Türk müziğinin genç dehâsı FATİH SALGAR ile melodi âhenginde bir sohbet
GİRİŞ:
Bilindiği gibi kültür, insan topluluklarını millet hâline getiren çok mükemmel bir katalizördür. Güzel sanatların seçkin bir dalı olan müzik ise, millî kültürümüzün de en önemli unsurlarından biridir.
Müziğin, tarih boyunca pek çok târifi yapılmıştır. Pisagor’a göre müzik; ‘Birbirine benzemeyen çeşitli seslerden meydana gelen konser’dir. İbni Sînâ müziği; ‘Birbiriyle uyumlu olup olmadığı yönünden sesleri ve bu sesler arasındaki zaman sürelerini araştıran riyâzî bir ilimdir.’ Şeklinde târif ediyor. Türk müziğinin bilinen en eski bestekârı ve müzikologu Abdülkadir Merâgî ise ‘Müzik; kulağa yumuşak gelen nağmelerin bir araya getirilmesidir.’ Diyor.
Gagauz Türklerinden Dimitri Kandemiroğlu müziği şöyle târif ediyor: ‘Çıkardığımız seslerin ölçülü bir zamanda bir usulün düzenine uyarak işitme gücümüze zevk vermesidir.’
Akıl gücü, konuşabilen canlılarda bulunur. Mûsikî ilmi de Yüce Yaratıcı’nın, akıl sâhiplerine eşsiz bir hediyesidir. Müziğin insanı olgunlaştırdığı, daha insancıl konuma eriştirdiği, üretim yapan canlıların çoğunda verimin artmasına katkıda bulunduğu, hastalıkların tedâvisinde kullanıldığı bilinmektedir.
Hayatımızın her safhasında müzik vardır. Kültürümüze göre; hayat yolculuğunun başlangıcında kulağa okunan ezanda ve yolculuğun son demindeki salâda…
Bu hafta, müziğimizin genç dehâsı Fatih Salgar ile müziği, melodi âhenginde bir sohbete konu ettik.
Oğuz Çetinoğlu: Sizce, günümüzdeki Türk müziği; hizmet edeni, hayran kitlesi ve müzik kalitesi itibâriyle olması gereken yerde mi?
Fatih Salgar: Gönül; ‘Evet gereken yerde.’ Demeyi istiyor fakat olması gereken yerde değil.
Bununda çeşitli sebepleri var. İnsanlar ucuzu, kolayı tercih ettirilir hâle getirildi. Ortada Selimiye’nin Süleymaniye’nin karşılığı olan bir musiki var. Ama bu musikiyi anlamak için en azından dinleme alışkanlığını edinecek gayret yok. Yine biraz edebiyat, biraz makam bilgisi, biraz form bilgisi vs. gibi tamamlayıcı bilgiler de edinilse, dayatılan müziklerin ne kadar amaçsız ve hafif oldukları anlaşılır. Bununla beraber çağın nimetlerinden faydalanmak gibi imkânlar da var. Hiç olmazsa isteyenin ulaşabileceği kaynaklar, hiçbir zaman olmadığı kadar çok.
Hizmet edenlere gelince, onların da sorumlulukları icabı, son derece şuurlu hareket etmeleri gerekir. Bu arada ‘Türk müziği’ deyince, sanat değeri olan müziği, özellikle de ‘Klasik Türk Müziği’ni algıladığımı da belirtmeliyim.
Oğuz Çetinoğlu: ‘Batı tesirindeki Türk edebiyatı’ndan söz edildiği gibi, ‘batı tesirindeki Türk müziği’nden de söz edilebilir mi?
Fatih Salgar: Batının tesiri, edebiyatta olduğu gibi, musikide de olmuştur. Konuya girmeden önce, Osmanlı Devleti’ndeki değişim rüzgârlarını şöyle bir hatırlamakta fayda olacağını sanıyorum.
Sultan İkinci Mahmud Han yönetimindeki Osmanlı Devleti; idârî, askerî ve sosyal yönleriyle büyük değişimler yaşıyordu.
