Geçmişiyle / Geleceğiyle Türk Basın Hayatını
ve Gazeteci – Yazarları Anlattı.
(BİRİNCİ BÖLÜM)
Oğuz Çetinoğlu: ‘Gazeteci-Yazar’ olarak tanınıyorsunuz. ‘Gazeteci’ isilmendirmesinde muğlâk bir taraf var gibi… Müellif, Muharrir, Muhabir, Musahhih, Editör, Redaktör, Sayfa Sekreteri, Yazı İşleri Müdürü gibi her biri ayrı ayrı işleri yapanlar ve hatta gazete satan bayi sâhipleri ‘Gazeteci’ olarak anılıyor. Hapsi ‘yazar’ olarak anılınca, yazarlar çoğalıyor. Okuyucu sayısı ise artmıyor, eksiliyor. Muhtemelen okuyucudan çok yazar var. Konu ile alâkalı görüşlerinizi lütfeder misiniz?
Mehmet Cemal Çiftçigüzeli: Gazeteci, bir gazeteye yazılar kaleme alan kişidir. Bu haber de olabilir, yorum, sohbet, röportaj vesaire de olabilir. Eğer biri ‘gazeteciyim’ diyorsa gazetede ne iş yaptığı sorulabilir. Bunun cevabı; köşe yazarı, muhabir, foto muhabiri, karikatürist, sahife sekreteri, arşiv sorumlusu, yazı işleri müdürü, genel yayın yönetmeni, taşra veya yurtdışı temsilcisi olabilir ve de böyle bir kategori içine girer.
Gazeteci bana göre ‘fikir emekçisi’ demektir. Aşını ekmeğini buradan çıkaran kimsedir. Genelde de gazetecilere Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nce eğitimlerine göre; belirli süreyi ve resmî prosedürü tamamlayınca sarı basın kartı verilirdi. Gazete patronu da istediği kişiyi basın kartı sâhibi yapmak isterse genelde ‘muhabir’ olarak anlaşma yaparak sözleşme metnini Basın Yayın Genel Müdürlüğü’ne gönderirdi. Basın kartının câzibesi bir zamanlar çoktu. Dolayısıyla talep edeni de fazlaydı. Uçak, tren ve telefon ücretleri yarı yarıyaydı. Kamu araçlarına binmek parasızdı. Maçlara ve diğer etkinliklere gitmek de bedavaydı. Önceliklerde ön sıralarda yer alınırdı. Meselâ başkaları aylarca sıra beklerken gazete, SEKA’dan tirajının üstünde kâğıt alabilir, fazlasını piyasaya satabilirdi, satabiliyordu. Gazeteler toplumun ve siyâsîlerin üzerinde çok etkili bir sektördü. Dolayısıyla hızla zengin olmak isteyenler, cemaatler, kanaat grupları, ideolojik yapılanmalar, hatta siyâsî partiler ya gazete-dergi yayınlamaya başladılar, veya anlaştıkları bir yayın organıyla pazarlığa oturdular.
İki Buçuk Gazete
Bu anlattıklarım, Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminden (09 Temmuz 2018) çok önce, yâni parlamenter sistemin uygulandığı döneme ait. Henüz bilgisayar yoktu, internet uygulanmasına geçilmemişti. Merhum Turgut Özal Başbakan olunca bir kalemde bütün öncelikleri ve imtiyazları gazete ve gazetecilerden aldı. ‘İki buçuk gazete ancak yayın hayatına devam edecek’ diye de gazete patronlarını uyardı. Türkiye’nin ‘amiral gemisi’ olarak bilinen Hürriyet bu açıklama üzerine Turgut Özal’ı hedef aldı, ama bir müddet sonra el sıkışarak anlaştılar. Başbakan Mesut Yılmaz da randevu alarak gittiği Hürriyet Gazetesi Sâhibi Aydın Doğan’ın Kısıklı’daki evinde pijamayla karşılanmıştı.
