Fethin İç Yüzü

97

Bizans Devleti’nin başşehri olan İstanbul, Fatih Sultan Mehmet tarafından 29 Mayıs 1453’te fetih olunmuştu.

Yıllardır yapıla gelen fetih şenliklerine, her sene bir yenisi daha ekleniyor. Fakat yazık ki, bu milletten manen kopuk olan bazı aydın-yazarlar  -ne hikmetse-  bu fetihten rahatsız olmaya, üzülmeye başladılar. Utanmasalar Hıristiyanlardan özür dileyecekler!

Bu, hayret ne kelime, dehşet verici durum, Milli Eğitim’in millilikten yani millete bakan yönünden ne kadar uzak olduğunu gösteriyor.

Ne hazin ki, temel meselelerde bile, bir kısım aydınımız milletten farklı düşünüyor! Millete zıt bir ruh hali içinde yetiştiklerini, her fırsatta ortaya koyuyorlar. Maalesef fetih, işgalle bir tutuluyor. Neymiş efendim: “İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul’u işgal etmeleri, nasıl işgal ise, Fatih’in İstanbul’u fethi de aynı şekilde işgal imiş.” (Doğu Perinçek, Aydınlık, 4 Haziran 2000, 24)

Nerdeyse Fatih’e bu zaptından dolayı  -çekinmeseler-  hesap soracaklar. Fatih Sultan Mehmet’e karşı dostu ağlatan, düşmanı güldüren bir tavır sergileniyor.

Ayrıca fetih kutlamaları da tenkit ediliyor. Güya fethi kutlamakla, İstanbul’un başkalarına ait olduğunu tescil ediyor / belgeliyormuşuz! Doğrusu Avrupa’ya karşı ayıp oluyormuş!

Fesüphanallah fetih münasebetiyle yazılanlar ne menem şeyler yahu? Hani deveye: “Boynun eğri.” demişler de: “Nerem doğru ki?” diye karşılık vermiş ya, işte o hesap. “(Evet) bazılarına göre İstanbul’un 1453’te Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet tarafından fethi ile İstanbul’un Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist devletler tarafından işgali arasında hiçbir fark yokmuş, ikisi de işgalmiş! Onun için ’29 Mayıs’ fetih günü değil, İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşu olan ‘6 Ekim’ günü kutlanmalıymış!” (Hasan Pulur, Milliyet, 2 Haziran 2000, 3.)

Doğrusu, usta kalem Hasan Pulur, sözde fikir sahibi bu tiplere layık oldukları en mantıki cevapları verip, onları ilzam ederek / susturmasını bilmiştir. “Bu mantıktan hareket edersek, Birinci Cihan Savaşı’nda, emperyalistler hangi İstanbul’u işgal ettiler? Fatih’in 1453’te işgal ettiği (!) İstanbul’u değil mi? O halde,  emperyalistler açısından, bu işgal değil, kurtuluştur!

Öyle mi? “Sonra, Türk Ordusu ‘6 Ekim’de ne yaptı? İstanbul’u kurtardı. Hangi İstanbul’u? Fatih’in işgal ettiği İstanbul’u!!! Eeee, mantık bu olursa, şimdi ‘6 Ekim’lerde İstanbul’un kurtuluşunu kutlayanlara sormazlar mı? “Fatih’in işgal ettiği, gasp ettiği İstanbul üzerinde Türklerin ne hakkı var ki, kurtardık diye kutluyorlar!” ( a. g. m.)

Prof. Dr. Mete Tunçay da: “Fethi İngiliz işgaline benzetmek halt etmektir. Osmanlı’nın yaptığı bir lütuf darbesidir.” (İhsan Yılmaz – İstanbul, Milliyet, 1 Haziran 2000, 18.) diyerek gönlümüze su serpmiş ve o gibilerin ağızlarının payını vermekte gecikmemiştir.

Nitekim “Tarihçiler (de), Fatih Sultan Mehmet’in 1453’te İstanbul’u almasının, 15 – 16 Mart 1920’deki İngiliz işgaliyle bir tutulamayacağını,” (a.g.m.) söylüyor.

“İlk ve Orta Çağ boyunca büyük kitlesel yer değiştirmeler büyük nüfus hareketleri olmuştu. İstanbul’un fethi, bu tür kitlesel yer değiştirmelerden bir tanesi. Buna işgal denemez. İngilizlerin İstanbul’u işgali, bu tür hareketlerin durulduğu döneme rastlıyor. Bence bu iki olayı karşılaştırmak tarihsel olarak da çok yanlış. (Tarihçi Prof. Dr. Halil Berktay)” (a.g.m.)

“Kültürel yönden çökmüş, ekonomisi felce uğramış, nüfusu alabildiğine azalmış, bir

zamanların ‘akıl ve himmet beldesi’ olan, fakat ‘harap’ bir kent durumuna gelmiş bulunan İstanbul’u şenlendirmek, Fatih’in temel kaygılarından biriydi. Bunu başardı da… İstanbul’un nüfusu her yerden, kimi zaman zorla getirilenlerle arttırılırken, ekonomik yapıyı güçlendirmek için önlemler alındı. Kent yeni dükkan, çarşı, cami, çeşme ve saraylarla donatıldı. İstanbul Asya ile Avrupa’yı, Akdeniz ile Karadeniz’i birleştiren bir imparatorluğun merkezi konumuna geldi. (Prof. Dr. Zeki Arıkan )” ( Erdal Çetin, Sabah-İstanbul, 1 Haziran 2000, 3 )

Çünkü “Fetih” açmak demektir. Bir yeri ve orda yaşayanları; bulundukları karanlık dehlizlerden hak ve hakikate çıkarmaktır. Işığa, aydınlığa, huzura, adalete ve insanlık imkanlarına kavuşturmaktır. Bunun için önündeki engelleri, kaldırmak, yolunu açmak, hür iradesini eline vermektir.