İkinci Mahmud Han’ın yetişmesinde ve kişiliğinin oluşup gelişmesinde Sultan Üçüncü Selim Han’ın büyük etkisi vardı. Üçüncü Selim Han, 1808 yılında katledildi. Sultan Dördüncü Mustafa Han, kendisinin yerine tahta oturtulmak istenen kardeşi Şehzâde İkinci Mahmud’u öldürtmek istedi. Fakat şehzâde, birkaç dakikalık farkla bacadan dama çıkarak kurtuldu. Alemdar Mustafa Paşa, Şehzâde İkinci Mahmud’u tahta oturttu.
Sultan Dördüncü Mustafa Han tahta oturduktan sonra oluşan siyâsî şartlar, O’nun Sultan Üçüncü Selim’ Han’ın yapmayı düşündüğü ve kendisinin de inandığı yenilikleri yapmasını ertelemesine sebep olmuştu.
Nihayet 1826 yılında Vak’a-i Hayriye olarak da adlandırılan ve Yeniçeri ocağının kanlı bir şekilde ortadan kaldırılışı, Osmanlı Devleti’ndeki geri dönüşü olmayan yeniliklerin de başlangıcı oldu.
Özellikle yeniden yapılanan Osmanlı ordusunun, batı standartlarına göre düzenlenmesi, yüzlerce yıl Yeniçeri ocağıyla seferlere çıkmış, elde edilen zaferlerde yapmış olduğu müzik ile katkıda bulunmuş olan mehterhanenin, kesin bir şekilde ortadan kaldırılmasına sebep oldu. Yeni kurulan ordu için yapılacak müzik, yani batı müziği, artık devletin resmî müziği olarak hüküm sürecekti.
Sultan İkinci Mahmud Han, batı müziğinin devlet çatısı altında resmiyet kazanmasının öncüsü olmasına rağmen, kendi hayatında, geleneksel bir anlayışa sâhip idi ki… bunların başında da musiki geliyordu. Musiki zevk ve anlayışını Üçüncü Selim Han’dan almış, bu san’atın inceliklerine hâkim, tanbur çalan ve ney üfleyen, besteler yapan, ‘Adlî’ mahlâsıyla şiirler yazan bir padişah idi. O’nun en önemli yönü ise Türk Musikisini bütün ihtişamıyla koruması, 3. Selim Han döneminde olduğu gibi büyük bestekârlara destek olarak onları himâye etmiş olmasıdır.
Hâl böyle iken, yeni oluşturduğu ‘Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye’ adı verilen ordu için hemen harekete geçmiş, yeni kurulmuş olan ve Avrupa usullerine göre eğitilen bu ordunun musikisi için Manguel adlı bir Fransız’ı görevlendirmiş, hatta bu kurum için, marş formunda Acem-Aşîrân bir eser de bestelemiştir. Tabiatıyla başlangıç aşaması, bu müziğe olan yabancılıktan dolayı iyi bir sonuç vermemiş, bunun üzerine de 1828 yılında Mızıka-yı Hümâyun kurularak başına Giuseppe Donizetti getirilmiştir. Donizetti’nin, belirli bir program dâhilinde, orkestra, bando, opera, operet gibi icraya dayalı kurumların oluşması için büyük gayret sarfettiği malumdur.
Sultan İkinci Mahmud Han, 1839 yılında ebedî âleme intikal ettiğinde, Osmanlı Devleti, işte böylesine bir değişim sürecini yaşıyordu. İkinci Mahmud Han’ın yerine tahta geçen ve 16 yaşında olan oğlu Sultan Abdülmecid Han da babası gibi ülkenin çıkarına uygun yeniliklere inanmış ve bu yönde yetiştirilmiş bir padişah idi. Almış olduğu eğitim dolayısıyla, batı kültürüne hâkim ve zevkleri de bu yönde gelişmiştir. Tahta geçer geçmez ilân edilen Tanzimat Fermanı ile, devletin resmî politikasının yönünü de belirlemiş oluyordu. Batı müziğini ve piyano çalmasını öğrenmiş, geleneksel olarak himaye ettiği Türk musikisine karşılık batı müziği O’nun döneminde büyük gelişmeler kaydetmiştir. Sarayda Türk musikisine verilen değere rağmen, çözülmenin kesin başlangıcını bu yıllarla bağlamak mümkündür.
