Geçmişin İzleri

95

Şair der
ki, “..aslında akıllı-uslu çocuklardık, deli dolu olan geçen yıllardı”.  Bir dostumuz da der ki; “hatıralardan söz
ediyorsanız, artık yaşlısınız ve gençlere verecek bir şeyiniz kalmamış demektir.”
diye. Doğrudur. 78’li kuşağız, çileli yıllar yaşadık. Gençliğe sadece şunu
söylemek isteriz; lütfen okuyun (aksi
halde canımıza okurlar). Evet, her
dönemin kendine has refleksleri vardır. Bazen doğal akışında, toplumun genel
kanaati yönünde gelişir. Bazen sunî gündemler görürsünüz, kullan at türündedir.
Bazen de çok deli dolu. Aykırı görüşe asla tahammül edemeyen, oldukça katı. Rijit
ötesi.

Eskiden
her mahallenin illa ki bir delisi
olurdu. Zararsızdı, bağırıp çağırmaktan başka kimseyi incitmezdi.  Bir de mahallenin delikanlısı. O da mahalleyi (galiba) yabancılardan korurdu. Öyle
bir misyon üstlenmişti. Bir nevi ağır abi. Üstelik maliyeti de yoktu. Gençler öyle kordon boyu tarzında sağı-solu
rasatlayarak yürüyemezdi. Nedeni
belli, mevcut kızları kurdakuşa kaptırmamak. Ne de olsa mahallenin namusu ilk onlardan
sorulacaktı. Bu nedenle sağı solu anlamlı
tarayan bir garip sazan bu kapsamda görülürdü.
İlk sorgu biraz dokunaklı; “hayrola,
ne iş?”. Cevap masum ve mahcup ise sorgulama
sonrası, yol verilirdi. Aykırı diklenmeler olursa, hafiften bi tozunu
almakla sonuçlanırdı. Her şey o
zaman ne kadar da masum, ne kadar naifdi.

Sonraki
yıllar Türk siyasi yaşamının çalkantılı dönemleri başlayacaktı. Tam bir kaos
yaşanmaktaydı. Gençlik sağ ve sol iki ideolojik blokta yerini almıştı. Bir de suya
sabuna dokunmayan bir ara zon vardı.  Önceleri apolitik,
sonraki ilerleyen yıllarda da siyasal
islamcı olarak bir üçüncü bir
ideolojik kitle oluşacaktı.  Artık o eski
dönem mahalle abisinin masumiyeti
yerine, başka sorgulamalar başında olacaktı. Meskûn alanların
giriş çıkışları tutulmuş, kontrolü ideolojik
ağır abilerle yapılacaktı. Yine aynı tanıdık sorgu; “yoklayın, ne işi var?”. Kurtarılmış alanlar, semtler, bölgeler. 

Seksen
ihtilali bir dönüm noktasıydı. İç çatışmalarda emniyet teşkilatı da iki ayrı
kesimde yerini almıştı; ya ülkücü olacaktı, değilse solcu-devrimci. Üçüncü
sınıfın o zamanlar henüz gücü yoktu. Tezgâh şöyle kurulmuştu; ABD emperyalizmi
kuzeyden gelecek kızıl tehlikeye karşı yoğun bir propaganda ve
bütçe ayırmıştı. Öyle ki; her tarafta sosyalist enternasyonal marşları
söyleniyor, işçi sınıfı devrim yapmaya çağrılıyordu. Seçim, sandık, gibi
kavramların adı bile yoktu. Mevcut düzenin ancak devrimle değişmesi esastı. Böyle bir manzarada, “ne kadar
sempatizan kitlemiz varmış” diye, SSCB-Kremlini bile şaşırmış olmalıydı. O
dönem şöyle bir hava estiriliyordu; ‘bu günden yarına kalmaz, Rus ve (kısmen Çin)
destekli bir devrim iktidarı-ülkeyi teslim alacak’ gibi.  Çok sonraki yıllarda ABD yönetiminin 80
ihtilali şartlarını oluşturmasında; Türkiye-Rusya sanayii işbirliğinin neden
olduğu anlaşılacaktır. ABD’nin kredi talebindeki şartlı desteği kabul etmeyen Türk hükumeti, bu ortak anlaşmayı Rusya
ile yapmıştır. Binaenaleyh;
Seydişehir Alüminyum tesisleri, İskenderun Demir ve Çelik Müesseseleri, Aliağa
rafineri tesisleri ülke sanayisine katılmıştır. Oyunu kuran sistem, sonuç
aldığına göre, bu dönemin sosyolojik yapısı üzerinde iyi çalışmış olmalıydı.
Ayrıca kurtuluş mücadelesi veren bir halkın millî reflekslerini de hesaba
katmış olmalı. İletişimin çok zayıf olduğu bir avantaj sayılarak, çeşitli merkezden
planlı söylentiler pompalanıyordu. Her iki ideolojik teşkilatlara kanlı
eylemler-suikastlar yapılmaktaydı. Bunun sonucunda daha geniş halk kesimi
provoke edilerek kışkırtılmıştı.