Basın hayatımız gerçekten bu gelişmeler karşısında ciddî bir muhasebeye girdi o yıllarda. Teknolojinin hızla değişmesi, iletişim araçlarının yaygınlaşması her şeyi sil baştan düşünmeye mecbur bıraktı. Buna rağmen hâlâ halk arasında ‘naylon basın’ olarak bilinen onca gazete yayınlanıyor ve resmî ilanla ayakta durmaya çalışıyor. Tirajları ise resmî ilan almak durumunda kaldıklarından istenilen rakamın altına düşemezler, düşemiyorlar. Dolayısıyla mutlaka o sayıyı bulmaları gerekiyor. Yoksa resmî ilânları kesilir.
Günümüze gelince, artık sıfır sâniyede dünyânın dört bir yanından haber ve görüntü alındığı düşünülünce yazılı medya geride kaldı. Dijital yayıncılık öne geçti. Referandumla kabul edilen (2017) Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi içinde Başkanlığını Prof. Dr. Fahrettin Altun’un yaptığı İletişim Başkanlığı medya ile alâkalı bir kurum olarak oluşturuldu. Sarı basın kartlarının renkleri turkuaz oldu. Sebebi bilinmeyen gerekçelerle bazı gazetecilerin basın kartları verilmedi.
İnsanlar Okuyor mu, Sorguluyor mu?
Okuyucudan çok ‘gazeteci’ var. Doğru. ‘Yazar’ da var o da doğru. Bizim inancımızda ‘oku’ emri önemlidir. Ancak bu ‘okuma’ biçiminde algılanırsa okumuyor insanlar. Cehâlet de böyle bir şey zaten. En zoru da mücâdelenin, cehâletle yapılanıdır.
86 milyon nüfuslu Türkiye’de yayınlanan gazetelerin toplam satışı 2 milyon kadar. Hürriyet 195 bin, Sabah 193 bin, Sözcü 183 bin ile ilk üç sırayı teşkil ediyor. (Ekim 2023)
126 milyon nüfusa sâhip Japonya’da Yomiuri Shimbun 14.4 milyon, Asahi Shimbun 12.7 milyon ve nihayet 3. Sıradaki Mainichi Shimbun 5.8 milyon gazete satılıyor. Ayrıca bu gazetelerin akşam baskıları da son gelişmeleri yansıtarak yeni baskılar yapıyor. Bir zamanlar İstanbul’da da akşam gazeteleri vardı. Saat 15.00’ten sonra baskıya geçer, özellikle otobüs ve tramvay duraklarında, vapur iskelelerinde satılırdı.
332 milyon nüfusa sâhip ABD’ye gelince finans çevrelerinin önemli gazetesi USA Today 2 milyon 246 bin satıyor. İkinci Wall Street Journal 2 milyon 81 bin ve 3. olarak da New York Times 1 milyon 118 bin tiraja sâhip.
Norveç’te 1000 kişiden 600’u gazete okuyor.
Okumamak bir kurgu. Gelişmiş ülkelerde gazete ve kitap okunuyor. Kâğıt, kitap ve gazete fiyatları mâkul seviyede. Türkiye’de ise SEKA gibi kâğıt fabrikaları satıldı, ithal kâğıt ülkemize girdi. Sorun bize has. Gazeteler artık etki alanlarını önemli ölçüde kaybetti. Bir zamanlar gazeteler tiraj almak için kuponla kitap dağıttı. Bu kısmen iyi idi. Ancak sonraları kab, kaçak, tencere, tabak, çanak, tılsımlı romatizma bileziği falan dağıtarak milyon tiraja vardılar. Promosyon bitince de dibe vurdular.
Telif Ödenemezse Fikir Hayatı Tıkanıyor, Üretim Olmuyor
İnsanlar çok satan değil de telif ödemeyen gazetelerde yazı yazmaya başlayınca yazar sayısı arttı, gazeteler yaşamaya devam etti. Pazar kazandırdığı için çok kuruluş ‘yazarlık kursu’ başlattı. Sertifikasını alan herkes kendinden menkul bir şeyler var sandı. Ama geldiğimiz nokta ortada. Artık ajanslar da eskisi gibi değil. Aboneleri azaldı. Anadolu Ajansı hâriç ayakta durabilen haber ajansları sayısı yok denecek kadar az.
