-Sâni-i Hakîm /
her şeyi hikmetli, gayeli ve sanatlı bir şekilde yaratan Allah, insanın eline
emanet olarak, rubûbiyetinin / rablığının, sıfat ve şuûnâtı / işlerinin
hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak, işârât / işaretler ve nümune /
örnekleri câmi / içeren bir ene / benlik vermiştir.
Ta ki o ene, bir
vâhid-i kıyasî / ölçüm âleti, ölçek olup; evsâf-ı rububiyet / rablık vasıf ve
nitelikleri ve şuunat-ı ulûhiyet / İlâhlığın işleri bilinsin.
Fakat vâhid-i
kıyasî / ölçüm âletinin; bir mevcûd-u hakîki / gerçek bir mevcut olması lâzım
değil. Belki hendese / geometrideki farazî / var sayılan hatlar / çizgiler
gibi, farz ve tevehhümle / vehim ve varsayımla bir vâhid-i kıyasî / bir ölçek
teşkil edebilir. Hakiki / gerçek vücûdu / varlığı lâzım değil / zaten gerekmez
de.
-Eğer: “Madem
bütün güzelliklerin menbaı / kaynağı vücuttur. Fakat vücutta küfür ve
enaniyet-i nefsiye / nefsin enesi, benliği de var!” dersen:
Deriz ki: “Küfür;
hakaik-i insaniyeyi / insanlığın gerçeklerini inkâr ve nefiydir. Böyle olduğu
içindir ki, adem / yokluktur.”
-Enaniyet /
benliğin vücudu / varlığı ise, haksız temellük / kendine mal edişten kaynaklanmakta.
Aynadarlığını / aynalık yaptığını bilmemekten. Mevhum / vehmi, varsayım olan
varlığını; muhakkak / kesin ve gerçekmiş
gibi bilmekten ileri gelmekte. İşte bu yüzden, vücud / varlık rengini, suret ve
şeklini almış olan bir adem / bir yokluktan başka bir şey değildir.
-Menfî / dinsiz
felsefe “biz” değil “ben” demeyi
öğütler. “Benlik” ile ortaya çıkmayı fısıldar.
-Oysa din; insanın
toplum içinde ene’li, ego’lu değil; “nahnü” , “biz” diyerek hareket etmeyi
söylüyor: “Ben demeyiniz, biz deyiniz.” diyor.
“Ene” / “Benlik”
ile meydana çıkmayınız, diyerek; ene’siz, ideal bir vatandaş olmamızı yeğliyor.
Kendimizi
beğenmemeyi, hatta kendimizi beğenenleri de beğenmememizi istiyor.
-”İnne’l-insane
lezalûm.”
“Gerçekten insan
çok zâlim ve çok nankördür.” (İbrahim: 34)
Mahiyet-i insaniye
/ insanın mahiyetinde, dehşetli kabiliyet-i zulüm / zulüm yapmak yeteneği olup,
sırrı şudur:
Beşer / insanda,
hayvanın aksine olarak, kuvâ ve müyul / güç, meyil ve eğilimler fıtraten /
yaratılış bakımından tahdit edilmemiş / sınırlandırılmamış. Meyl-i zulüm /
zulüm meyli, hubb-u nefis / sırf nefsini, sadece kendini sevmek meyli, dehşetle
kendini gösteriyor.
Evet, ene ve
enaniyetin / benliğin; eşkâl-i habîsesi / çok kötü, fena huyları, hilekârlığının
göstergesi olan davranışları vardır. Hodgâmlık / kendini düşünmek, hodbinlik /
başkasına hak tanımayıp, kendi lezzet ve
menfaatini takip eden bencil oluşu, hodendişlik / kendisi için endişe
etmesi vb. Bir de bunlara, gurur ve inat gibiler inzimam etse / eklense;
ekberü’l-kebairi / büyük günahların en büyüğünü işler ki, henüz beşer / insan
ona isim bulamamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız
Cehennem olabilir.
-”Ene tahtına
oturanı irşât etmek / ona doğru yolu göstermek; mümkün ve olası değildir.”
diyen atalarımız ne güzel söylemişler. Âdeta taşı gediğine koymuşlar.
-Hakiki / gerçek
takva / günahlardan uzak duruş; gurur, ene, enaniyet ve benlikle uyuşmaz, bir
araya gelmez.
-Ehl-i dalâletin /
Yanlış yol sahiplerinin tarafgirleri / taraftarları, enaniyetten istifade edip
/ yararlanıp; bizleri birbirimizden ayırmak ve koparmak isterler. Çünkü insanda
en tehlikeli damar; enaniyet ve benliktir. İnsanın en zayıf damarı odur. Onu
okşamakla, çok fena şeyleri yaptırabilirler.
-Dikkat ediniz,
sizi enaniyetle vurmasınlar. Sizi onunla avlamasınlar.
-Bu zamanda
dalâlet ehli, eneye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor.
-Ehli hak / hak ehli, bilmecburiye / ister
istemez eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir.
Fakat enelik
yapmakta haklı bile olsa, mademki ötekilere benzer. Onlar da onları kendileri
gibi nefis perest / nefse, kendi menfaat ve yararına düşkün zannederler. Bu
ise, Hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır.