‘Yeni İnsan’ Tipini ve Eğitim Sistemimizin
Aksaklıklarını Konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: Dünya
değişiyor. Değişen dünyaya ayak uydurabilmek için insanlar da, bilerek veya
gayri ihtiyârî değişiyor. Böylece ‘Yeni insan’ tipi oluşuyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Dr.
Süleyman Hayri Bolay: Batı’dan aldığımız değerlerle ve sâdece eşyanın dış
yüzüne dönük bilim verileriyle şimdiye kadar milletimizin, halkımızın seveceği,
kendileriyle anlaşabileceği, kaynaşabileceği insan tipini yetiştirememişiz.
İnsanlarımız garip kalmıştır. Yunus’un, Hacı Bektâş-ı Veli’den buğday istemeye
gitmesi gibi onlardan bazıları, Hacı Bektaş Veli gibi, bize ısrarla himmet
teklif etse bile, biz ısrarla buğday istemekte devam ediyoruz. Yunus’un
uyandığı gibi uyanabilmemiz ve himmete sâhip olmamız lâzım değil midir?
Himmetimiz kendimizdedir, onların hikmetinden de istifade ediyoruz. Ama Mehmet
Âkif in dediği gibi ‘kendi mâhiyet-i rûhiyemiz’
kendimize kılavuz olmalıdır. Mâhiyet-i
rhiyemiz ve ruh-i millîmiz aynı zamanda amelî aklımızın kaynağı ve
yönlendiricisidir. Ruh-i millî merhum Mehmet Âkif’in dediği gibi aynı zamanda
ahlâk-ı millîdir.
Çetinoğlu: Buğday
yerine himmet kazanabilmek için ne yapmalıyız?
Prof. Bolay: Herhalde çâre eğitimde
şahsiyet eğitimine önem vermektir. Ahlâk-ı millî aynı zamanda değerler
kümesidir.
Mehmet Âkif,
Âsım diye bir idealin insan tipi getirdi. Ondan önce Tevfik Fikret ‘Halûk’un
amentüsü’ ile Türk milleti için örnek insan getirdi.
Çetinoğlu: Fakat
Halûk tahsil için gittiği İskoçya’da Hıristiyan oldu…
Dr. Bolay: Evet! Başpapaz oldu ve bir
daha da Türkiye’ye dönmedi.
Çetinoğlu: Diğer
fikir adamlarının da mevzu üzerinde kafa yordukları biliniyor…
Dr. Bolay: Mehmet Kaplan, yapılan bunca
ihtilâl inkılâp, ıslâhât ve icraata rağmen Anadolu’nun şartlarına uygun ve
Anadolu’yu değiştirecek bir ‘insan tipi’ yaratamadığımızı söylüyor. Onun
istediği, hayata tesir edecek bir insan tipi yaratmaktır. Bu zordur, ama
mümkündür. Hayata dinamizmini kazandıramayan uydurma insan taslakları
Anadolu’ya bir şey veremedi. Bu insan tipi Anadolu köy ve kasabalarından çıkan,
mahrumiyet ve ıstırapları yaşayan, yılmayan, kültüre büyük önem veren, okuyan,
üniversite bitirdikten sonra büyüdüğü yerlere dönen, orada millet ile çok iyi
münâsebetler kurabilen, kalbiyle ve aklıyla çevresini değiştiren bir tiptir.
Ülke ihtilallerle değil bu tip insanlarla kalkınacaktır. Bu tip ‘her köy ve
kasabada etrafının büyük saygı duyduğu, sözünü dinlediği, gençlerin örnek
aldığı modern velî tipidir.
Çetinoğlu: ‘Velî tipi insan’ın özelliklerinden
bahseder misiniz?
Prof. Bolay: Bu tip, eski velî tipi
gibi, içe dönük değil, dışa dönüktür. Allah’a olan sevgisini insanlara hizmet
şeklinde gösterir.
Çetinoğlu: Bu tip,
nereden çıkacaktır?
Prof. Bolay: Kaplan’ın cevabı şöyle:
‘Avrupa’da bu tipin şahsiyet hâline gelmiş binlerce örneği vardır. Orada bu tip
Hıristiyan çevrelerden çıkmıştır. Bizden de dinî çevrelerden yetişeceğine
inanıyorum.’