Daha 20. Asrın başlarında bile Gazeteci Feridun Kandemir ve Yazar Ziya Şakir gazetelerde yayınlanan haber, röportaj ve dizi yazılarının telifi ile geçebiliyorlardı. Dolayısıyla Osmanlının son dönemi ve Cumhuriyetin ilk yılları fikrî oluşum ve gelişim için örnek bir dönem oldu. Aydınlar, yazarlar, âlimler yeni fikirler üretti ve hayata geçirdi. Bugün mümkün değil. Bunun için de fikir hayatımız dibe vurdu; kültür ve sanat hayatımız gibi.
Hâlâ toplum Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl’ın mirasını yiyor. Muhafazakârlar biraz da Sezai Karakoç Üstadı yiyor ve bitiriyor. Yazara telif ödenirse, fikir hayatımız canlanır. Ama maalesef meslek kuruluşlarının da böyle bir meselesi yok. Hak-hukuk arama endişesi taşımıyor. Kendileri varlıklı ise, özellikle de kamudan destek alıyorlarsa onlara yetiyor da artıyor bile. Benim ömrün gazeteciliğe başladığımdan bu yana hep mahkemelerde geçti. Askere gittiğimde hakkımda 40 basın dâvâsı açılmıştı. Yaşım da 22 falan. En son internet sitemizdeki bir resimli romandan hakkımda dâvâa açıldı (2006) ve emekliliğimde 2014 yıllarında yazdığım eser Yürüyüş Yolu ve görüşümden dolayı mahkemeye verildim. Kurucusu olduğum veya üyesi bulunduğum meslek kuruluşları da umursamadı bile. Aklandım. ‘Geçmiş olsun’ diyen sayısı bile birkaç kişi. Dünyevîlik, hemen şöhret olmak, zenginlikle tanışmak, itibar artışı arzusu, yeni muhitler oluşması gazetecilik mesleğini geri planda bıraktı. Siyâsî irâdenin teşviki ve katkısı ile gazetecilik mesleği ayakta duruyor ve canlı.
Çetinoğlu: ‘Gazeteci’ isimlendirmesi ile alâkalı açıklamanız mükemmeldi. Teşekkür ederim. Sizin mesleğe intisabınız, özel tercihinizle mi oldu, tesâdüfî mi? Tercihiniz ise, sizi gazeteciliğe yönlendiren etkenler nelerdir?
Çiftçigüzeli: Gençliğimdeki idealizmin coşkusu ile koşarken kendimi gazetecilik mesleğinin içinde buldum. Gazeteler benim yaş grubum için, önemli ve etkili bir sektördü. Çılgınca yaşandı. Gazeteciler, çirkin 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra verilen yasal haklarla yeni bir döneme girdiler. Her gazete ve gazeteci kendisi gibi düşünmeyen kişi ve kuruluşları hedef gösteriyordu. Daha orta mektepte iken okuduğumuz kitaplar yüzünden hem okulda, hem basında arkadaşlarımla birlikte hedef olduk. Ahlaksız darbe ile gözaltına alındık. Piknikte bile baskınlara uğradık. Sonra gazete haberlerine baktım ve dehşete düştüm. Spor sahifesi ve yazarı Peyami Safa için abonesi olduğum Milliyet Gazetesi (1961) bile benim ve arkadaşlarımın yasak kitap okuduğumuzu, âyin yaptığımızı, gizli örgüt kurduğumuzu iddia eden haber yayınlıyordu. Güya ben ve arkadaşlarım İstanbul ile bağlantılı imişiz, Yassıada’dan bazı tutuklu siyâsîleri kaçıracakmışız. Üstelik orta mektep son sınıftayım. Kilis Asliye Ceza yetmedi, Gaziantep Ağır Ceza Mahkemesine sevk edildik. Ancak aklandık. Mahkeme Başkanı son sözümü sordu; ‘Efendim arkadaşlarımla beraber kitap okumak, sohbet etmek, Risale-i Nur külliyatından Küçük Sözler kitabını, Necip Fazıl’ın Büyükdoğu, Eşref Edip’in Sebilürreşat Dergilerini bulundurduğumuz için illa mahkûm edecekseniz beni mahkâm edin. Ancak arkadaşlarımı ve kitaplarımızı serbest bırakın ki memleketsever birkaç gencin daha ufkunun açılmasına sebep olsun. Buna hepimizin ihtiyacı var. Kitapları müsadere etmeyin.’ Diye konuşmuştum. Ağır Cezâdan Beraat ettik. Daha sonraki yıllarda bizi yargılayan hakim ile tanıştım. Emekli olmuştu. Beni alnımdan öptü. Aklımda kaldığı kadarıyla sanırım ismi Abdülmecit Belli idi. Daha sonraki yıllarda ‘Adalet Mülkün Temelidir-Türkiye’de Hâkimler Var’ adlı bir kitabı yayınlandı. Bu kitap dolayısıyla Abdülmecit Belli’yi hâkimlikten atmışlar, dolayısıyla Gaziantep’te avukatlık yapıyormuş.
