‘Göktürkçede, Azerbaycan Türkçesi’nde, Özbekistan Türkçesinde ‘sel’, ‘sal’ takıları var mı?’ Varsa, birkaç örnek verebilir misiniz?

Uluç: Sonradan gelişmiş bir ek olduğu için Göktürkçede -sAl eki bulunmaz. Tuva Türkçesinde “kereksel” diye bir sözcük görüyoruz. Bu da tek örnek olduğu için “istisna” sayılır. Azerbaycan Türkçesinde “rakamsal” gibi “güncel” gibi sözcükleri görüyorsak da bu sözcükler Türkiye’den yeni dönemde alındığı için geçmişi bulunan, dilbilimsel olarak kök gösterilebilecek nitelikte değillerdir. Bu yüzden söz konusu ek, Anadolu’ya özgü bir ek olarak belirtilebilir. Yörelere özgü ekler konusu ise sakıncalı bir durum değildir. Kazakların kullandığı, bizim kullanmadığımız ekler olduğu gibi, bizim kullandığımız, öbür Türklerin kullanmadığı ekler de pek doğal olarak olabilir. Şimdiki zaman eki -yor’un, yalnızca Türkiye Türkçesinde olması gibi.

Çetinoğlu: Mevzumuz dışında özel bir soru: ‘Özbekçe’den, Türkmence’den‘… şeklinde yazıyorsunuz. ‘Almancadan, Fransızcadan…’ der gibi…

Sözünü ettikleriniz bağımsız millî bir dil mi, kadim Türkçenin bir dalı mı?

Uluç: Bunlar artık kendi yollarını çizmiş “Türk dilleridir”. Örneğin Azerbaycanlılar, Türk kökenli ülkeler toplantı yapacağında şöyle diyorlar; “Türk Dilli Ölkelerin Zirve Sammiti”. Kimileyin duygusal davranıp “Türk ağızları” diyerek yörelerde konuştuklarımızla eşdeğer tutanlara da denk geliyor olsak da, kökleri bir olan ayrı diller olduğunu da kabul etmemiz gerekiyor. Birbiriyle komşu iki ilimizde bile ayrılıklar oluyorken, ülkelere bölünmüş, başka ulusların egemenliklerine girmiş toplumların dillerinde değişiklikler olması, kendi yolunu çizmesi olağan karşılanmalıdır.

Çetinoğlu: Bu konuda benim bilgilerim şöyle: İkinci Dünya Savaşı öncesinde Sovyet yetkilileri Azerbaycan Türklerinin Türkiye Türklerinden ayrı bir millet olduğunu iddia ederek ‘Azerbaycan milleti ‘ ve  ‘Azerbaycanca ‘ ifâdelerini uydurdular.  Sovyetler Birliği dağılınca,  ‘Azerbaycan Türkleri ‘  ve ‘Azerbaycan Türkçesi ‘ ifâdeleri kullanılmaya başlandı. ‘Resmî dil Türkçedir ‘ denildi. Haydar Aliyev işbaşına geldikten sonra Moskova’nın baskısı sebebiyle ‘Resmî dil Türkçedir ‘ söyleyişinden vazgeçildi. Ancak Azerbaycan’daki soydaşlarımızın büyük bir bölümü bu durumdan hoşnut değil. Azerbaycan’da hâlâ Moskova yandaşları var. Onlar memnunlar. Türkiye’deki Moskova yandaşları da… Bizler yandaş olamayız.

Okuyucularımıza yanlış bilgi vermiş olmamak için ikimizde bildiklerimizi gözden geçirelim, doğrusunu öğrenelim ve sonraki röportajımızda okuyucularımıza intikal ettirelim.

Röportaj için zaman ayırdınız. Alaka ve zahmetleriniz için çok teşekkür ediyorum.

GÖKBEY ULUÇ

10 Ağustos 1988, tarihinde Iğdır’da doğdu. 2008 yılında Anadolu Üniversitesi’nden Laborant ve Veteriner Sağlık Teknisyeni diploması aldı. 2014 yılında Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi Matematik Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. Anadolu Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde tahsil hayatı devam ediyor.

Türk araştırmacı, çevirmen ve romancıdır. Yazdığı hikâyeler 2011’de Türk Dil Kurumu tarafından, 21. yüzyılın en yeni Türk edebiyatı örneği olarak gösterilmiştir.

Nisan 2010’da Azerbaycan’da yayınlanan Türkistan gazetesinde başladığı köşe yazarlığı 3 yıl devam etti.  Bu zaman içinde 2 adet Türkçe kişisel gelişim kitabını Azerbaycan Türkçesine çevirdi. Yine Azerbaycan’da yayınlanan Kimlik Dergisi‘nde 2 yıl yazarlık yaptıktan sonra, editör olarak görevine devam etti. 2011’de Türk Dil Kurumu’nun aylık edebiyat dergisi olan Türk Dili dergisinde de hikâyeleri yayınlandı.  Iğdır, Bakü, Hatay ve İstanbul’da Göktürkçe yazı kursları düzenledi. Halen de Türkçe üzerine vakıf ve okullarda konferanslar vermektedir.

 

Değerli Okuyucularım!

14, 15 ve 16 Ocak 2016 Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri, Türkçe sevdalılarının alakasını çekecek bilgiler, 3 bölümlük hayalî röportaj olarak bu sayfalarda yayınlanacaktır.

 


Türk Dil Kurumu Dîvânu Lugâti’t-Türk Veri Tabanı: http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_dltvtb&view=dltvtb

 

 

Önceki İçerik‘Göktürkçe Öğreniyorum’ isimli kitabın yazarı Gökbey Uluç’la Türkçe ile İlgili Meselelerimiz Hakkında Konuştuk. (Birinci Bölüm)
Sonraki İçerikABD Samimi Değil, Türkiye’nin Bütünlüğü Tehlikede
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.