Oğuz Çetinoğlu: Bütün inanç sistemlerinde ortak ahlakî değerlerin mevcut olduğu biliniyor. Çatışmalar, ortak değerlerin göz ardı edilip, farklılıkların siyâsî maksatlarla istismar edilmesinden doğuyor. Günümüzde, âkil kişiler farklılıklara tahammül etmeyi öğütlüyorlar. Meseleye İslamiyet açısından bakarsak, hangi öğütleri verebiliriz?
Ali Rıza Temel: Belirttiğiniz gibi bütün inanç sistemlerinde ortak ahlakî değerler mevcuttur. Mesela:
‘Sizden biri, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe gerçek imana eremez.’
,(Buhari, İman 6, Müslim, İman 71)
‘İnsanların size ne yapmalarını istiyorsanız sizde onlara öyle yapın.’ (İncil, luka 6/31)
‘Katletmeyeceksin, zina etmeyeceksin, yalan haber taşımayacaksın, komşunu kendin gibi seveceksin, babana ve annene hürmet edeceksin. Yetim malı yemeyin, ölçüyü tartıyı tam yapın‘
Gibi ortak değerler hem Tevrat’ta, hem İncil’de hem de Kur’an-ı Kerim’de ısrarla vurgulanan değerlerdir. Bu temel insanî değerlere riayet edilse çatışmalara gerek kalmaz. Bu prensipler, hangi dine, mezhebe meşrebe mensup olsalar da insanların barış içinde yaşamalarını sağlayacak ortak değerlerdir.
Ne yazık ki; cehalet, taassup ve siyasî çıkar hesapları bu birlikteliği zedelemektedir. Hem Hz. Peygamber döneminde, hem de sonraki dönemlerde bu birlikte yaşama kültürünü ideal şekilde görmekteyiz. Kur’an-ı Kerim’in emri de bu istikamettedir:
‘Allah size, din hususunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı kendilerine adaletle davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah âdil olanları sever. (Kur’an-ı Kerim, Mümtehine 8)
Çetinoğlu: Alevîlik, bir grup Türk insanının yaşama biçimidir. Türkiye’nin bir gerçeğidir. Bu gerçeğin değiştirilmesi mümkün olmadığı gibi, değiştirilmeye teşebbüs edilmesi ve hatta düşünülmesi bile tehlikelidir. Bu durumda çözümü nerede aramalıyız?
Temel: Dinde zorlama olmadığına göre mezhep değiştirme hususunda zorlama hiçbir şekilde düşünülemez. İnsanlar aynı kalıptan çıkmış seri üretim standart mallar gibi değildir. İrâde ve hürriyet sahibidirler. Başkalarına zarar vermeyecek tarzda herkes inandığı gibi yaşama hakkına sahiptir. Yeter ki ortak insanî ve ahlakî değerlere riayet edilsin.
Çetinoğlu: İz’an ve vicdan sahipleri; varlıklı Müslüman ülkelerin, kendileri dışında kalan mağdur ve mazlum durumda bulunan Müslüman ülkelere yeterli ölçüde ilgi göstermediklerini söylüyorlar. Aynı kanaatte misiniz?
Temel: Varlıklı Müslüman ülkelerin, mazlum ve mağdur kardeşlerine yeterli ölçüde yardım etmedikleri acı bir gerçektir.
Çetinoğlu: Sebeplerini tahlil etmeniz mümkün mü?
Temel: Bu durumun başlıca sebebi; bu ülkelerdeki yer altı ve yer üstü kaynakların bazı taşeron monarşilere, ilkel kabile mantalitesine sahip krallara, hanedanlara peşkeş çekilmiş olmasıdır. Bu kaynakların üretimi ve paylaşımı genellikle emperyalist ülkeler tarafından yapılmaktadır. İslam ülkelerine hükmeden güçler ‘parçala ve yönet’ siyasetini yürütmek için aynı inanç ve ırktan ülkeler arasında demir perdeler örmüşler, dostları düşman, yakınları uzak kılmışlar, hısımların hasım olmaları için her yolu kullanmışlar ve bu konuda kısmen de olsa başarı sağlamışlardır.
Çetinoğlu: ‘Ölülerinizi hayırla yâd ediniz!’ emrinin muhatabı olmamıza rağmen, bâzı devlet yöneticileri kendilerinden önce devletimizi yönetip de şimdi hayatta olmayan kişiler hakkında konuşurken bu emrin dışına çıkıyorlar. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Temel: Kendilerini savunma imkânlarına sahip olmayan kişi ve yöneticilere dil uzatmak ahlakî bir problemdir. Peygamberimiz ‘Ölmüşlerin aleyhinde konuşmak onlara ulaşmaz, fakat dirileri rahatsız eder’ buyurmuşlardır. Herkesi günahıyla sevabıyla Allah’a havale etmek gerekir. Zira bizim değerlendirmelerimiz hatâlı olabilir. Hüsn-ü şehâdet asıldır. Bizim tavrımız merhum Mehmet Akif’in tavrı olmalıdır. O büyük insan;
‘Zulmü alkışlayamam zalimi asla sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım,
Boğamazsın ki- Hiç olmazsa yanımdan kovarım.’
