Rıfat
Ilgaz’ın ölümsüz eseri Hababam Sınıfı’ndaki meşhur uzuneşek sahnesini
hatırlarsınız. Ders arasında öğrenciler, altta kalanın canı çıksın minvalinden,
birbirinin sırtına binerek uzuneşek oynuyordu. Sonra da hoca gelip, kızıyordu.
Çocukluk
yıllarımızda biz de az uzuneşek oynamadık. Geçen yıllarda liselerimizden
birinin önünden geçerken filmde söylenen tekerlemeyi duydum;
Bizim
köyün imamı,
Alttan
verir samanı,
Üstten
çıkar dumanı
Attı
da pattı kaç attı?
Sanırım
gençlerimiz Hababam özentisiyle hala uzuneşek oynamaya devam ediyorlardı. Oysa
biz onlara daha ilkokul sıralarındayken “Ben eğilmem arkadaş” deyip birdirbir
oynayan çocuklara eğilmeyen Mustafa Kemal’i anlatmış, onu örnek göstermiştik.
Demek ki atalarımızın dediği gibi, can çıkıyor, huy çıkmıyor işte.
Aslında
bu konuda gençleri eleştirmek doğru değil. Çünkü eşeğin toplumumuzda gerçekten
önemli bir yeri var. Atasözlerimizden deyimlerimize, bilmecelerimizden
tekerlemelerimize kadar geniş bir etki alanı var. Gençlerini hergele (başıboş
eşek sürüsü) diye seven, düşüncesizliği “eşeklik” diye kınayan, söverken
“eşşolu eşek” diye söven, överken “eşek sıpası” diye öven, eşeğe onlarca şarkı
yapan –herhalde- tek milletiz. Bu yönüyle eşek tam bir Ortadoğuludur. Zaten yük
taşıma amacıyla ilk evcilleştirildiği yer de Ortadoğu’dur.
Celaleddin-i
Rumi de Mesnevi’sinde eşeği sık sık bir metafor olarak kullanır. Bunlardan
birisi de şöyledir; Bir gün eşeğin biri sahibine beddua etmeye başlamış “seni
vicdansız, merhametsiz, zalim insan. Bir an önce öl ki senden kurtulayım”,
sahibi cevap vermiş “Ey cahil hayvan, sen bu kafayla eşekliğe daha çok devam
edersin, ben ölürsem sadece sahibin değişir, yine aynı semerin altında yük
taşımaya devam edersin.
Ve
yine Mesnevi’nin bir başka yerinde; Tanrı, nefsimize eşek suretini vermiştir;
çünkü suretler huylara uygundur. Kıyamet gününde sırların açığa çıkması, işte
budur. Tanrı hakkı için, eşeğe benzeyen nefisten kaç!”
Özetle
Rumi, nefsi eşeğe benzetir, nefsine uyanın da eşeklik yaptığını belirtir.
Eşeklikten kurtulmanın yolunun ise aklını kullanmaktan geçtiğini söyler. Aynı
şekilde Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig’de “Akıl karanlık gecede meşale gibidir,
bilgi seni aydınlatan bir ışıktır. Kişi akıl ile yükselir, bilgi ile büyür,
kişi bu ikisiyle itibar görür.” diye bin yıl öncesinden günümüze ışık
tutmaktadır.
Günümüzde
toplum olarak yaşadığımız birçok sorunun temelinde aklını kullanmayan
“eşekliğimiz” yatmaktadır. Oysa Allah,
Yunus Suresi 100. ayette “Akıllarını güzelce kullanmayanları Allah pislik
içinde bırakır” buyurmaktadır.
Bir
gün Bektaşi’nin biri sokakta gezinirken görkemli bir köşkün önünde zabitler
tarafından yolu kesilerek durdurulur. Beklemesi söylenir. Köşkün önünde duran
şatafatlı bir faytona doğru sırma elbiseleri ve ihtişamı ile bir adam yaklaşır.
Görenler el pençe divan durur, yerlere eğilip, elbiselerinin eteklerini
öperler. Adam faytona binerken, Bektaşi
muhafızlardan birinin yanına sokularak merakla sorar;
-Kimdir
bu zat?
-Padişahın
kullarından biridir” cevabını alır.
Bektaşi,
o anda bir kendi perişan haline bakar, bir de faytondaki adama…
Başını
göğe kaldırıp ellerini açarak;
-Hey
Allah’ım, bir padişahın kuluna bak! Sonra, bir de kendi kuluna bak! Reva mıdır
bu?
Bizim
milletimizin en kronik hastalıklarından biridir, Bektaşi gibi söylenmek ama
muhatabının yüzüne söyleyeceklerini söylememek. Çünkü söylenmek, zahmetsiz ve
güvenlikli bir rahatlama biçimidir. Söylenme, söylenen kişiyi rahatlatır ama
toplumu çıkmaza sürükler. Söylenmesi gerekenlerin söylenmediği bir yerde bunun
bedelini ise tüm toplum öder.
O
halde biz de çocuklarına uzuneşek oynamayı reva görenlere, aklını kullanmayıp
eşeklik(!) ettiği için tüm toplumu kaosa sürükleyenlere, Baba Müslüm’ün bir
türküsü ile söyleyelim söyleyeceklerimizi;
Daha
ne uyuyon eşşek kafalı?
Seni
kırk yıldır soyan soyana.
Kula
kul olmanın zamanı geçti,
Koşup
haber versin duyan duyana…