Mahkemede yaptığım savunmada merhum Zübeyr Gündüzalp’in etkisi ve tesiri vardı. Aynı iddia ile büyük bir iman, inanç, ihlas sâhibi Zübeyr Gündüzalp da mahkemeye verilmişti. Zübeyr Gündüzalp savunmasında ‘Başımdaki saçlarım sayısınca başlarım olsa ve her gün biri kesilse, bu hizmetten ve bu okumaktan vaz geçmem, vazgeçemem!’ demişti. Müthiş bir savunma idi. Bunu o yıllarda okumuştum. Daha sonraki yıllarda da bir üniversite hocasının talebelerine ders vermesi gibi Necip Fazıl’ın mahkemelerdeki savunması da öyleydi. Hele İlhan Selçuk’un bir yazısından dolayı birlikte yargılandığı Cumhuriyet’in Yazı işleri Müdürü Oktay Kurtböke’nin savunmasında ‘Bu yazıyı İlhan Selçuk bin kere de yazsa, bin kere basar ve bin kere sorumluluğunu üslenirim’ demesi iman ve inanç ile basın hukuku açısından hep gözümün önünde, aklımın bir yerinde kalmıştır. Dolayısıyla savunmalarımda hiç tevile gitmedim, inancım gereği fikrimi ve eylemimi savundum.
Ufukta Gazetecilik Göründü
Kilis’te iki yerel iki günlük gazete vardı. Huduteli Demokrat Partililerin, Kent ise Halk Partililerin yanında idi. 27 Mayıs 1960 hâin darbesinde Huduteli Gazetesinin sâhibi Merhum Muzaffer Akalar da Demokrat Parti yöneticileri gibi tutuklandı. Aklandıktan sonra sohbet ederken Kilis Demokrat Parti yöneticileriyle birlikte çıplak ayak sınırdaki dikenli mayın tarlalarında dolaştırdıklarını anlatınca, ben o delikanlı aklımla bu insanlık ve hukuk suçuna isyan etmiştim. 16 Yaşımda Huduteli’nde yazmaya başladım ben. Pırıltı diye bir sahife yönettim. Hem ciddî, hem mizahî yazılar kaleme alıyordum. Ancak Muzaffer Akalar bir gün beni yanına çağırdı ‘Siz benden ne istiyorsunuz, daha ayaklarımın altındaki yaralar iyileşmedi. Yürüyemiyorum bile. Yeniden mi kurumuş dikenler üzerinde çıplak ayak yürüyeyim!’ diye serzenişte bulundu. Meğer benim yazılarım ağır kaçıyormuş, daha sonraki yıllarda ‘askerlik dersi’ hocamız olan Askerlik Şubesi Başkanı Binbaşı beni şikâyet etmiş. Pırıltı’nın 6 sayı sonra yayını durduruldu.