Çetinoğlu: Eğitim
sistemimiz bu tür bir gelişme için elverişli mi?
Prof Bolay: Eğitim târihimizi yakından
incelediğimiz zaman millî eğitim hayatında bâzı kırılmalar olmuştur. Bu
kırılmaların telâfisi yoluna gidilmiş olsa da başarı sağlandığını söylemek zor
görünüyor.
Çetinoğlu: Ne tür
kırılmalar?
Prof. Bolay: Meselâ Dil devrimi: Bu
kırılmalardan belki en önemlisi dil devrimi neticesinde meydana gelmiştir.
Çünkü dildeki ve yazıdaki ânî değişim ile aile fertleri ve toplumun genç nesli
ile ileri yaşların iletişimi sıkıntıya girmiştir. Bin iki yüz yıllık ilim,
fikir ve kültür hayatı bir anda faydalanılamaz hâle gelmiştir. Dolayısıyla
Cumhuriyetten önceki ilim, kültür ve değerler hayatı ile bağlantı tamamen
kopmuştur. Nerdeyse milletçe köksüz bir durumuna düşmüşüzdür.
Çetinoğlu: Bunun
eğitim hayatına yansıması nasıl oldu?
Prof. Bolay: İletişimsizliği daha da
derinleştirmiştir. Bu günkü nesiller Cumhuriyetten önceki yazıları ve eserleri
değil, 1940’ların 1950lerin romanlarını ve yazılarını bile anlamakta
zorlanıyorlar. Bizde yeni nesiller ne Yahya Kemal’i, ne Mehmet Âkif’i, ne de
diğerlerini anlayabiliyorlar. Anadil ilkokulda ortaokulda lisede öğrenilir.
Üniversitede ana dil öğrenilmez. Bir hâtıramı sizinle paylaşmak isterim.
Çetinoğlu: Lütfedersiniz
Hocam…
Prof Bolay: Ben 1956 yılı Konya Lisesi
mezunuyum. O zaman kompozisyon dersi barajdı. Yâni kompozisyondan beş alamayan
kimse diğer derslerin imtihanına giremezdi. Fen şubesinde olduğum halde bütün
sene boyunca kompozisyon çalıştım; ama Türkçeyi bir hayli öğrendim. Okudum,
araştırdım, kendim yazmaya başladım. Şimdi bunların hiçbiri yok. Test usulü
bunların hepsini ortadan kaldırdı. Onun için dilin öğretilmesine her şeyden
önce önem verilmesi lâzım. Bugünün nesilleri 1950’lerde veya daha önceki yıllardaki
kitapları okumaktan âcizdirler. Profesörleri dâhil yâni siz doksan sene önce
cumhuriyetin temeline gidemiyorsanız bütün kültür dünyamız yıkılmış demektir.
Bir Fransız çocuğu 1882 de ölmüş olan Victor Hugo’nun bütün eserlerini aslından
okur ve zevkine varır. 1650 de ölmüş olan Descartes’in eserlerini aslından
okur. İngiliz çocuğu da 1616 da ölmüş olan Shakespeare’in eserlerini aslından
okur ve anlar. Bizim öyle 1616lara gitmeyi lüzum yok. Mehmet Âkif 1936 da vefat
etti. Bugün kaç yüksek lisans mezunu hatta bir kısım edebiyat hocaları Mehmet
Âkif ve Yahya Kemal’in aslından doğru dürüst anlayabilir? Öyleyse buna bir çâre
bulmak icap eder. Bunu yapamazsanız istediğiniz kadar insan tipi yaratın netice
vermez. Çünkü genci yetiştirecek ve düşündürecek olan önce kendi dili ve kendi
kültürü ve kendi kavramları yâni yapı taşlarıdır. Bu insanlar kendi kültüründen
istifade edecekler. Diğer kültürlerden de istifade edecekler. Buna göre eğitim
modeli çizmek lâzım. Dayatmalı dil konusunda iki örnek vermek isterim.