Polis
teşkilatının bile Pol-Der’li(solcu), Pol-Bir’li(sağcı) bölündüğü ortamda TSK’nın
emir-komuta birliği sıkı bir şekilde korumaktaydı. Bu aslında büyük bir
kazanımdı. Ancak komuta kademesi Pentagonun etkisindeydi. Nitekim sonradan
itiraf edilecekti ki, halkın benimsemesi için ordunun bu iç çatışmaya müdahalesi geciktirilmişti. Çoğu
siyasi yorumcular, bu durumun olmasında ABD yönetiminin baskısı olduğunda
hemfikirdirler. Terörden ve kaostan perişan olan halk, iki belâdan birini
tercih edecekti, O belâ da, yüzde yüz ABD kaynaklı cuntacıların bu ihtilal rejimi idi ve onaylanmıştı. Meclis lağvedildi,
anayasa çöpe atıldı. Türkiye’nin üzerinden ağır bir silindir geçmişti.
Toparlanması uzun yıllar alacaktı.

 İhtilal sonrası siyasi yapı ile birlikte
ülkenin ekonomik ve sosyolojik yapısında da önemli değişimler olmuştur. Sendikalar
kapatılmış, grevler kaldırılmıştır. 24
Ocak ekonomik kararları da bu
bağlamda tavizsiz uygulanmıştır. Siyasi
parti oluşumuna izin verilse de “askeri
demokrasi” uzun süre devam etmiştir.
İhtilalci Konsey, siyaseti hizaya sokmuş ve siyasete bir nevi “icazet” kavramı getirmiştir. Parti
yönetimleri ile yetinmeyip, bürokrasiden gelen uzman ve yetişmiş siyasi kadrolara
da yasaklar koymuştur. Ancak ne yazık ki, hükumet bu yasağın arkasına sığınmak
adına halka onaylatmak için çok çırpınmış ve olası sivil anlayışını
lekelemiştir.

Dönemin
iktidarı sıkı bir Amerikancı dış politika
izlenmekteydi. Hedefinde batı tarzı bir dönüşüm (o zamanki deyimle
transformasyon) vardı. Karma ekonomiyi tamamen tasfiye kararı alınmış, piyasa ekonomisine geçilmişti. Bu yeni
anlayışa göre; “..her şey kamu için birer yüktü. Kurumlar hantaldı, işlemiyor
ve atıl durumdaydı, devlet bunları acilen satmalı ve kurtulmalıydı”.  Kısmen doğruydu. Eski teknolojik donanımlı
olanlardan beklenen verim sağlanamıyordu.  Kamuda “bu yoğun işçi yükünü devlet
çekmek zorunda değil” anlayışı ile arada bir otomasyon kavramı gündeme gelmişti. O dönem için imalat sektöründe CNC,
PLC gibi programlanabilir kontrollü sistemlerin devreye girmesi önemli bir
yenilikti. Bu otomasyonlar bir anlamda üretim artışı ile birlikte daha az
istihdam(iş gücü) demekti.