Bunun en önemli örneği de musikimizin dâhi bestekârı Dede Efendi’nin vermiş olduğu tepkidir. Sultan Üçüncü Selim Han döneminde yıldızı parlayan, Sultan İkinci Mahmud Han döneminde de tartışmasız olarak en büyük bestekâr olduğu kabûl edilen ve saygı gören Dede Efendi, ülkedeki musiki anlayışının nereye doğru gittiğini çok önceden görmüş, bu doğrultuda neler yapılabileceği konusunda adeta ders niteliğine sahip eserler vererek gidilmesi gereken yolu göstermişti.
Mutlaka bu büyük ve geri dönüşü olmayan yoldaki sıkıntıları talebelerine aktarmış, sonunda da (rivayet de olsa) ‘bu oyunun tadı kaçtı’ diyerek, gelinen noktadaki büyük gerçeği vurgulamıştır. Dede Efendi daha sonra iki talebesi; Dellâlzade İsmail ve Mutafzade Ahmed Efendilerle Hacca gitmiş ve dönüşte kolera salgınına mâruz kalarak vefat etmiştir. Yıl 1846 dır.
1828 yılında kurulan Mızıka-yı Hümayun’un yapısını genel olarak değerlendirerek, musikimizin geldiği noktayı daha iyi anlayabiliriz. Bu kuruma 1831 yılında okul hüviyetine sahip ve mevcut kuruluşlara san’atçı yetiştirmek üzere bir bölüm de ilâve edilmişti. Önce bando, sonra orkestra, kurulan ilk temel bölümler idi. Daha sonra mevcut durum da gözetilerek, fasıl heyeti ve Müezzinan Bölükleri de bu kuruluşa eklenmiş ve geniş manâda bir Türk müziği bölümü oluşturulmuştur. Daha sonra Fasıl Heyetinin ‘Fasl-ı Atik / Eski Fasıl’ ve ‘Fasl-ı Cedid / Yeni Fasıl’ olarak ikiye ayrıldığını görmekteyiz.
Sultan Abdülhamid Han dönemine kadar devam eden bu yapıya, sonradan opera ve operet, tiyatro, orta oyunu, cambaz, karagöz, hokkabaz ve kukla… gibi yeni bölümler eklenmişti. Bir ara da mandolin grubu oluşturuldu.
Fasıl Heyetini oluşturan iki bölümden biri olan Fasl-ı Atik’de geleneksel anlayış devam ettiriliyordu. Meşk anlayışının devam ettiği, klâsik eserlerin klâsik sazlarla icra edildiği Fasl-ı Atik’de döneminin önde gelen bestekârları, hânendeleri ve sâzendeleri görev yapmışlar, yine bu musikiyi gelecek nesillere aktarabilecek seviyeye sâhip öğrenciler yetiştirmişlerdir. Bunların içinde ün sahibi olarak ve bir ölçüde Dede Efendi zincirini oluşturan şu isimleri sayabiliriz: Dede Efendi, Dellâlzade, Haşim Bey, Rifat Bey, Hacı Ârif Bey, Lâtif Ağa, İsmail Hakkı Bey, Şekerci Cemil Bey.
Fasıl Heyetini oluşturan ikinci bölüm olan Fasl-ı Cedid’de ise tam bir fantezi usul uygulandı. Ud, keman, lavta, flüt, trombon, gitar, mandolin, ney, violonsel, dümbelek, kastanyet, zil… gibi enstrümanların bulunduğu bu bölümde nasıl bir müziğin yapıldığını düşünmek pek de zor değildir.
Batı müziği ile Türk musikisini kaynaştırmak, bu bölümün temel amacı idi. Bu sebeple Hacı Ârif Bey, Rifat Bey gibi bestekârların bazı eserleri ile zamanın bilinen şarkılarını basit bir armoni ile icra ediyorlardı.