Birinci
örnek: Ali Fuat Başgil’in Türkçemiz adlı
1946 çıkmış 30 sayfalık bir risalesi var. Başgil orada Türk Dil Kurumu’nun (TDK)
tutumundan ve baskısından şikâyet eder: 1946 da TDK hukukçulara bir yazı
göndererek hukuk terimlerinin Türkçeleştirileceğini bildirip hukukçuları
Ankara’ya toplantıya çağırmış. Öğretim üyeleri Ankara’ya gelince ellerine birer
kelime listesi tutuşturularak bunları eserlerinizde kullanacaksınız,
kullanmazsanız eserleriniz basmayız, diyerek onlara söz hakkı vermeden
toplantıyı kapatmış.
İkinci örnek:
Mehmet Karasan’a göre 1947 de TDK felsefecileri çağırmış, onlara da kendi
uydurdukları kelimeleri dayatmış. Kurum genel yazmanı zekâ kelimesi Arapça
atılsın, akıl Arapça atılsın, fikir, mantık, kanun kelimeleri de öyle hemen
atılsın, deyince Karasan merhum ‘Bunları
atarsanız düşünemez olacağız.’ diye itiraz ettiyse de dinleyen olmamış.
Dolayısıyla birçok kelime Arapçadır diye atılmış. Sıra namus kelimesine gelince
de Arapçadır, atın denilmiş. Bunun üzerine Karasan bu kelimeyi atmayın, o
kelime Yunanca ‘nomos’ kelimesinden
gelmektedir, Arapça değildir, deyince itiraz kabul edilmiş ve ‘namus’ kelimesi atılmaktan kurtulmuş.
Muzip bir kimse olan Karasan bunun üzerine ‘İşte
biz Türk milletinin namusunu böyle kurtardık.’ diye lâtife yapardı. Ben bu
meseleyi Karasan’dan yirmi beş sene sonra Türk Dil Kurumu başkanlığını uzun
süre yürütmüş olan Hasan Eren’e sordum, o da aynı hâdiseyi doğruladı.
Çetinoğlu: Yabancı
dille eğitim de eğitim sistemimizin ayrı bir kanayan yarası…
Prof. Bolay: 1988’de Millî Eğitim
Şurasında Prof. Dr. Şerif Mardin ile aynı komisyondaydık. Bir ara dedi ki, ‘Başımız şişti konuşmalardan, haydi bahçeye
çıkıp biraz nefes alalım.’ Şura salonunun bahçesine çıktık. Dolaşırken bir
ara Şerif Bey beni şaşırtan bir söz söyledi. Dedi ki: ‘Benim İngilizcem iyi değil.’ Ben hakikaten şaşırdım ve dedim ki: ‘Siz ABD de doktora yaptınız, oradaki
muhtelif üniversitelerde yıllarca dersler verdiniz. Yüzlerce İngilizce
makaleniz, onlarca kitabınız var. Nasıl oluyor bu, anlamadım.’ Cevap: ‘İyi İngilizce üç yaşından itibaren
öğrenilir. İngilizler çocuklarına üç yaşından itibaren Tevrat’ın ve İncil’in
belli başlı bütün kavramlarını ezberletirler. Çocuk onları evde, dışarıda,
okulda, sokakta kullanmak mecburiyetindedir. Siyasetçi, esnaf, işadamı
konuşmalarında ilim insanları yazılarında, kitaplarında ve derslerinde bu
kavramları kullanarak konuşmaya mecburdur. Ben küçüklükten bu kavramları
ezberlemediğim için bunları kullanarak yazamıyorum. Bu sebeple benim İngilizcem
iyi değildir.’ Buyurun cenaze namazına! Biz de bunun aksine bir hareketle
Kur’ân-ı Kerîm’den ve hadislerden gelenleri değil, târihimizden ve
kültürümüzden gelen bütün kavramları özellikle Agop Dilaçar ve hempaları gibi
kişilerin gayretleriyle yakın ve uzak mazimizle bütün irtibatı kesdik. Bununla
da hava atıyoruz!
Çetinoğlu: Köy
Enstitüleri döneminde neler oldu?
