“İşlerini aralarında danışarak yürütürler.”
Şûrâ: …kökü mastar olarak “işaret etmek, göstermek, süzmek, fikir sormak, danışmak” manalarına geliyor. Peteğinden balı çıkarmak, bal süzmek (şıyâr), hayvanı teşhir için pazarlık yürütmek (şivar), develerin güzel ve semiz olması (şâretü’l-cimal), bal süzmek (iştâr), arı kovanı, bal alınan kovan (el-meşâru), işaret etmek, sinyal vermek, göstermek (işâret), DANIŞMAK, fikir sormak (teşâvür, müşâvere, istişare), işaret, marka, belirti, dış görünüş, rozet (şâret), danışma meclisi, danışma kurulu (şûrâ), danışman (müsteşâr, müşâvir), fikir sorma, danışma (meşveret), konsültasyon (müşâvere-i tıbbiye), prizma (mevşûr), bal gümeci (şevrat), çorba (şeriyye) kelimeleri bu köktendir. Görüldüğü gibi, Arap muhayyilesinde; “şura” kökünden türetilen kelimelerin nerelerde kullanıldığına baktığımızda, kavramın özünde neyin yattığını çıkarmamız mümkündür. Çünkü Kur’an; Arab’ın gündelik dilinde kullandığı bu sözcüğü ıstılah haline getirmiştir. Arap, petekten bal süzme işine şiyâr, deveyi teşhir için pazara çıkarmaya şivâr, arı kovanına meşâr demektedir. Bunların hepsi ŞÛRÂ sözcüğü ile aynı köktendir. Anlaşılan şûrâ sözcüğü Arab’ın muhayyilesinde insan, arı ve devenin bazı hareketlerini ifade için kullanılmaktadır. Bu anlamda insanın meşveret yapması, tıpkı “satıcının devesini teşhir için pazara çıkarması” veya “arının bal yapmak için çiçeklere konması ve onlardan aldıklarını süzüp çıkarması” gibi bir şeydir. Demek ki insan da yapacağını tıpkı deve satıcısı gibi açığa çıkarıp göstermeli, teşhir etmeli, tıpkı arının her çiçeğe konup oradan aldıkları ile bal üretmesi gibi, insanların fikrini sorarak onlardan ortak bir görüş süzüp çıkarmalıdır. İşte meşveret budur. Şu hâlde meşveret kavramının özünde “açığa çıkarma, katma ve süzme” fiilleri bulunmaktadır. Bir sosyo-politik kavram olarak meşveret bu durumda açıklık, şeffaflık, katılımcılık dediğimiz şey olur…(Yaşayan KUR’AN, Türkçe Meal / Tefsir, R. İhsan Eliaçık Şura: 38)
“İşlerinde onlarla istişare et. İstişare ile karar verip azmettiğinde ise Allah’a güven ve O’na tevekkül et.”
Ayet-i kerime, şartlarına uygun olarak ve ehli ile yapılan istişareden pişmanlık duymanın ve varılan kararı yerine getirmek hususunda tereddüde düşüp gevşeklik göstermenin, doğru olmadığını bildirmektedir. İstişare, hakkında açık bir dinî hüküm bulunmayan hususlarda ve o meseleye ehil olan kimselerle yapılır. İstişarenin gayesi de, o mesele hakkında, Allah’ın razı olacağı hâl çaresini bulmaktır. Ekseriyet; bir hâl çâresi üzerinde birleştikten sonra, ne yönde fikir beyan etmiş olursa olsun; herkese düşen, varılmış olan kararı benimseyerek tereddütsüzce tatbik etmektir. Nitekim Resulullah da Uhud Harbi ile ilgili istişarede; kendi fikrini terk ederek, çoğunluğun fikrine uymuştu. Savaş mağlubiyetle neticelenmiş olduğu halde, Cenab-ı Hakk’ın Peygamberine istişareyi terk etmeyi değil, bilâkis istişareye devam etmeyi emretmesi, başa gelen kötü neticelerin sebebinin istişarede olmadığını ortaya koymakta, İslâmın istişareye verdiği ehemmiyeti, pek açık şekilde göstermektedir. (Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Yeni Asya Neşriyat Araştırma Merkezi, Âl-i İmran: 159)
“Zaman-ı meşrutiyetin (şimdi demokrasinin) zembereği, ruhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıldır, marifet’tir, kanun’dur, efkâr-ı amme’dir.” (Münazarat, s. 217)
Demokrasi’nin işleyişi, çalıştıran zenbereği, ruhu, kuvveti, hükümranı haktır, akıldır, bilgidir, ilimdir, hukuktur, kanundur ve kamuoyudur…
“Meşrutiyet’in (bugün demokrasinin) sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdadın esası, kuvvet şahısta olur, kanunu kendi keyfine tâbi edebilir, hak kuvvetin mağlubu (olur).” (Münazarat, s. 221)
Meşrutiyetin / Demokrasinin sırrı; kuvvet, güç kanundadır. Herkesin işi kanunla belirlenmiştir, hukuk çerçevesindedir. Kuvvetler ayrılığı prensibi işler…
İstibdadın, baskının, diktanın temeli, dayandığı nokta, güç; şahıstır. Bu durumda şahıs da kanunu keyfine tabi eder. Hak kuvvet, kanun karşısında mağlup olur.
Hz. Ali bir Yahudi ile, Selahaddin-i Eyyubî bir Hristiyan ile, Fatih Sultan Mehmed bir Rum Hristiyan ile mahkeme edildiğinde, “güçlü olan haklı değil; haklı olan güçlüdür” esası geçerli idi. (Ali Ferşadoğlu, Yeni Asya, 16 Mart 2017)