Bunların yanı sıra Mızıka-yı Hümayun’un batı müziği bölümlerinin de oldukça yoğun faaliyetlerde bulunduklarını görmekteyiz. Bir taraftan sarayda nefesli, yaylı sazlardan oluşan guruplar oluşmakta, opera, operet gurupları, san’atlarını icra etmekte, yurt dışından gelen müzisyenler konserler vermekteydi. Geleneğin çözülmeye başladığı bu dönemde bazı bestekârların mevcut ortamın ‘moda’ sayılabilecek anlayışı dahilinde besteler yaptığını görmekteyiz. Fakat diğer taraftan da Zekâî Dede, Tanburî Ali Efendi gibi bestekârlarımızın geleneğe bağlı, klasik formlarda eserler verip öğrenciler yetiştirerek, devamı sağladıkları görülmektedir. Günümüzde de bu iki anlayışın sürdüğünü de söyleyebiliriz.
Oğuz Çetinoğlu: Popüler müzik baskısı altındaki Türk müziğinin geleceğinde neler görüyorsunuz? Tahmin ve temenni bazındaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?
Fatih Salgar: Aslında her dönemde bir popüler müzik mevcut idi. Mesela döneminde, Hacı Ârif Bey’i bile böyle değerlendirebiliriz. Burada asıl değerlendirilmesi gereken konu, musikinin bir sanayi hâline gelmesi, sanattan ziyâde kazancın ön plana alınması, başka bir deyişle, müziğin hiçbir zaman olmadığı kadar geniş kitlelere ulaşabilmesi ve bütün bunların doğurduğu sonuçlar. Bu durumun olumlu tarafı da kaliteli musikinin de aynı nimetlerden faydalanıyor olması.
Bu şartlarda, özellikle klasik musikimizin temel birikimlerinin tesbiti, aktarımı ve ulaşmak isteyen kişilerin rahat ulaşabileceği bir yapı oluşturmak en isâbetli yol olur diye düşünüyorum. Genlerimize işlemiş ve yeryüzünün bu en güzel musikilerinden biri olan klasik Türk müziğinin her halükârda devamını sağlayacak kişiler mutlaka çok sayıda olacaktır.
Oğuz Çetinoğlu: Zeki Müren’in Türk müziğindeki yerini yorumlar mısınız?
Fatih Salgar: Aslında bizim anladığımız musiki kulvarında, Zeki Müren’in esamisinin okunmaması gerekir. Türk musikisindeki en önemli problemlerinden biri, musikideki kavramların yerine oturmaması meselesidir. Yani sosyal hayatımızın çeşitli kademelerinde yapılan musiki vardır (Klasik müzik, piyasa müziği, eğlence müziği, pop vs.vs.) Bizim değerlendirmelerimiz sanat değeri yüksek olan (özellikle klasik Türk müziği) müziğini temel almaktadır.
Zeki Müren, yaşadığı döneminde Türk musikisinin piyasa kulvarında icrada bulunmuş ve bu kulvarda başarılı olmuş, o anlayışa göre tavır ve davranışlar sergilemiş, ‘sanat güneşi’ diye de anılmış biri olduğunu söyleyebilirim.
Oğuz Çetinoğlu: Sayın Salgar, Müzik yeteneğiniz nasıl doğdu, nasıl keşfettiğiniz ve nasıl geliştirdiniz?
Fatih Salgar: Kendiliğinden doğdu diyebilirim. Aile içinde Türk musikisine olan sevgi ve merak bizi yönlendirdi. Daha sonra tesadüfen girmiş olduğum o dönemin en önde gelen kurumu İstanbul Belediye Konservatuarı Türk Musikisi Bölümü’nde çok iyi hocalar sâyesinde bu musikiyi çok yönlü öğrenmeye başladım.1972 yılından buyana da öğrenmeye, öğretmeye, dinlemeye, dinletmeye devam ediyorum.
Oğuz Çetinoğlu: Müzikteki hedeflerinizin doruklarında neler var?
Fatih Salgar: Yaptığım her işi en iyi şekilde yapmak gibi genel bir hedefim var.
Oğuz Çetinoğlu: Bakırköy Musiki Konservatuarı Vakfı’nı tanıtır mısınız?
