Fikrimin İnce Gülü

112

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik: Düşünebilme, fikir sahibi olma yeteneği. Kur’an-ı Kerim’in ilk ayetinin “Oku!” olması, onlarca ayetinde düşünmeyi, akletmeyi emir ve tavsiye etmesi bundandır belki de. Bedenlerin toprak olup gitmesine karşın fikirlerin yüzlerce, binlerce hayat yaşamaya devam etmesi de, idrak ölçüsünde bir ispatı gibidir bu halin. Tabii ki, fikirleri üreten şahsiyetlerin manevi varlığının da.

Fikirler beğenilsin, beğenilmesin, üreticileri iltifata veya zulme boğulsun, her zaman için dikkate değer olmuş, insanlık ve tarihin akışını belirleyen yön levhaları olmuştur. Fayda sağlama, doğurganlık, doyurganlık, doluluk ve başını öne eğen mütevazı yapısı özellikleriyle buğday başağını, fikir sahiplerinin sembolü yapmışız. Çok şık bir benzetme olsa da, fikrin büyüklüğü ölçüsünde yüce, dünyanın tabii rot – balans ağırlığı, eteğinde dururken garip bir huzur ve ulviyet hissettiğimiz, tepesindeki kar depolarından besleyip, toprağında süzerken mineralleriyle zenginleştirdiği pınarların sahibi, insana korkudan ziyade güven veren heybetli yapısıyla koca dağlara benzetmeyi daha çok tercih ederim bu insanları.

İnsanlar çeşit çeşit. Rüzgâr – yelken hayatı yaşayanlar da var. Yüce dağlardan veya kara bulutlardan gelen her türlü rüzgâra göre yelkenini çevirmekte pek mahir olan. Hani uzaydan baktığımızda dünyaya şekil veren dağların yanında hiç görünmeyen, kendini çok ihtişamlı zanneden gemicikler. Yelkenini esen rüzgâra göre çevirip, ilerlerken, gelen yeni rüzgârla tersi rotada görürsek şaşırmayacağımız, sanki rüzgârın sahibiymiş gibi davranan zavallı ve zayıf gemicik. Esen sert bir rüzgâr, dağlardaki ancak tozu, toprağı kaldırırken, kendisini dibe batırdığı gün anlayacaktır basit bir araç olduğunu maalesef.

İnsanlar çeşit çeşit. Kendini büyük fikirlerin babası veya yılmaz bir neferi gibi gören. Fikrin sahibi ile sahibin fikri arasındaki farkı idrak edemeyen. Sahip olunduğu halde, sahip olduğunu zanneden. Üretildiği halde, ürettiğini zanneden. Kor ateşleri tutmakta kendini cesur zannederken, ateşi etrafa savurmaya yarayan bir maşa olduğunu görmeyen. Toprağı sürdün mü? Ter akıtıp, avuçlarını kanattın mı? Tohumu ektin mi? Sulayıp, gübreleyip, çapalayıp, otlarını yoldun mu? Ne idiğü belirsiz bir ot senin tarlanda bitti diye “benim” diye nasıl söylersin? Senin ekip, büyütmediğin ot ya seni zehirler, ya da ekinini kurutur. Hani şu sahtekâr kuşlar var. Yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakıyor da, zavallı kuşlar başkalarının yavrularını büyütüyor, kendi öz yavrularını katledeceğini bilmeden. Kendi ekinini, yumurtanı tanımazsan olacağı budur. Bu yöntemin modern adı; algı yönetimi, toplum mühendisliği. Başkasının sana zarar veren fikrini, kendin üretmiş gibi sahiplenip, düşmanın yerine kendinle savaşman.

İnsanlar çeşit çeşit. Düşünce dünyasındaki sığlık, dar kalıplar, üşengeçlik, teslimiyetçilik ruhu nedeniyle hayatı bir bütün yerine, at gözlüğü ile kategorilere ayırıp yaşayanlar. Şucu iseniz, buculardaki doğruları, şuculardaki yanlışları göremez veya görmezsiniz. Görmeye çalıştığınızdaki beyninizdeki zonklamanın, vicdanınızdaki rahatsızlığın, mantığınızdaki uyuşmazlığın verdiği, vereceği ızdıraptan korkarsınız, dinginliğe ramak kalmışken. En huzursuz olduğunuz zamanlar, belli kalıplara, kategorilere sığdıramadığınız zamandır insanları ve fikirlerini. Nasıl da mutlu oluruz, şucu ya da bucu olarak etiketlediklerinde bizi. Yaşasın kalıplar! Düşünmeye, muhasebeye, gelişmeye ne hacet? Bunlar için çekeceğin fikri çileye gerek var mı? İtaat et, rahat et! Vicdanını rahatsız eden bir şeyler mi var? Aklına, mantığına ters gelen bir şeyler mi var? Fıtratına aykırı, üzerine uymayan bir gömlek mi var? İşte reçeten: Saldır, inkâr et, konuşma – konuşturma, dinleme, okuma, görmezden gel. Ve mutlaka, günde en az üç öğün, şu bizim sloganları damarların patlarcasına tekrar et. Et ki; beynine sadece bu sloganları haykıracak kadar oksijen gitsin.

İnsanlar çeşit çeşit. Fikir dediğin nedir ki? Günün modasına uygun giydiğin bir elbise ya da sürüp, sürüştürdüğümüz bir makyaj. Bugün yeşil, yarın kırmızı, bugün geniş, yarın dar olanı moda. Ya da bak şu makyaj gözlerini eşek gözü gibi ortaya çıkarıyor, bu makyaj ise elmacık kemiklerini olduğundan güzel gösteriyor. Şöyle şöyle, şurana, burana da sür ki, yaraların kapansın. 50’liksin ama 18’lik gösterdi seni. Esmersin ama sarışın oldun. Evet, bu paçavra ve boyalar varken, sen artık sen değilsin ama ne önemi var? Bak, ne güzel oldun! Fıtrat mı? Benlik mi? E, şart mı? Be mübarek; karşıdaki şu yüce dağa, bahçedeki şu ulu ağaca bak! Olanca fıtratı, benliği ile karşındalar. Bilirsin ki, bu yüce dağ, bu da ulu ağaç. Kış gelir üzerlerini örten kar ayrı bir güzel, yaz gelir, giydiği yeşil elbise ayrı bir güzel. Rüzgâr olur, birinin başındaki dumanlar, birinin dalları, yaprakları salınır ayrı bir güzel. Gecenin karanlığında, günün ışığında ayrı bir güzel. Dağ, dağ gibi, ağaç, ağaç gibi yaşar. Seni de, börtü, böceği de yaşatır varlığıyla.

Bir koca dağ tanıdım, ahir ömründe. Çok üzgünüm, daha eteklerindeydim. Çıkamamıştım zirvelerine. O zirveden biraz bakabilseydim ahvale. Bir dağ gibi heybetli, bir gül kadar ince. Geç tanıştığım için üzgünüm. Hakkında yazı kaleme alacak kadar mesaim olmadı belki. Canlı tarih kitabının çevirebildiğim ilk cüzündeydim daha. Lakin hissettiklerim de bunlardır. Allah (CC), rahmet eylesin Nihat GÜRER ağabey. Mekanın cennet olsun inşallah.