Her
iktidar değişimi bir yeni dönem başlangıcıydı. Artık hiçbir şey eskisi gibi
olmayacak, sil baştan her şey değişecekti. Kamu İktisadi Teşebbüsler (KİT) “zarar
ediyorlar” diye satılarak özelleştirmeler başlamıştı (1984). Ülke ciddi anlamda
borçluydu. Bu doğrudur.  “70 sente
muhtaç” durumdaydı. Ancak ipotekli değildi. Kamunun varlıkları
bugünle kıyaslanamayacak kadar çoktu. Kars gibi bir serhat şehrinde; şeker, süt,
et-balık kombina, Sümerbank ayakkabı (Sarıkamış) ve çimento fabrikaları hepsi
de modern dizaynlı ve üç vardiya çalışırdı. Nasıl zarar edebilirdi?
O gün de bugün de anlamak zor. Sümerbank, kâğıt-selüloz tesisleri, termik
santralleri, demir çelik işletmeleri vardı. Şeker fabrikaları, yem fabrikaları,
limanları vardı. Boğaziçi köprüsü öz sermaye ile yapılmıştı. İnkâr edenin
gözüne-dizine durur.  Atıl işleyenler
işletmeler vardı elbette. Ancak revize edilip üretim kalitesi arttırılabilirdi.

28 Şubat dönemi (1997); siyasi tarihimiz ve demokrasi
geleneğimiz için ayıplı bir durumdu.
Bir kaostu. MGK hararları koalisyon
iktidarına (Refah-Yol) muhtıra
dayatılmış ve başbakan istifa etmiştir. Sonraki üçlü koalisyon yönetimi ise; siyasette,
özellikle ekonomide başarısız ve talihsiz bir dönem olduğu bilinmektedir.
Başbakanlık Teftiş Kurulu raporuna göre; bir
gecede 2.1 katrilyon liralık zarar olmuştur. Bunun sorumlusu iktidar ortakları
olup, bedeli siyaseten ödenmiştir.

Bugüne
gelindiğinde; o dönemin ağır faturası ve siyasetteki tıkanmalar, -bugün de iş
başında olan- iktidarı doğurmuştur. Bu iktidar geçmişi eleştirmekle birlikte özelleştirmelere
daha kapsamlı bir planlama ile devam etmiştir. Kamunun otuz beş yılı aşkın süre içinde varlıkları yerli-yabancı
sektöre satılarak aktarılmıştır. Ayrıntısına girmeden;
11 liman, 98 elektrik santrali, 50 işletme ve tesis (fabrika), 11 otel, 3
bin 917 taşınmaz ve araç muayene hizmetleri ile maden ruhsatları,ve diğer varlık
satışları, işletme ya da imtiyaz hakkı devri yoluyla özelleştirilmiştir. Ancak
bu haklı eleştiri bir sonuçtur. Sebebi ise ucu açık, tartışılır. Ancak bilinen
şu ki; dış odaklı yürütülen iki büyük travmanın etkisi var; Suriye sorunu ile
Fethullahçı kalkışma. Her ikisinin de ağır ekonomik bedeli olmuştur. Suriye ve
Libya’ya biçilen yeni düzen(sizlik), inşaat ve nakliye sektörüne büyük zarar
vermiştir. Vergi gelirleri azalmış, geçici sığınmacılar kalıcı problemler
oluşturmuştur.  

Sonuçta
her yeni siyasi iddia, geçmişle güncel konum için kıyaslamalar yapar. Bu tip
polemikler olağan bir manevradır. Ancak uzun dönem iktidarların sürecine bir sonraki pencereden
bakıldığında, onun da bir “geçmiş
olduğu görülecektir.
Eski dönemleri özleyenler olabilir. İki kuşak öncesiyle
bu günü kıyaslamak zamana karşı haksızlık olur. Hem teknoloji tüketelim hem de
bir her şey doğal olsun. Bu biraz abestir,
muhali talep etmektir. Geçmiş olsun!