Fatih Salgar: Bakırköy Musiki Konservatuarı Vakfı 1999 yılında kuruldu.1985 yılından itibaren Bakırköy Musiki Derneği olarak hizmet veren bu kurum böylece bütün varlıklarıyla vakfa katılmış oldu.
Vakıfta Itrî, Dede Efendi, Gençlik Korosu ve Fasıl topluluğu olmak üzere, dört koro mevcuttur. Koro çalışmaları belirli bir plan dahilinde haftanın belirli gün ve saatlerinde yapılmaktadır. Ud, keman, tanbur gibi Türk Musikisi sazlarının da dersleri verilmektedir. Vakfın önemli hizmetlerinden birisi de Nevzat Atlığ hocamla beraber hazırladığımız çeşitli formlarda 500 eseri kapsayan nota fasikülleridir ki bu fasiküller yıllarca sonrasına hitab edecek bir değere sahiptirler. Yine hocamızın yönetiminde çeşitli makamlardan, 6 fasılı kapsayan CD yapılmıştır.
Bunlardan başka vakıf bünyesinde ayrıca Millî Eğitim Bakanlığı’nın müfredatına göre, 3 yıllık yarı zamanlı Türk ve batı müziği bölümleri bulunmaktadır. Bu bölümler konservatuar eğitimi vermektedirler.
Vakfın son dönemlerde yayımladığı ‘BASINDA NEVZAT ATLIĞ’ isimli kitap, yakın musiki tarihimizin bir vesikası olma özelliğine sahip, adeta Devlet Klasik Türk Müziği Korosunun da bir belgeseli gibidir. Vakıf her yaştan ilgiliye hizmet vermektedir.
Oğuz Çetinoğlu: Vakıf bünyesindeki Türk Musikisi Bölümü hakkında neler söylemek istersiniz? Kimler, ne şartlarla çalışmalarınıza katılabilir?
Fatih Salgar: Vakıf bünyesindeki Türk Musikisi Bölümü’nü 2003 yılında kurduk. Bu bölümde başta, solfej, nazariyat, repertuar, usul ve toplu teganni dersleri verilmektedir. Her yıl sonunda yapılan imtihanlarda başarı gösteren öğrenciler bir üst sınıfa geçmekteler. Tabiatıyla bu bölüme girmeyi isteyen kişilerin yapılacak ön elemede başarı göstermeleri gerekmektedir. Eğitim tamamen klasik mânâdadır.
Oğuz Çetinoğlu: İyi bir müzisyen olabilmek için gerekli alt yapının unsurları ile bu alt yapının geliştirilmesi konusunda gençlere tavsiyelerinizi alabilir miyim?
Fatih Salgar: Bir defa, bu gençlerin ne istediğini bilmeleri gerek. Müzikte elbette yetenek çok önemli, fakat bununla beraber bu doğrultuda sanatın emrettiği duruşa uygun olarak çalışmak gerekli. Çalışmak çok çok önemli. Okulların, değerli hocaların yanı sıra günümüzün en büyük nimetlerinden biri olan teknoloji sâyesinde, kendisine bu yönde destek sağlayacak birikimden de istifade imkânı olduğuna göre, yüzlerce yıldır nesilden nesile bu güzelliği yaşayan kişilerden biri olma şuuruna da sâhip olunursa, sanırım belirli bir noktaya gelinir.
Oğuz Çetinoğlu: Sayın Salgar, Yüklü programınıza rağmen Vakit ayırdığınız, kültürümüze ve insanlarımıza faydalı olacak çok kıymetli bilgiler sunduğunuz için şahsım ve okuyucularım adına teşekkürlerimi sunarım.
Fatih Salgar: Ben de teşekkürler ediyorum.
M. Fatih Salgar’ın Biyografisi
22 Şubat 1954 tarihinde Adana’da doğdu. 1972 yılında başladığı İstanbul Belediye Konservatuarı’ndan, Nevzad Atlığ, Süheylâ Altmışdört, İsmail Hakkı Özkan ve Muazzam Sepetçioğlu gibi hocalardan eğitim görerek mezun oldu.
