Geçmiş asırlarda Müslümanlar zengin, Batılılar fakir idiler. Zamanımızda ise durum tersine. Onlar zengin olurken, bizler fakir düştük! Neden?
“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm: 39) âyetinden ve “Çalışan, Allah’ın sevdiği bir kuldur.” Hadisinden hareketle edinilen çalışma meyil, şevk ve arzusu; bazı telkinler ile, kimi câhil şeyhler ve dini yanlış yorumlayan bazı sözde bilginlerin telkinleriyle; o çalışma meyli kırıldı. Çalışma şevki söndü. Bu tenbellik yüzünden ise fakirleştik.
Oysa, “İ’lâ-yı Kelimetullah (Allah’ın dinini yüceltmek ve yaymak) şu zamanda maddeten terakkiye (maddî ilerlemeye) mütevakkıf (bağlı) olduğunu bilmeyen” bazı câhil idareciler, âlimler ve şeyhler; o meyelânı kırıp, o şevki söndürdüler.
“Maddeten terakki” ifadesinden; devletin savunma, tarım, ticaret ve san’at alanlarında ilerleyip devleti geliştirmeyi amaç edinmesi gerektiğini anlayamadılar.
“Dünya, âhiretin tarlasıdır.” Hadisini tek taraflı yorumlayarak; o meyil ve şevki söndürdüler!
Halbuki hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışmak gerektiğini, geri plânda bıraktılar! Geri kalışın en büyük hatâsını işlediler!
Evet, kurûn-i vustâ (ortaçağ) ve kurûn-i uhrânın (sonraki asırların) ilcâât ve icaplarını birbirinden ayıramayan bazı câhil idareciler, âlimler ve şeyhler; çalışıp, ilerleme ve gelişme arzu, istek ve meyillerini söndürdüler!
Yanlış anlaşılan hususlar da, geri kalışımızın faktörlerinden bazılarıdır.
Nitekim:
Az çalıştığı hâlde, çalıştığına kanaat etmek yanlış.
Gereken çalışmayı yaptıktan sonra, elde ettiğine kanaat etmek doğru bir davranış.
Sebepleri yerine getirmeden müspet bir netice beklemek yanlış. Yersiz bir tevekkül.
Sebeplere teşebbüs ettikten sonra, sonucu Allah’tan beklemek ve sonuca razı olmak lâzım.
“İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı (sırasında doğru yolu gösterici) olandır.” Hadisini şiar edinmek asıl olmalı.
Çünkü Müslüman; gördüğü bir kötülüğe, yanlış bir davranışa; ya eliyle, ya diliyle, ya da kalben / içten karşı çıkmalı; hiç olmazsa o menfi harekete; bu şekilde olsun direnmeli.
Velhâsıl, her zamanın bir hükmü var.
Her şeyden evvel bize lâzım olan şey; doğruluk. Bunun kaynağının ise, Kur’an ve Sünnet olduğunu bilmek.
Dahası, yalan söylememek; doğruyu söyleyemiyorsak, hiç olmazsa, yalan da söylememek.
Ayrıca, sdk yani, ihlâs / içtenlik, sadâkat, sebât ve tesânüd / dayanışma dairesinde kalmamız şart.
Çünkü, küfür yalandır. İman sıdktır. Zira, hayatımızın bekası / devamı imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.
Kaldı ki, tenbelcesine tevekkülden sakınmalı!
İşi birbirimize havâle etmemeli. Kısaca:
Vicdanın ziyası (ışığı);
Ulûm-i diniye (tefsir, hadis, fıkıh ve alet ilimleri)dir.
Aklın nûru (ışık kaynağı),
Fünûn-i medeniye (müspet ilimler)dir.
İkisinin imtizâcı (din ve müspet fenlerin birlikte okutulması)yla,
Hakikat tecellî eder (kendini gösterir).
O iki cenâh (kanat) ile,
Talebenin himmeti pervaz eder (uçar).
İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakitte;
Birincisinde taassup,
İkincisinde;
Hile, şüphe tevellüd eder (doğar).