Oğuz Çetinoğlu: Kozgalış, mahallî
bir kelime olsa gerek. Hangi yöreye aittir ve mânâsı nedir? Kitabınıza bu ismi tercih
etmenizin özel bir sebebi var mıdır?
Faruk Korkmaz: Kozgalış, Kafkasya’dan Doğu Türkistan’a kadar Türk Dünyasının
farklı iklimlerinde ‘Uyanış, Direniş,
Kıyam, Diriliş, Kıpırdanma, Galeyan, Kargaşa’ gibi farklı anlamlarda
kullanılan, Anadolu’da ise maalesef pek bilinmeyen, Karaçay-Malkar Türkçesine
mahsus bir kelimedir.
Şan ve şeref dolu târihi
imkânsızlıklar içerisinde verilen destansı mücâdelelerle dolu olan Aziz Türk
Milleti’nin öncekilerden farklı olarak yerli işbirlikçilerin organize ihânet
kalkışmasına karşı bütün unsurlarıyla yekvücut olarak direnişe geçmesini,
fıtratında mevcut olan millî şuurla uyanışını ifâde etmek için buram buram
Türklük kokan ‘Kozgalış’ kelimesini
tercih etme sebebi budur.
Çetinoğlu:
Kozgalış
ilk kitabınız mı?
Korkmaz: Hayır. Malatya Vâliliği
Malatya Kitaplığı Projesi kapsamında 2013’te kaleme almış olduğum Malatya
Mahalle Kültürü ve Komşuluk İlişkileri adlı bir kitabım bulunmaktadır. Fakat
Kozgalış, roman türündeki ilk çalışmamdır.
Çetinoğlu: Kozgalış neden
kaleme alınmıştır? Sizi 15 Temmuz hâin darbe girişimini romanlaştırmaya iten
sebepler nelerdir?
Korkmaz: Efendim takdir buyurursunuz ki insanları yazmaya iten
sebepler vardır. Bir eseri ortaya çıkaran, duygulardan müteşekkil domino
taşları vardır. Çocukluk ve gençlik dönemlerimizde okuyarak, duyarak,
dinleyerek öğrendiklerimizi kemâl yaşlarımızda şâhitlik ettiklerimizle
birleştirdiğimizde, o kısa vâde içerisinde aslında bunların çok büyük ve önemli
hâdiselerde vücut bulduğunu anlarız.
Malazgirt’le Anadolu’nun ‘Türk
Yurdu’ olarak tescillenmesi, İstanbul’un Fethi ile târihin seyri değiştirilerek
yeni bir çağ açılması… Ve elbette Çanakkale Zaferi ve İstiklâl Harbi ile yok
olma eşiğinden Türkiye Cumhuriyeti’ne uzayan o kutlu mücâdele… Kadim Türk târihi
içerisinde aklımıza ilk gelen örneklerdir. Yâni sözde medeniyetlerin sömürü
anlayışına karşı ‘âleme nizam vermeyi’ amaç edinen bir fetih düşüncesi veya
sömürülmemek için ölümüne mücâdeleyi şeref bilmenin emsalsiz örnekleridir
bunlar.
İşte bu pencereden
baktığımızda 15 Temmuz hâin darbe teşebbüsü ile Yüce Türk Milleti önce
Anadolu’dan sonra da Ata Yurt’tan yâni geldiği topraklardan da ebediyen
silinmek istenmiştir. Bizler bu ihânet teşebbüsünün ve buraya getiren sürecin
canlı şâhitleriyiz. 80 darbesinin tanığıydık… Ben o dönemde çocukluktan
gençliğe adım atıyordum. Yine 80’lerin ortasında bölücü terör örgütünün kanlı cinâyetlerine
başlamasının tanığıydık… O günlerden itibâren dindar, ağırbaşlı, saygılı vs pek
çok maskenin ardına gizlenen yeni bir terör örgütüyle tanışıyorduk… Tabiî o
zamanlar terör örgütü oldukları bilinmiyor, gerçek yüzleri henüz deşifre
olmadığından insanlar onları demin saydığım sıfatlarla tanıyor, tanımlıyor…
90’larda bunları daha
yakından görüp tanıma imkânı bulduk. Eğitim öğretim hizmeti adı altında
okullar, yurtlar, dershâneler bina ediyorlar, öğrenci evleri tutuyorlar,
ülkenin en ücra yerleşim birimlerine kadar uzanıp çocukları, gençleri
kendilerine çekiyorlardı. Küçücük bir ilçede bile bunların öğrenci yurtları
yahut evleriyle karşılaşmanız işten bile değil… Çok kısa bir sürede bu kadar
geniş bir ağ kurmalarını sâdece ‘Allah
rızası için hizmet’ olarak algılamak aşırı bir iyimserlik değil midir?
