Kesin olarak bilelim ki: Hakikat ve gerçeğin en yüksek
gayesi, fıtrat ve yaratılışın en yüce netice ve hikmeti Allah’a imandır. Allahı
bilmek, bulmak, sevmek ve O’nun istediği gibi olmaya çalışmaktır. Çünkü,
insaniyetin en âlî / en yüksek mertebesi ve mevkii, beşeriyetin / insanlığın en
büyük makamı; Allah’a iman ve inanç içindeki marifetullah / Allahı isim, sıfat,
fiil ve eylemleriyle tanımaktır.
Cin ve insin /
insanın en parlak saadet ve mutluluğu, en tatlı nimeti; o marifetullah / Allahı
tanıma, bilme içindeki muhabbetullah / Allah sevgisidir.
Beşer / insan ruhu
için en hâlis / en katıksız sürûr / sevinç, insan kalbi için en saf sevinç; o
muhabbetullah / Allah sevgisi içindeki ruhanî / ruha ait lezzettir.
Evet, bütün hakîkî
/ gerçek saadet / mutluluk, hâlis sürûr / sevinç, şirin / tatlı nimet ve safi
lezzet elbette marifetullah / Allah bilgisi ve muhabbetullah / Allah
sevgisindedir. Onlar, onsuz olamaz.
Allahı tanıyan,
seven; nihayetsiz saadete, nimete, envara / nurlara, esrara / sırlara ya
bilkuvve / düşünce ve fikir halinde veya / ya da fiilen / bildiğini işleyerek
yapan bir durumdadır.
O’nu hakikî / gerçekten tanımayan, sevmeyen;
nihayetsiz / son derece şekavete / zillet ve sıkıntıya, alâma / elem, keder ve
üzüntülere ve evhama / vehimlere mânen ve maddeten mübtelâ olur / tutulur.
Kaldı ki, iman;
yalnız icmalî / kısaca, toplu olarak ve taklîdî / sathî, yüzeysel bir tasdîke
münhasır / sırf bir onaydan ibaret değil. Bir çekirdekten, tâ büyük bir ağacına
kadar mertebeleri var. Aynada görünen misalî / benzer güneşten tâ deniz
yüzündeki aksine / yansımasına, ta güneşe kadar mertebe ve inkişafları /
meydana çıkmaları var.
Evet, imanın son
derece kesretli / birçok hakikatleri var. Binbir İlâhî isimleri ve sair / diğer
iman erkânı / rükünleri ve esasları var. Kâinat / evren hakikat ve
gerçekleriyle alâkadar / alâkalı çok hakikatleri var. Fakat, bütün ilimlerin,
mârifet ve bilgilerin, insan kemalâtının / mükemmelliğinin en büyüğü imandır.
Yani, tahkîkî imandan / ilimle desteklenen iman ve inançtan gelen; tafsilli /
etraflıca biliş ve bürhanlı / delilli ve kanıtla pekiştirilmiş kudsî / kutsal
bir mârifet / bilgidir.
İtikat ve inanmak;
tasdik / onay ve iz’an etmek / basîret ve anlayıştır. Hz. Peygamber’in tebliğ
ettiği / bizlere ulaştırdığı dinin zaruriyetlerini tafsilen / genişçe, zaruri
olanların dışında kalanları icmalen / kısaca tasdik etmekten / onaylamaktan
hasıl olan bir nurdur.
Demek ki iman,
Şems-i Ezelîden / Ezel Güneşi olan Allahtan vicdan-ı beşere / insanın vicdanına
ihsan edilen / bağışlanan bir nur ve bir şuadır.
Vicdanın içyüzünü
tamamiyle ışıklandırır. Bu sayede bütün kâinat / evren ile bir ünsiyet /
dostluk, bir emniyet / güven hâli peyda olur / kendini gösterir. Her şeyle
kesb-i muarefe eder / herkesle tanışır bilişir.
Nitekim, insanın
kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye / manevî kuvvet husule gelir / ortaya çıkar
ki, insan o kuvvet ile her musibete, her hâdiseye / olaya karşı mukavemet
edebilir / karşı koyabilir. Öyle bir vüs’at / genişlik verir ki, insan o
vüs’atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.
Fakat insanda
nefis, heva, vehim ve şeytan gibi öyle hükmediciler vardır ki, çok zaman imanını rencide etmek /
incitmek için gafletinden istifade ederek / yararlanarak; çok hileler ederler.
Şüphe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar.
Zahir-i şeriate /
dinin görünüşüne muhalif / aykırı düşen ve hatta bazı imamlar / önderler
nazarında küfür derecesinde tesir eden kelimat / kelimeler ve harekât /
hareketler eksik olmuyor. Onun için, her zaman, her saat, her gün tecdîd-i
imana / imanı yenilemeye ihtiyaç var.
Her gün maddî
gıdaya ihtiyaç duyulduğu gibi, her gün manevî gıdaya da ihtiyaç ve gereksinim
var. Yemesine içmesine dikkat etmeyen nasıl ki, güç ve kuvvetten düşerse;
kalbin, ruhun, dimağın manevî, dinsel gıdası olan Kur’an ve Hadis’in; ilmî /
bilimsel mânalarıyla; imanını takviye etmeyen kimse de, nefis ve şeytana karşı
mânen mukavemetini / lâyıkıyla karşı koymasını zayıflatır. İmanı kaybetme
tehlikesine düşebilir.
Çünkü: “Hakla
meşgul olmayanı; bâtıl istilâ eder.”