Prof. Bolay: Köy Enstitüleri meselesi,
Türkiye’de savâp/doğruları ve hatâları ile birlikte çok tartışıldı. Köy
Enstitüleri belki iyi niyetle, köylüyü kalkındırmak ve o günkü tek parti
iktidarına eleman yetiştirmek üzere açılmış. Şehir kültüründen uzak, daha çok
eski Yunan ve Lâtin klasiklerine dayanan bir kültür ile beslenerek köy
çocuklarının eğitilmesi esas alınmıştı. Bu okullarda askerde çavuş olanlar bile
eğitmen adıyla öğretmen olarak görevlendirilmiştir. İşin ideolojik tarafı bir
yana öğrenciler, köyden gelmişler, dağın başında şehirden uzak mekânlarda
eğitilip köye gönderilmişlerdir. Bu gençler şehirde kültürü, sosyal hayattaki
canlılığı nereden görüp öğreneceklerdir. Konu ile ilgili bir şahsî bir
gözlemimi veya hâtıramı sizinle paylaşmak isterim:
1962’de bir
pazartesi sabahı Köy enstitüsünden değiştirilen Pamukpınar Öğretmen Okulunda
lise ikinci sınıftan bir şubeye derse girdim. Günaydın dedikten sonra
oturmalarını söyledim. Oturmadılar. Meselenin ne olduğunu sordum. Bir kısım
öğrenciler ağlamaya başladılar. Niçin ağladıklarını
sordum. ‘Niye ağlamayalım öğretmenim,
dediler, hafta sonunda Sivas’a
akrabalarımızın yanına gittik; garajda otobüsten iner inmez esnaf bağırmaya
başladı: ‘Pamukpınar’ın ayıları geldi!’
Neden öyle diyorlar dedim. ‘Biz
köyden gelip dağın başında bir şeyler öğreniyoruz ama şehir hayatından
haberimiz yok. Giyinmesini bilmeyiz, şehirde yürümesini bilmeyiz, konuşmasını,
insanlarla münâsebet kurmanın inceliklerini bilmeyiz. Estetik zevkimiz yok veya
gelişmemiş.’ Bunun üzerine okul müdürü bakanlıktan birkaç kadın öğretmen
göndermesini istedi. Ertesi ders yılı üç kadın öğretmen geldi. Fakat değişen
bir şey olmadı.
Çetinoğlu: Sonraki
yıllarda öğretmenlik şartlarına sâhip olamamış kişiler öğretmen olarak tâyin
edildi.
Prof. Bolay: 1977-78 senelerinde Millî
Eğitim’e dışarıdan eğitimleri müsâit olmayan veya yeterli bulunmayan 140.000
civarında öğretmen tâyin edildi. Birçok ilkokul öğretmeni ortaokula, birçok
ortaokul öğretmeni de liseye tâyin edilmiş, bir kısmı da ideolojik endişelerle
kısa dönem kurslarla yetiştirilerek dışarıdan tâyin edilmiştir. Bu hareket, bir
kıyım ve fecaat olmuştur. Ben ve benim gibi üniversite hocaları bu fecaatin acı
neticelerini üniversitelerde 25 sene boyunca beraber yaşadık. Bunlardan
ilkokuldan ortaokula tâyin edilen birkaç öğretmeni tanıma fırsatım oldu. Dört
sene ortaokulda çalıştıktan sonra ‘Ben
burayı yapamıyorum, beni ilkokula geri gönderin’ diye Millî eğitim Müdürüne
dilekçe veriyorlardı. Dilekçe yazmasını bile bilmiyorlar, dilekçelerindeki iki
satırlık cümlelerin hepsi yanlış kurulmuştu. Dilekçe kâğıdını da iyi
kullanamamışlardı. Satırlar, sayfanın sol köşesinde başlıyor. Sağ ortasına
doğru bitiyordu. Bunlar haysiyetli oldukları için ilkokula iadelerini
istediler. İstemeyen büyük çoğunluk, kıyıma ortak olmaya devam etti.
Çetinoğlu: Mektupla
öğretim hakkında neler söylemek istersiniz?