Gün geçtikçe bu ‘hizmet’(!) ağı medyadan bankacılık
sektörüne kadar genişledi. Temiz duyguları ve inançları istismar edilen
insanlarımız çocuklarını bunlara teslim etti, paralarını ve ziynetlerini
bankalarına teslim etti, yayınladıkları gazete, dergi vs abone oldu… Saf
duygular içerisindeki insanlar bu oluşuma karşı kendilerini uyaran, bunlara
güvenmemelerini söyleyen kimseleri neredeyse tekfire varacak tepkilerle
karşıladılar. Yâni bu örgüt inanılmaz derecede kısa bir vâde içerisinde
Türkiye’de gerekli altyapısını ve hayran kitlesini oluşturdu, akabinde Türk
Cumhuriyetlerine ve İslam coğrafyasına yöneldi. Derken dünyanın hemen her
köşesinde mantar gibi bitmeye başladılar.
Güçleri ve itibarları
istedikleri seviyeye geldikten sonra yıllar boyunca Devletimizin sinir uçlarına
kadar yerleştirdikleri bütün unsurlarıyla organize bir şekilde hareket ederek
çeşitli uyduruk gerekçelerle Devlet itibârını zedelemeye, kendilerine itaat ve
itibar göstermeyen her kademeden insanımızı da en acımasız yöntemlerle bertaraf
etmeye başladılar. Halk nazarında Devlet itibarsızlaştırılırsa Devlet’i ele
geçirme teşebbüsleri güya meşruiyet kazanacak, halkımız ne olduğunu anlayıncaya
kadar da atı alan Üsküdar’ı geçmiş olacaktı.
Hülâsa bu düşünce ve teşebbüsleri
başarısızlıkla neticelenince silahlı unsurlarını devreye koyup Millî İrâdemizi
ve Kutlu Devletimizi yok etme cür’etini ortaya koydular. Aziz Türk Milleti’nin
üzerine kurşun yağdırmaktan, tanklarla ezmekten, kamu binalarını bombalamaktan
zerrece utanç duymadılar.
Daha hâlâ bu utanç
tablosunu bir kurgu olarak niteleyenler, bu ihânet örgütünü Müslüman olarak
kabul edenler olduğunu esefle müşâhede ediyoruz. Böyle düşünen insanların,
bizim o tertemiz ekmel dinimiz İslamiyet’le -ki ihânetin her türlüsünü haram
kılmıştır- bunları hangi zeminde birleştirebildiğini çok merak ediyorum
doğrusu!
Tabiî olarak bu gelişmeler
ruhumda, kalbimde, vicdanımda ve beynimde silinmez izler bıraktı. Birilerinin
bunları yazması, unutmamaları için gelecek kuşaklara aktarması gerekiyordu. Bu millî
bir görevdi… İnancımızın gereği îfa edilmesi gereken bir mükellefiyetti.
Müslüman bir Türk olarak inancımın ve millî kimliğimin yüklediği bu
sorumluluğun gereğini yerine getirmek maksadıyla, hâin teşebbüsten birkaç ay
sonra yazmaya başladım. Fakat sağlık problemlerin, birkaç defa ameliyat olmak
zorunda kalmam ve yoğun vazifelerim sebebiyle çalışmalarıma ara vermek mecbûriyetinde
kaldım. Yazamadığım her gün bende bir teessür oluşturuyordu. Çünkü bu, bir an
önce yazılıp Aziz Milletimizin ve ciğerpâremiz Türk Gençliğinin bilgilerine
sunulmalıydı. Dört yıl böyle geçti… Tâ ki salgın sürecine kadar… Salgın sebebiyle
evde geçirmek durumunda kaldığımız süreç, benim için bulunmaz bir nimet oldu.
Yazdıklarımı gözden geçirdim ve kaldığım yerden devam ederek romanımı tamamlama
fırsatı buldum. Haziran’ın başıydı… Bilgeoğuz Yayınevi sâhibi sâhibi Sayın
Oğuzhan Cengiz Beyefendi ile görüşüp bir değerlendirme yaptık. Romanın
yazılması uzun bir sürece yayılıyordu ama yayınlanması Bilgeoğuz Yayınevi sâyesinde
bir hayli hızlı oldu. Bu vesileyle kendilerine teşekkür ediyorum. Ve sonunda
ete kemiğe bürünen KOZGALIŞ Aziz Türk Milletimizle vuslat etti.