Ben bu ara İstanbul’a mektuplar yazarak Milliyetçiler Derneği’nin kitaplarını ve İlhan Darendelioğlu’nun Toprak Dergisini ve yayınlarını getirtiyorum. Okuyup tartışıyoruz. Düşünen Adam dergisi de öyle. Milliyet’e zaten aboneyim. O yıllarda taşraya üç gün sonra geliyordu gazeteler. Abone olmayınca okuyamıyordunuz. Gelişmeleri sâdece radyodan tâkip etme imkânımız vardı. Radyo da her evde yoktu. Neler oluyor öğrenmeye çalışıyoruz. Gaziantep’te Faik Muhsinoğlu Yeni Ülkü diye günlük bir gazete yayınlıyordu. Yazı işleri Müdürü Doğan Erkol Kilis’e geldi, bana muhabirlik teklif etti. Sevinerek kabul ettim. İlk Haberim de ‘Renk Sinemasında yangın çıktı, 6 kişi öldü!’ biçimindeydi. Sevindim. Çünkü haber ismimle veriliyordu. Yüreklendim. İstanbul’da yayınlanan Babıali’de Sabah Gazetesi’ne mektup yazarak Kilis Muhabirliğine tâlip oldum. Yazı işleri Müdürü Hasan Tuncay bana olumlu bir yanıt verdi, gazetenin ilk toplantısında talebin görüşüleceğini bildirdi. Kilis Lisesi’nde 27 Mayıs 1960 ahlâksız darbesine arka çıkan ve darbe anayasasının arkasında olan öğretmenlerle de tartışıyorduk. Öyle bir münakaşa başlamıştı ki arkadaş grubumuzun sayısı her geçen gün aratıyordu. Millî Eğitim Bakanı İbrahim Öktem (CHP) bir genelge yayınlayarak okullarda böylesi tartışmalara fırsat verilmemesini ve öğrencilerin okuldan uzaklaştırılmasını, gereğini yapmayan okul yöneticileri hakkında işlem yapılacağını bildirdi. Bunun üzerine talebe arkadaş grubumuz Gaziantep, Malatya, Adıyaman, Adana’daki Liselere mecburî tasdikname ile gönderildi.
Babıali Yokuşunda Portreler
Ben ise önce Çorlu’ya asker dayımın yanına gittim. Çorlu Lisesi’ne kaydoldum. 1963 yılı zor bir kıştı. Hürriyet Gazetesi’nden Yüksel Kasapbaşı, Abidin Benhur ve Yılmaz Öztürk Çorlu’ya girişte yolda kalmışlardı. Donarak şehit olduklarını öğrendik. Bunun üzerine Çorlu’ya gazeteci yağmaya başladı. Onların cansiperane hem kış haberi ve hem arkadaşlarına sâhip çıkışları beni etkiledi. Daha sonra Gayrettepe’deki Site Koleji’ne kaydoldum. Nihayet sonunda İstanbul Vefa Lisesi’nin öğrencisi oldum. Her gittiğim yerde önceliğim gazeteler ve kitap kırtasiye dükânları idi. İstanbul’da Babıali Yokuşundan çıkarken, Nuruosmaniye Caddesinden Kapalı Çarşıya girerken aman Allah’ım o kadar meşhur gazetecileri görüyor ve imreniyordum. Önce Abdi İpekçi, sonra Hasan Pulur’u fark ettim. Zorlansam diğerlerini de tanıyacağım. Cağaloğlu Şeref Efendi Sokağı da öyleydi. Güneş Matbaacılığın mürekkep kokusu sokağa taşıyordu. Aaaa! kapıda Babıalide Sabah, Son Havadis ve Ekspres, Kara Kedi gazetelerinin dağıtım için basın kamyonlarına yüklenişini görünce de yüreğim kıpır kıpır oldu, matbaaya girmek geldi içimden. Kapıdan Necip Fâzıl, Eşref Edip, Münevver Ayaşlı, Yaşar Kemal çıkmaz mı?
Gazete ve gazetecilik mi beni seçti, ben mi gazeteciliği seçtim bilemiyorum, basın hayatım meğer başlamış da haberim yokmuş. Gelişmeler tesâdüf de değil, tercih de değil, yönlendirme hiç değil. Ancak mutluyum, iyi ki gazeteci-yazar olmuşum. Hakkı savunuyorum, hukuktan yanayım, insan hakları olmazsa olmaz, fikir ve inanç özgürlüğünü önceliyorum.
Devam edecek