Fetih, insanı sevmenin bir gereğidir. Kendimiz için isteneni başkaları için de istemektir. Bu uğurda, sırasında savaşı bile göze aldığımızı göstermektir.

Hakkı, gerçeği ve doğruyu bulmuş insanların; hemcinsi olan diğer insanları da bu gerçekten haberdar etmek, onları bu hakikatlerle karşılaştırmaktır.

Onlara seçme, tercih etme hakkını bahşetmektir. Bir bakıma akıllarına kapı açıp, onları kendi hür iradeleriyle istediklerini yapma imkanlarıyla baş başa bırakmaktır.

Bizanslıların, İstanbul’da Kardinal şapkası yerine Osmanlı sarığı görmeyi tercih etmeleri bu yüzdendir.

Üstelik şartlar, Türkleri İstanbul’u almaya zorluyordu. Çünkü Fatih, Bizans’ı fethetmeseydi; Bizans, Fatih’e galebe çalacaktı.

Mülk Allah’ındır. Dilediğine nasip eder. Ama hikmet icabı, önce şartlar elverir; sonra da taşlar gediğine konur. Bu el değiştirmede insanlar rol oynar. Kader ise adil hükmünü icra eder.

İslam’da dolayısiyle Osmanlı’da savaş istenmez. Gerektiğinde ise ondan kaçılmaz. Osmanlı’da savaşın asıl gerekçesi savunmadır. Ama bu savunma; yerine göre hücum, baskın ve fütuhat şeklinde tecelli eder.

Fakat dediğimiz gibi, temeli nefsi müdafaadır. Zira harp hiledir. Saldırıya hazırlanan ve buna kalkışacak düşmanı gafil avlamak esastır. Tehlike ve tecavüzü en az zayiatla bertaraf  etmek / gidermek de çok mühimdir.

Osmanlı’larla Bizans İmparatorluğunun harp etmelerine sebep olan ihtilaflardan sadece birini zikredelim:

“Boğaziçi’nin Rumeli yakasında, eski Ütarid Mabedi’nin bulunduğu mahalde büyük bir Hisar’ın yapımı için temel kazılarak inşaata başlanması. Orasının Cenevizlilere ait olduğunun söylenmesi. “Sultan Mehmet Han bu ikaz ve uyarı teklifleri ile huzuruna gelen elçilere hiddetli bir tavırla şu cevabı verdi:

“Ben sizin şehriniz aleyhinde bir tasavvurda bulunmuyorum. Memleketlerinin emniyeti ile alakalı tedbirleri almak ahdin bozulması demek değildir. İmparatorunuzun Macarlarla ittifak edip babamın Rumeli’ye geçmesine mani olmak istediği zaman ne kadar fena bir halde kaldığımızı unuttunuz mu? Kadırgalarınız Boğazı kapadı. Babam Murat, Cenevizlilerden yardım istemeye mecbur oldu. Ben o vakit henüz pek genç olarak Edirne’de idim. Müslümanlar dehşetten titriyorlardı, sizler onların belalara duçar kaldıklarını gördükçe tahkir ediyordunuz.

“Babam Rumeli sahilinde bir hisar yapmayı daha ‘Varna Muharebesi’nde ahdetmiş idi. O yemini ben yerine getiriyorum. Kendi arazim üzerinde gönlümün istediği şeyi yapmaklığıma muhalefet için elinizde ne hak, ne de kudret vardır. İki sahil benimdir. Çünkü siz müdafaasını

bilmiyorsunuz. Gidiniz efendinize söyleyiniz ki, şimdiki Osmanlı Padişahı kendisinden öncekilere benzemez. Şu an benim iktidarımın vasıl olduğu (ulaştığı) yerlere onların emelleri bile yetişmemiştir.” (Selim Sırrı Altıer, Tarih Dergisi, Haziran 2000, s. 31.)

“(Kaldı ki), Bugün 1453 yılı Türk Toplumu’na nazaran pek çok bakımlardan çok daha geri ve ilkel durumda olduğumuzu inkar edemeyiz. Toplumsal münasebetlerimiz olsun, devletin teknik fonksiyon kapasitesi olsun, adalet ve din alanlarında kendini gösteren havsalaya sığmaz soysuzlaşma olsun bunların hepsi ‘geçer not’ alabilmekten çok uzak bulunduğumuzun kanıtları.

“(Üstelik) 29 Mayıs 1453’ün, bizler tarafından değil Batılı tarihçi ve düşünürler tarafından bir ‘Çağ Dönümü’ olarak telakki edilmesi özellikle önemlidir. Zira bu tür bir tasnif zaten bizim tarih akışımıza pek uymaz. Daha ziyade ‘Batı Avrupai’dir. Fakat her hal ve karda Fatih Sultan Mehmet’in gerek din ve vicdan özgürlüğü, gerek ferdi mal ve can güvenliği ve gerekse diğer bütün kurumlarıyla devlet anlayışı, onun yeryüzündeki ‘İlk Modern Devlet Başkanı’ özelliğini taşımasına (da) sebep olmuştur.” (Yağmur Atsız, Milliyet, 29 Mayıs 2000, 26.)

 

 

    

                  

 

 

 

Önceki İçerikZinayı Suç Olmaktan Kim Çıkardı?
Sonraki İçerikPartiler Arası Oy Kayması ve MHP
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.