Efendim, târihi yaşayarak
yazar, yazarak yaşatırsınız. Kozgalış’ta yazılanlar sâdece benim değil Aziz
Milletimizin has evlatlarının tamamının yaşadıklarıdır. Millî ve mânevî
değerlerini hâiz her Türk Evlâdının nefretle şâhitlik ettiği, yürekleri
sızlayarak buğz ettikleri ve canlarını ortaya koyarak karşı durduklarıdır. Ben nâçizane
Aziz Türk Milletinin yaşadıklarını yazdım. Yazdıklarım da inşallah şimdiki
gençlerimiz ve müstakbel geleceğimiz olan yiğitlerimiz tarafından yaşatılacak,
unutulmayacak ve unutturulmayacaktır.
Çetinoğlu: O süreçte siz neler
yaşadınız? Nelere şâhitlik ettiniz?
Korkmaz: Elbette çok şey var fakat hasûsî olarak aklımda kalan
birkaç hâdiseyi arz edeyim.
15 Temmuz Cuma günü yine
yoğun bir mesâinin ardından akşama doğru yorgun bir şekilde eve gelmiştim.
Ailemle biraz vakit geçirdikten sonra istirahat etmek için kanepeye uzanıp
televizyon seyretmeye başladım. Günün yorgunluğu sebebiyle uyuyakalmışım… Oğlum
Göktürk’ün telaşlı sesiyle uyandım. ‘Baba
kalk, darbe oluyor’ diyordu. Uzandığım yerden doğrulup o uyku mahmurluğuyla
‘Ne darbesi yahu? Bu saatte darbe mi olur?’
demişim.
Tv kanallarını dolaştım
hızlıca; görüntülere baktım… Bir öğretmenim ama o dönemde Malatya Vâliliği
Protokol Şube Müdürü olarak görev yapıyorum. Derhal Vilâyet Makamındaki görev
arkadaşlarımı aradım. Bütün arkadaşlarım görev mahalline intikal edebilme
gayreti içerisindeydi. Ben de derhal giyindim ve bir an önce görevimin başında
olabilmek için çıktım. Dâireye vardığımda evi yakın olan arkadaşlarımın
geldiğini, diğerlerinin de gelmek üzere olduklarını gördüm.
Çok geçmeden Sayın
Cumhurbaşkanımızın canlı bağlantı ile Aziz Milletimizi meydanlara ve mülki idâre
makamlarının önüne dâveti gerçekleşti. Vilâyetin önü kısa bir sürede mahşer
meydanına döndü. Vilâyet Makamında Sayın Vâlimiz başkanlığında, İl Emniyet
Müdürümüz, İl Jandarma Komutanımız, MİT Bölge Başkanımız, Büyükşehir ve Merkez
İlçe Belediye Başkanlarımız, Malatya’da bulunan Milletvekillerimiz, İl Başkanlarımız
üstün bir çaba ortaya koyarak Sayın Cumhurbaşkanımızın emirleri doğrultusunda
Malatya’mızda güvenliği muhâfaza etmek ve hıyânete mukavemet göstermek için irâde
sergiliyorlardı.
Derken dışarıda her geçen
dakika daha da artan sayıdaki halkın arasında bir arbede çıktı. Muhterem
halkımızın arasına sirayet etmiş durumdaki birkaç provokatör, ‘Paşaköşkü’ne, Paşaköşkü’ne’ diye
insanları kışkırtmış. Paşaköşkü Mahallesi, Malatya’mızda Alevî kardeşlerimizin
yoğun olarak ikamet ettikleri bir bölgemizdir. Ve hıyânetin büyüklüğüne bakınız
ki aynı dakikalarda o mahallede meskûn Alevî kardeşlerimizden bazılarının
evlerine taşlı sopalı saldırılar oluyor.
Vilâyetle Paşaköşkü arası
yürüme süresi âzamî 15 dakika çeker. Mahallede provokatörler can, kan ve din
kardeşimiz olan Alevî vatandaşlarımızın evine saldırırken, Vilâyet önündeki
kalabalığı da o alçakça saldırıya katılmaya teşvik ediyorlar. İhânetin, hıyânetin
ve alçaklığın boyutlarını görebiliyor musunuz? Yâni 15 Temmuz ihânet kalkışması
sâdece tankla, uçakla yapılmadı… Masum halkımızı din, mezhep, parti ve daha
birçok noktadan vurmaya, birbirlerine kırdırmaya, kardeş kanı akıtmaya kalkıştılar.