Prof. Bolay: 1960lı ve 1970 yıllarda
uygulanmaya çalışılan mektupla eğitim hareketidir. Konuya ilgili duyanlar,
eğitim târihi ile ilgili metinlere bakabilirler. Yine burada bir hatıramı
okuyucu ile paylaşmak isterim. Mektupla beden eğitimi öğretmeni olan bir
öğretmen öğrencilerinin başında Erzurum’daki 12 Mart Erzurum’un kurtuluşu
gününde yapılan resmigeçitte bandoya öğrenciler ayak uydurduğu halde öğretmen
ayak uyduramıyor. Vali ve garnizon komutanı bunun sebebini sorunca millî eğitim
müdürü, bunların mektupla öğretim neticesinde beden eğitimi öğretmeni
olduklarını söylüyor. Mektupla öğretmen ve hele beden eğitimi öğretmeni olunca
bu gibi hallerle karşılaşma gayet normaldir.
Çetinoğlu: Bir de ‘Kredili Sistem’ vardı…
Prof. Bolay: 1990lı yılların başında
kredili sistemin getirilmesiyle başlamıştır. 3-4 sene uygulandıktan sonra
faydalı olmadığı görülerek kaldırılan bu sistemle resmen lise öğrencileri
cehâlete sürüklenmişlerdir. Bilhassa bu sistemin yerleştirilmesinde ve
kaldırılmasında öğrencilere eksikleri telâfi edileceği söylenirken daha sonra
siz gidin evinizde oturun, biz dönem sonunda soruları ve cevaplarını size
vereceğiz. Kolayca geçersiniz. Endişe etmeyin denilmiştir.
Çetinoğlu: Öğretmen
Okullarımız ne durumda?
Prof. Bolay: Öğretmen okulları ve
özelliklerinin kaybedilmesi diğer üzerinde durulması gereken bir husustur.
Çünkü bu okullarda öğrencilere ‘öğretmenlik
ruhu’ aşılanırdı. Bu ruhun
kaybolduğunu söyleyebiliriz. Her sene bir Temmuz günü ‘mesleğe giriş günü’ olarak kutlanır, yeni mezunlar bu kutlamanın
heyecanını yaşarlardı. 1980’li yılların sonuna doğru eğitim enstitüleri ve
yüksek öğretmen okulları fakültelere tahvil edilince bu ‘öğretmenlik ruhu ve şuuru’ yavaş yavaş kayboldu. Bu ruhun öğretmen
olmak isteyen yeni nesillere yeniden kazandırılması isâbetli bir hareket
olacaktır.
Çetinoğlu: Yüksek
Öğretim Kurumu’nun eğitim sistemimiz üzerindeki tesirlerini de konuşabilir
miyiz?
Prof. Bolay: Eğitim sistemimizde bir
kırılma da Yüksek Öğretim Kurumu’nun faaliyete geçirilmesiyle yaşandı. Eğitim enstitülerinin ve diğer
Yüksekokulların fakülte hâline getirilmesi, o yüksekokullardaki birçoğu doktora
bile yapmamış elemanların tecrübelerine binaen fakülte hocası olarak
bırakılması, öğretim ve eğitim seviyesinin düşmesine yol açtı. Eğitim
enstitülerinden aktarılıp üniversite hocası yapılanların yetiştirdiği öğretmenler
de ilmî zihniyetten mahrum, ilmin değerini kavrayamamış öğretmenler ordusu
yetiştirdiler. Bugün o nesil emekli olup ayrıldılar ama onların yetiştirip
yerlerine bıraktıkları gidenlerden çok ileri ve farklı değildirler. Bu cümleden
olarak doçentlik tezinin kaldırılması, yeni açılan üniversitelerin doktora
yapan asistanlarla ve yardımcı doçentlerle idâre edilir duruma düşmesi, doktora
seviyesinin hızla düşmesi, doktora ve doçentlik imtihanlarında tarafsızlık
yerine tarafgirliğin, adam kayırmacılığın hâkim olması, ilmî zihniyetin
gittikçe zayıflaması neticesinde üniversitelerde tecelli etmiştir.