Diyordu.
Çetinoğlu: ‘Gıybet‘ büyük günahlardan biri olmasına rağmen, Müslümanların büyük bir çoğunluğu tarafından yeterli ölçüde bilinmiyor. Örneklerle genişçe bir târif lütfeder misiniz?
Temel: Kişiyi hoşlanmayacağı ifadelerle arkasından çekiştirmek demek olan gıybet Kur’an-ı Kerimde ‘ölü eti yemeye benzetilmiştir. Ölmüş insan kendini savunamadığı gibi, yanımızda olmayan kimse de söylenenlere karşı kendini savunamaz. Gıybet insanın mânevî şahsiyetine, onuruna yöneltilmiş bir saldırıdır. Müslümanların canı, malı ve şerefi dokunulmazdır. Hz. Peygamber (SAV) ‘Gıybetten sakının. Zira gıybet zinadan beterdir. Zina eden kimse tevbe eder, belki Allah da onun tevbesini kabul eder. Fakat gıybet edilen kişi bağışlamadıkça Allah gıybetçiyi bağışlamaz. Bir kimsenin onurunu korumak onu mânen diriltmek gibidir. Onurlu hayat gerçek hayattır.
Çetinoğlu: İslamiyet ‘güzel ahlak’ı öğütler. ‘Güzel ahlak’ kavramını tanımlar mısınız?
Temel: Ahlak toplumun temelidir. Davranış biçimlerini ifâde eder. Davranışlar da: iyi ve kötü davranışlar olarak sınıflandırılır. Hz. Peygamber yüce bir ahlak üzere yaşamış ve üstün ahlakı tamamlamak için gönderilmiştir. Doğruluk, ihsan, takva, sabır, affetme, arabulma, yardımlaşma, tevâzu, hoş görü, selamlaşma, tebessüm, diğergâmlık gibi hususlar ise güzel ahlak örnekleridir. Müslüman, başkalarının elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Hz. Peygamber (SAV) geceyi namazla, gündüzü oruçla geçiren fakat komşusuna eziyet eden bir kimsenin cehennemlik olduğunu belirtmiştir.
Çetinoğlu: Devlet kademelerinde görev yapanların dürüstlükten uzak davranışlar içerisinde bulunmalarının İslamiyet’teki hükmü nedir?
Temel: Devlet görevi emanettir ve ağır bir sorumluluk gerektirir. Bu emâneti taşıyacak olanlar böyle ağır bir sorumluluk altına girmemektedirler. Adam kayırma, rüşvet, yolsuzluk, zorbalık ve zulüm, yöneticilerin en çok kaçınmaları gereken hususlardandır. Devlet görevinin hassasiyetine dair Hz. Peygamber söyle buyurmuştur: ‘Kıyamet günü her zâlimin arkasında bir bayrak vardır. Zulmü ölçüşünde bu bayrak yükseltidir. Dikkat edin! Amme görevinde vefasızlık edeninkinden daha büyük bir vefasızlık yoktur.’ (Müslim. Cihad. 15)
Bir kişiye haksızlık yapılmakla binlerce kişiye haksızlık yapmak aynı değildir. Amme görevi üstlenenler, görevlerinde Hz. Ömer’in titizliğini göstermelidir.
Çetinoğlu: Anlatılır ki gönül gözü açık bir kişi, Müslüman olmayan bir ülkeye; diyelim ki Japonya’ya gitmiş. Dönüşünde sormuşlar: ‘İntibalarını anlatır mısın?’ Adam kısa konuşmuş: ‘İşleri dinimize, dinleri işlerimize benziyor.’ Bu cevabı yorumlar mısınız?
Temel: Bahsettiğimiz söz, Berlin Seyahatinden dönem Mehmet Âkif Ersoy merhuma aittir. Almanlar Hıristiyan’dır.
Teslis inancının makbul bir yanı yoktur. Bizim tevhid inancımız ise son derece makuldür. Çünkü kâinattaki düzen ve ahenk bire işaret etmektedir. İstikamet ve dürüstlük demek olan İslamiyet’in mensupları, dinlerin gösterdiği şekilde her yönden örnek olmaları gerekirken tam tersine bir durum sergilemektedirler. Bu hal son derece şaşırtıcıdır. Aslında normal olan tersidir. Demek oluyor ki, davranışlara yansımayan sözde bir dindarlık insan hareketlerine çeki düzen veremiyor.
Din güzel ahlaktır. Müslümanların bugünkü kötü görüntüsü gerçek İslamiyet’in önünde bir perdedir. Mehmet Âkif merhum bu husustaki üzüntüsünü söyle ifade ediyor:
‘Kaç hakiki Müslüman gördümse hepsi makberdedir
Bilmem amma Müslümanlık galiba göklerdedir.’
Çetinoğlu: Dinler arası diyalog çalışmalarını yorumlar mısınız? Ne gibi sonuçlar elde edilebilir?