Nevzad Atlığ’ın düzenlediği koro çalışmalarına katılarak repertuarını geliştirdi. 1978 yılında mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki yüksek öğrenimi sırasında, 1973’ten itibaren Üniversite Korosu’nun çalışmalarına katıldı ve 1976-1988 arasında şef yardımcısı olarak yüzlerce üniversiteli gence Türk Musikisi klasiklerini öğretti.
1976’da kurulan Devlet Korosu’nun ilk kadrosunda ses sanatçısı olarak yer aldı. Belediye Konservatuarı’nda, 1978-2005 yılları arasında usûl öğretmenliği yaptı. Bir süre İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nda da öğretim görevlisi olarak çalıştı.
Nevzad Atlığ ile birlikte Türk Musikisi Klasikleri nota yayınını Bakırköy Musiki Vakfı Konservatuarı kanalıyla yayınlamaya devam etmektedir. Yesârî Âsım Arsoy ve İsmail Hakkı Özkan ile birlikte ayrıntılı musiki çalışmalarında bulundu. İstanbul Ânsiklopedisi’nin yanı sıra çeşitli dergilerde ve gazetelerde araştırmaları ve yazıları yayınlandı. Dede Efendi, Sultan Üçüncü Selim Han, Türk Musikisi’nde 50 Bestekâr ve Mevlevî Âyinleri adlı kitapları Ötüken Yayınları tarafından yayımladı.
Halen, kurucuları arasında yer aldığı Bakırköy Musiki Vakfı Konservatuvarı Türk Musikisi Bölümü’nün başkanlığını yürüten Salgar, 1998’de, Sanat Kurulu üyesi olduğu İstanbul Devlet Korosu’nun şef yardımcılığına, Ağustos 2006’da ise şefliğine tâyin edildi. Koro ses sanatçılarından Berna Salgar ile evli olan Fatih Salgar iki kız çocuk babasıdır.
Fatih Salgar’ın Yöneticisi Olduğu İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu
Topraklarında zincirleme medeniyetler oluşturmuş ve dünya ortak kültürü açısından söyleyecek çok sözü bulunan ülkemizin, derin ve tarihî klasik müzik birikimini ortaya koymak, yurtiçinde ve yurtdışında üst düzeyde icra etmek; bu yolla dünya kültürüne ve sanatına katkıda bulunmak üzere, Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk resmî Türk Müziği topluluğu olarak 1975 yılında kuruldu. Aradan geçen 35 yılda yüzlerce konser veren İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun etkinliklerinin odak noktasını, İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde verdiği geleneksel Pazar Konserleri ve TRT ekranlarında yaptığı yüzlerce program oluşturdu. Koro, tam kadrosuyla veya gruplar halinde Amerika, Avrupa, Afrika, Asya, Akdeniz ve Uzakdoğu ülkelerinde ve yurtiçinde birçok şehirdeki sanat ve bilim kurumlarındaki organizasyonlar kapsamında çok sayıda konser verdi. Konserlerinin ve TV programlarının dışında kalıcı nitelikte eserler de veren İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun, bu kapsamda yayınladığı plakların, kasetlerin ve CD’lerin toplam sayısı 50 civarındadır.
1991’de UNESCO arşivi için de bir CD doldurmuştur. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı ve Bakırköy Musiki Vakfı işbirliğiyle hazırladığı Türk Musikisi klasiklerinden oluşan nota fasiküllerinin toplam sayısı 50 civarındadır. Klasik Türk Müziği alanında Türkiye’nin önde gelen isimlerinden olan Prof. Dr. Nevzad Atlığ ile Tarihçi ve Müzikolog Yılmaz Öztuna tarafından kurulan ve ilk şefi Nevzad Atlığ olan İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu, Atlığ’dan sonra Ender Ergün; bugün ise Birol Yayla’nın yardımcılığı ile şef Fatih Salgar tarafından yönetilmektedir. İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun seslendirdiği Türk Müziği klasikleri, ortaya çıktıkları dönemden müzikal yapılarına ve ifâde ettikleri estetik değerlerden felsefi altyapılarına kadar bütünüyle, kendi hikâyemizi müziğin sınır tanımayan ortak diliyle anlatıyor ve dünya kültürüne anlamlı bir katkı niteliği taşıyor.