Ene / Enaniyet / EGO ve Benlik

102

     Hemen her gün
gazetelerde okuyup durduğumuz; çok üzücü hadise ve olaylar içimizi yakıyor.
Moral ve maneviyatımızı bozuyor. İçimiz kararıyor. Karısını öldüren kocalar,
kocalarını öldüren kadınlar. Kadına el kaldıran erkekler. Aile faciaları.
Münakaşalar, kavgalar, çekişmeler. Çocuklara karşı sert tutum ve davranışlar.
Onları dövenler, sert davrananlar, bağırıp çağıranlar o kadar çok ki, anlaşılır
gibi değil. Basit sebepler yüzünden; insanların birbirlerine hakaretler
yağdırmaları. Kendilerine hâkim olamayarak, hemen kaba kuvvete başvurmalarına
üzülmemek elde değil. Velhasıl öldürme ve öldürülmelerin, yaralama ve
yaralanmaların bir türlü sonu gelmiyor.

     Bütün bunların
sebep ve nedenleri ise, Ene / Enaniyet / Ego ve Benlik, Bencillik; başkasına
hak tanımayıp, sadece kendi menfaat ve çıkarını düşünmekten ibaret olan Ene ve
Enaniyetin yani Benliğin ve Bencilliğin yanlış anlaşılması, yanlış yerlerde
kullanılmasından ileri gelmektedir.

     Çünkü bu zamanda
enaniyet / benlik çok ileri gitmiş. Herkes bir buz parçası hükmünde olan
enaniyetini; halkın müşterek menfaat havuzunda eritip bozmuyor. Kendini mâzur
görüyor. Ondan da niza çıkıyor. Bundan da umum halk zarar görüyor. Bir avuç
haksızlar güruhu istifade edip yararlanıyor.

     Çünkü enaniyetin
işimizde en tehlikeli ciheti, kıskançlıktır. Eğer sırf lillah / Allah için
olmazsa, kıskançlık işe karışır ve işi bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli, bir
elini kıskanmaz. Gözü, kulağına haset etmez. Kalbi, aklına rekabet etmez.
Herkes birbirine karşı rekabet değil, bilakis birbirinin meziyetiyle iftihar
etmeli. Kaldı ki bu, vicdanî bir vazife ve görevdir.

     Çünkü ene, aslında
bir hava, bir buhar gibi iken, verilen öneme göre mâyi hâline gelir. Sonra
ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini
yutar. Halkı, sebepleri de kendisine kıyas ederek Halık’ın emirlerine karşı
çıkmaya başlar. Küçük âlemde yani insanda ene neyse, büyük insan hükmünde olan
kâinat ve evrende tabiat odur. İkisi de Allaha âsîdir.

     Çünkü insan
kendini kendine beğendirmemeli. Nefsinin ayıp ve kusurlarını görmeli. Evet
insan kendini beğenmediği gibi, kendini beğenenleri de beğenmemeli.

     Çünkü gaflet ve
dünya-perestlikten çıkan dehşetli bir enaniyet / benlik bu zamanda hükmediyor.
Onun için haklı olanlar; meşru bir tarzda bile olsa, enaniyetten / benlikten,
kendini beğenmekten vazgeçmeleri gerekir.

     Buz parçası
hükmünde olan enaniyetlerini, manevi şahsiyet hükmünde olan ortak havuzda
eritmeli ve asla sarsılmamalıdırlar.

     Çünkü toprak gibi,
mütevazi / alçak gönüllü olarak; enaniyeti / benlik ve bencilliği terk etmeleri
şarttır.

     Çünkü bu zamanın
bir hastalığı daha vardır ki o da şudur: Benlik, enaniyet, hayatını güzelce
medeniyet fantaziyeleriyle / hayatın görünüşteki yaldızlı, yersiz ve lüzumsuz
taraflarıyla geçirmek iştahı yani tiryakilik gibi hastalıklardır.

     Çünkü Kur’an’ın
başta gelen esaslarından biri de, benlik ve enaniyeti terk etmek lüzumudur. Ta
ki, hakiki ihlas ile iman kurtarılabilsin. Nitekim benliğini, şan ve şerefini
en küçük bir iman mes’elesine feda eden çoktur. 

     Çünkü hakiki
ihlasın yolu; enaniyeti terk, kendini daima kusurlu bilmek ve sırf kendini
düşünmemek, benlik ve gurura sebep olan şeylerden çekinmekle mümkündür.

     Çünkü Allah;
insanın ruh kuvveti ve gücünü sınırlandırmamıştır. Bu yüzden insan; enaniyetle
o kadar aşağı düşer ki, zerreyle eşit hale gelir. Ubudiyet / kulluk ile de, o
kadar yükseğe çıkar ki, Hz. Muhammed’in yükseldiği makama, o da namzet ve aday
olur.

     Çünkü seçkin, tam
dindar bir kul; ancak enaniyeti terk ile bu mevki ve makama yükselebilmiştir.

Enaniyeti bırakamayan ise, dindeki sağlamlığına bizzat
kendisi köstek olmuş, neredeyse dinini terk etme durumuna kendini, bizzat
kendisi getirmiş olur.

     Çünkü bu zamanda
İslâm Terbiyesi’nin noksaniyetiyle ve kulluğun zaafiyetiyle benlik, enaniyet
kuvvet bulmuş. Memuriyeti; hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve istibdat
derecesine bir tahakküm ve büyüklenme mertebesine getirdiğinden; adalet adalet
olmaz. Esasından bozulur. İnsanların hukuku yerle bir olur.      

Önceki İçerikDoğum Oranlarında Keskin Düşüş
Sonraki İçerikPortreler- 3 -Mehmet Akif Ersoy, Tevfik Fikret (Zangoç – Molla Sırat Kavgası)
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.