Bu durumda
bize öyle geliyor ki, maarifimiz vasıflı öğretmen ve nitelikli insan
yetiştirecek olan üniversitelerimiz aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya bir
kısır döngünün içine girmiş bulunmaktadır. Bunun çözümü her halde millî kültüre
dayanan bir millî eğitim felsefesi ile birlikte medeniyet tasavvurumuza uygun
bir eğitim sistemi modeli geliştirilmesinde görünmektedir. Bunun da kaynağı ‘millî akıl’ olmalıdır.
Çetinoğlu: İçerisinde
bulunduğumuz dönem itibâriyle üniversitelerimizin âcilen çözümlenmesi gereken
problemleri nelerdir?
Prof. Bolay: Belli başlılarını şöylece
sıralayabilirim:
*Üniversitelerin
millî kültür ve düşünce araştırmalarına yeterince yer vermemeleri,
*Fen ve sosyal
bilimciler arasında geçerli bir bağ olmaması, kopukluğun devam etmesi; fen
bilimcilerin, sosyal bilimlere ve bilhassa felsefeye itibar etmemekte sosyal
bilimciler de kendilerini fen bilimlerine uzak görmektedirler. Hâlbuki bunlar
iç içedir. Gerek İslâm dünyasında ve gerekse Batı’da bilimcilerin birçoğu
felsefeci, hatta filozoftur, sosyalciler de hem fenci hem de düşünür ve filozoftur.
*Üniversiteler
öğretim makinesi hâline gelme durumundadır. Değirmende ne kadar genç
öğütebilirse o kadar makbul kabul edilmektedir.
*Üniversitelerde
genellikle bölümler ekip yerine dönüşüyor, ekipten olmayanı veya ekibe ayak
uyduramayanın öğretim üyeliği hakkı tanınmıyor. Dünya çapında bir kısım bilim
insanları ya bir takım haklarından mahrum bırakılıyor yahut öteleniyor, verim
alamaz hâle getiriliyor. Böylece liyâkatsiz, ehil olmayan evet efendimci oy
potansiyeli olan kimseler bölümleri dolduruyorlar. Birçok rektör de kendisine
oy vermeyenleri çeşitli şekillerde cezalandırıyor.
*Ekip ve
bizden anlayışı, ideolojik davranışlar yükseköğretimde kaliteyi de
düşürmektedir.
Prof.
Dr. SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY
1937 yılında, o dönemde
Konya’nın, günümüzde ise Karaman’ın ilçesi olan Ermenek’te doğdu. İlkokulu Konya’nın
Taşkent ilçesine bağlı Bolay kasabasında, ortaokulu ve liseyi Konya’da,
üniversiteyi Ankara’da okudu.
Türkiye’de felsefe ilminin
gelişimine önemli katkılar sağlamış isimlerden birisidir. Bugüne kadar çok
sayıda eser sunan ve eserleri ile önemli çalışmalara imza atan Süleyman Hayri
Bolay, dini konulara da farklı bir yaklaşım açısı ile bakmıştır. Başta İslam
Felsefesi olmak üzere Batı Felsefesi, Osmanlı Düşünce Hayatı gibi konular
üzerinde önemli eserler yazdı.
1961 – 1969 yılları arasında
öğretmenlik yaptı. Askerlik vazifesini ifa ettikten sonra 1971’de Ankara
Üniversitesi Felsefe Târihi bölümünde asistan oldu. 1975’te doktor, 1980’de
doçent unvanlarını aldı. Sorbon
Üniversitesi’nde araştırma yaptı.
1982 yılında Selçuk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1984 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dekan yardımcılığına tâyin edildi. 1987’de Hacettepe Üniversitesi’nde
Felsefe Târihi profesörlüğünü getirildi. 1996 yılında Gazi Üniversitesi’nde
bölüm başkanlığı yaptı.
Felsefeye Giriş, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci
Görüşün Mücâdelesi, Felsefe Dünyâsında Gezintiler, Felsefî Doktrinler Sözlüğü,
Kur’an’da İman ve Siyasi, Ekonomik ve Kültürel Boyutlarıyla Küreselleşme,
Tanzimat’tan Günümüze Türk Düşünürleri isimli eserleri yayımlandı.