Ne kadar geniş bir yelpâzede hıyânetin resmedildiğini anlayabilmek için son
derece mühim ve ibretlik bir örnektir bu. Tabii Sayın Vâlimizin berâberinde İl
Emniyet Müdürümüz, İl Jandarma Komutanımız ve kendilerine çok büyük saygı ve
minnet duyduğum, birlik ve berâberliğimizin ve ebedî kardeşliğimizin tesisi
için büyük emekleri olduğuna şâhit olduğum Alevî Kanaat Önderlerimiz derhal
Paşaköşkü Mahallesi’ne gittiler. Provokatör hâinlerin amaçlarına ulaşmasına
imkân vermediler. Devletimizin muhterem halkımızın her daim yanında, emrinde ve
hizmetinde olduğunu hâinlerin hayâsız yüzlerine bir tokat gibi indirdiler.
Yine 2. Ordu Karargâh
Binasına gelip bilgi almak isteyen, Sayın Cumhurbaşkanımızın ve Devletimizin
temsilcisi Sayın Vâlimize nizâmiye önünde silah doğrultulması, Devlet’in bir
Devlet kurumuna girmesine engel olunması nefretle hatırladığım bir durumdur.
O süreçte sâdece benim
değil, orada bulunan herkesin şâhit olduğu bir hâdiseyi nakletmeden
geçemeyeceğim. Vilâyet Binasının önünde mahşeri bir kalabalık var. İğne atsanız
yere düşmez. Sayın Vâlimiz protokol kapısı önünde saygıdeğer halkımıza bir
açıklama yapacaklar. İnanın, kapı önünde insanların arasına bir kâğıt sığmaz;
öyle bir kalabalık var… Malatyalılar bilirler, sürekli olarak Vilâyetin önünde
yatıp kalkan, Sayın Vâlimizin makam aracını tanıyan ve araç görünür görünmez
hızla ona doğru koşup etrafında fır dönen bir köpek vardır. Yıllar var ki
oradan ayrılmaz ve son derece zeki bir hayvandır. İşte bu köpek, o kalabalığın
arasında ezilme pahasına kapının önünde yatıyor ve rahatsız olup da ayrılmıyor.
Sayın Vâlimiz o köpeği gördüler ve şu ifâdeyi kullandılar: İşte sadakat ve samimiyetin görüntüsü… Şu
köpek bile Devlet’in kapısına iltica etmiş ve buradan ayrılmıyor. Bunlar, şu
köpek kadar olamayanlardır.
Bu söz son derece mânidar
ve bir o kadar haklı bir sözdür. Sırf bu veciz ifâde üzerine bile ciltler
dolusu kitap yazılır. Dolayısıyla, bu fakirin nâçiz romanında anlatılanlar, o
mel’un gecede yaşananların yanında zerre-i miskal mesâbesindedir.
Ezcümle, şerefli mâzimizin
yok edilme, istikbal ve istiklâlimizin berhava edilme teşebbüsüne karşı
kozgalan yâni kıyama kalkıp direnen Yüce Türk Milletine ve bilhassa
gençlerimize hafızalarını her dem taze tutacak bir armağan sunabildiysem
şerefyab olurum.
Çetinoğlu: Bir eğitimci olarak romanınızda
gençlerimize önemli mesajlar verdiğiniz gözüküyor. Bu çerçevede gençliğe ve
anne babalara ne gibi tavsiyeleriniz olacaktır?
Korkmaz: Gençlik bir milletin dinamosudur,
geleceğinin teminâtıdır, yaşayan yarınlarıdır… Mukaddesatımızın muhâfazası bile
yirmili yaşlardaki Mehmetçiğe tevdi edilmiştir. Server-i Kâinat Efendimiz Hz.
Muhammed (sav) irşad ve tebliğ vazifesini öncelikli olarak Mus’ab b. Umeyr,
Abdullah b. Mesud ve Ali b. Ebu Talib gibi genç sahabeye vermiştir.
Cumhuriyetimizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyetimizin ve millî
mukaddesatımızın emânetçisi, vârisi olarak Türk Gençliğini seçmiştir. Demem o
ki gençlik bu kadar önemli ve kıymetlidir. İşte bu sebeple terör örgütlerinin
hedef kitlesi de genç nesildir. Dolayısıyla gençlerimize gereken ihtimamı
göstermek, onları doğru ve güzel yetiştirmek, millî ve mânevî şuurlarını tekmil
etmek, yanlış ve zararlı mecrâlara tevessül etmelerine sebep olacak yollardan
uzak tutmak millî ve mânevî bir vazifedir. Bunun ‘ama’sı, ‘fakat’ı olmaz. Çünkü
müspet yönde yetiştiremediğimiz çocuklarımız ve gençlerimiz, dimağlarındaki
boşluğu zararlı düşüncelerle dolduracak illegal oluşumlar için açık hedef
hâline gelecektir. Çocuklarımızı ya biz yetiştireceğiz ya da onları kirli hülyâlarını
gerçekleştirmek isteyenlerin kucağına iteceğiz. Tercih ve karar bizim.
Şunu özellikle
belirtmek isterim ki millî birlik ve bütünlüğümüze kast eden/etme düşüncesinde
olan her türden yapılanmaya bu fırsatı bulmalarını sağlayan, istikbâlimiz olan
ciğerpârelerimizi iş, aş, yoğunluk vs sudan sebeplerle ilgiden mahrum ve
başıboş bırakan sorumsuz ailelerin de vebâli vardır. Gerekçemiz ne olursa
olsun, ne tür şartlar altında bulunursak bulunalım, çocuklarımızı ihmal etmemiz
mâzur görülemez. Onların ihtiyaçları harçlıkları, giyim kuşamları, elektronik
eşyaları ile sınırlı değildir. Asıl ve en önemli ihtiyaçları rûhî ve fikrî olanlardır.
Eğitimin ailede
başladığı, okulda geliştiği ve toplumda olgunlaştığı bir vakıadır. Bundan
mütevellid, herkes üzerine düşeni yapmakla, çocuğunu doğru ve emin bir şekilde
yetiştirmekle, zararlı yapılanmaların bu taptâze fidanları hasat etmesine
fırsat vermemekle yükümlüdür.
Tabiî
gençlerimizin de kendilerine mahsus sorumlulukları vardır. Öncelikle Dünyânın
tozpembe bir varlık alanı olmadığını, kötü ve zararlı şeylerin daima güzel
ambalajlarla kendilerine sunulduğunu, sâhip olma ve nereden gelirse gelsin bir
kazanca vâsıl olma hırsının kötü sonuçlarının olacağını asla unutmamalıdırlar.
Zararlı ve bölücü yapılanmalar, herkesin zaafına göre ona ulaşmayı ilke edinir,
hedef kitlelerine ütopik bir dünyayı birlikte kurmayı vâdeder, onlara çok
değerli olduklarını ve bu değeri ancak kendilerinin verebileceğini beyan ederek
intisaplarını güya meşrulaştırma yöntemlerini tercih ederler. Buna son derece
dikkat etmelidirler. Düşmanın taktiklerinden biri de ‘dost maskesi’ ile yüzünü gizlemektir. Bu sebeple gençlerimizin de
sosyal çevrelerini belirlerken çok özen göstermeleri, temasları olan insanları
iyi tanımadan onlara güvenmemeleri, kendilerini yanlış şeylere teşvik eden
şahıslardan derhal uzaklaşmaları önem arz etmektedir. Burada özellikle gelişen
teknolojiye bağlı olarak dijital mecrâların gençliğin vazgeçilmezi olması ve
zararlı yapılanmaların bu alanlarda gençlerle iletişim kurduklarını da göz ardı
etmemek gerekir. Millî ve mânevî değerlerini rencide edici paylaşım ve
söylemlerle gençlerin bilinçaltında itibarsız bir değerler silsilesi
oluşturuyorlar. Teknoloji bağımlılığı, zararlı alışkanlıklar, değer tanımazlık,
inanç boşluğu ve nihayetinde dinine, devletine, târihine, kültürüne, milletine
yabancı bir genç nesil vücuda getirilmesi… Bölücü, yıkıcı oluşumların ağzının
suyunu akıtan bir arzudur bu…
Velhasıl,
sevgili çocuklarımız, gençlerimiz uyanık olmak mecbûriyetindedir. Biz anne ve
babalar evlâdımızın maddî ihtiyaçları kadar mânevî ihtiyaçlarını da tekmil
edeceğiz; hem de son derece önemseyerek. Ve elbette Eğitim Ordumuz, mensubu
olmaktan şeref duyduğum Kuva-i İlmiye yâni Öğretmenlerimiz ve Din Görevlilerimiz
de her Türk gencini öz evlâdı bilip millî ve mânevî dağarcıklarını bıkmadan,
usanmadan, yorulmadan ve en güzel, en doğru şekilde tekmil ve tezyin etmenin
gayreti içerisinde olmalıdır. Türk Milletini bir zincir gibi birbirine bağlı
olmak mecbûriyetindedir. Bu zincirde hiçbir halka zaafa uğratılmamalı, ihmal
edilmemelidir. Aksi takdirde bir tek halkanın kopması, zincirin işlevini
yitirmesi anlamına gelecektir. Aziz Türk Milletinin böyle bir lüksü yoktur,
olamaz, olmamalıdır…
Çetinoğlu:
Hikâye
ve roman yazarları yazdıklarına kendi hayâtlarından bölümler eklerler, hayât
felsefelerine ait mesajları, roman kahramanının dilinden okuyucuya
ulaştırırlar. Kitabınızda nakledilen hâdiselerle bağlantınızı ve
mesajlarınızı özet olarak lütfeder misiniz?
Korkmaz: Efendim mâlumlarınız
olduğu üzre insan kendine, insanlara, tabiata, devlete ve Yüce Allah’a (cc)
karşı mes’uldür. Bu mes’uliyetlerini âzamî bir şekilde îfa etmeye çalışmak
insanın aslî vazifesidir.
Romanda bu vazifeyi yerine getirebilmek
için canını ortaya koyanlarla, vazifesini bir şahsa, bir güce hasredenlerin mücâdelesi
asgari çerçevede arz edilmeye çalışılmıştır. Nâçiz şahsım da bu iki cenahtan
birincisi içerisinde kendini bulmaktadır. Doğan ölür… Mühim olan nasıl
yaşadığımızdır. Rahle-i tedrisinden geçtiğimiz aile büyüklerimiz,
öğretmenlerimiz, düşüncelerimize istikamet çizen alplar, erenler, yazdıklarıyla
yaşamaya devam eden ve bizlere hâlâ öğretmekte olan münevverlerimiz iyi ki hayâtımıza
dokunmuşlar, ruhumuzu okşamışlar… Ve onlardan devşirdiklerimizle birinci
zümredeki kahramanların tamamında bulmuşuz kendimizi…
Romandaki ‘Gölge
Adam’ başlıklı satırlarda, Yusuf adlı kahramanın dilinden arz edilen ‘Yakın isen ol Allah’a, âlem senden uzak olmuş
ar değil; Uzak isen O’ndan hâşâ, âlem sana meftun olmuş kâr değil’
mısralarında, ‘Çekin… Çekin çıkarın
beni. Koparsa kopar… Bu cenk gününde geri kalmak olur mu? İt daladı diye kurt
pusar mı? Haydi Allah aşkına… Bacağı olmasa da bin yezide bir Ali yeter’
diyen Ali Haydar adlı kahramanın metânet ve cesâretinde tecessüm ettiğimi ifâde
edebilirim.
Zaten romanın
başkahramanı Gazeteci Umut… Neden Umut? Türk Devleti Türk Milletinden, Türk
Milleti Türk Devletinden ve her ikisi de Yüce Allah’tan asla umut kesmez de
ondan… İman, cesâret, azim kadar umut da bu Aziz Milletin mayasında mevcuttur.
Hülâsa, bilcümle
ihânetin, hıyânetin, pısırıklığın, korkaklığın, Dünyâ ve dünyâlığa olan
düşkünlüğün, ölümü unutmanın karşısında; Ekmel Dinimizin, Yüce Devletimizin,
Aziz Milletimizin, Kutlu Vatanımızın ve cümle mazlumun yanındayım.
Üzerimizdeki hâin
hesaplar asla bitmeyecektir ama bizler uyanık, dikkatli, cesâretli ve akıllı
olduğumuz müddetçe bütün bu hesaplar berhava olmaya, hesap sâhipleri de zillete
düçâr olmaya mahkûm olacaktır.
Bu duygu ve
düşüncelerle, vakit ve mesâinizden lütfederek bu nezih söyleşiye bendenizi
misâfir ettiğiniz için Zat-ı Âlinize şükranlarımı, Aziz Türk Milletine bâki
hürmetlerimi, Türkiye Cumhuriyeti Devletimize sonsuz sadâkatimi arz ederim
Efendim.