Temel: Dinler arası diyalog hassas bir konudur. Diyalogla; kavgasız, barış dolu bir dünya hedefleniyorsa gündemde olması elbette faydalıdır. Fakat batının şimdiye kadar İslamiyet ve Müslümanlara karşı tavrını, haçlı ruhunu göz ardı etmemek gerekir. Kendileri bize karşı hiçbir zaman hoşgörü göstermedikleri halde tek taraflı olarak bizden tolerans beklemelerinde iyi niyet görmek mümkün değildir.
Diyalog hareketi batı emperyalizmi ve onun keşif kolu mesâbesindeki misyonerlik karşısında Müslümanları pasifize etmek, dirençsiz kılmak hedefine yönelik olmamalıdır. Bu hususu daima göz önünde bulundurmak gerekir.
Dinler arası diyalog dinlerin koalisyonu değildir. Ortak bir noktada buluşulacaksa o da Kur’an-ı Kerim’in işâret ettiği noktadır:
‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze gelin. Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım içimizden hiç kimse Allah’ı bırakıp da birbirini tanrı edinmesin.’ (Al-i İmran 64)
Çetinoğlu: Türklüğünü vurgulayanlara; ‘İslamiyet’te millî kimliklere yer yoktur!’ Diyerek karşı çıkılması doğru mudur?
Temel: ‘İslamiyet’te millî kimlik yoktur‘ demek doğru değildir. Kimlik; kişiyi başkalarından ayıran özellikler topluluğudur. İnsanın; şahsî, dinî ve millî kimliği vardır. Bizim genelde bir ümmet bir de millet kimliğimiz vardır. Kur’an-ı Kerim millet gerçeğini inkâr etmemektedir ‘Dilinizin ve renklerinizin ayrı olması onun kudretinin delillerindendir.’ (Rûm 22)
‘Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyasınız diye sizi kabilelere ve milletlere ayırdık.’ (Hucurat: 13)
Ayrı milletten olmak kavga sebebi değil, tanışma ve kaynaşma sebebidir. Ayrı tarihin coğrafyanın örf ve âdetlerin, dil ve akrabalığın oluşturduğu millî kimlik asla inkâr edilmez. Bu kimliğimiz topyekûn Hz. Peygamber’in ümmeti olduğumuz gerçeğiyle çelişmez. Ayrı inançları paylaşan milletlerin ümmet çatısı altında buluşması zenginliği birlikteliği ve gücü ifade eder. Kâbe bu birliği sembolize eder.
Çetinoğlu: Türkiye’mizde kavram kargaşası yaşanıyor. Çok tartışılan kavramlardan biri de laiklik. Herkes kendisine göre bir laiklik târifi yapıyor. Din adamı olarak siz de bir târif yapar mısınız?
Temel: Laiklik daha çok batı medeniyetinin kendine has siyasî ve fikrî gelişimi sürecinde ortaya çıkmış bir kavramdır. Etimolojisi itibariyle ‘ruhban’ sınıfına mensup olmayan, halktan olan anlamında Yunanca laikos kelimesinden türetilmiştir. Louiqu (laik) şeklinde Türkçeye geçmiştir. ‘Ruhbanlığa, kilise teşkilatına, hatta dinî alana ait olmayan‘ manâsındadır. Laiklik genel olarak din – devlet ilişkisi açısından değerlendirilir. Devlet: din veya mezhep esaslarına göre yönetilirse ‘Teokratik’, dinden tamamen bağımsız olursa ‘laik’ karakterde olur. Hıristiyan orta çağda devlet kilise ve ruhban sınıfının referanslarına göre yönetiliyordu. Daha sonraları devlet kiliseden bağımsız olarak yönetilmeye başladı. Batıdaki laiklik daha ziyade ilimle kilisenin, papazlarla aydınların birbirlerine ters düşmeleri, ilmî gelişmeler ilerledikçe kilisenin katı doğmalarına karşı tavır alınması, kilise tahakkümünden kurtulma mücâdelesi sonunda elde edilmiş bir neticedir. Meseleye İslamiyet açısından bakılırsa ilimle din, camiyle toplum arasında bir çatışma söz konusu olmadığı için batıdaki anlamda bir laiklik söz konusu değildir.
Laiklik devlet yönetimiyle ilgili bir kavramdır. Şahısların laik olma şartı yoktur. Yönetim biçimi olarak devleti bütün din ve mezheplere karşı tarafsız davranması, âdil bir hakem rolü oynaması, vatandaşların dinî ihtiyaçlarını dengeli bir şekilde karşılaması, onlara bu konuda imkân ve fırsat tanıması, kısaca din ve vicdan hürriyetini teminat altına alması anlamındaki bir laiklik İslam’a aykırı değildir. Dini tamamen dışlamak, dine karşı düşmanlara tavır almak şeklindeki laiklik ise asla benimsenemez.
Çetinoğlu: Laiklik kavramı, ilk defa 3 Mart 1927 tarihinde hilafetin kaldırılması ve din işleriyle devlet işlerinin ayrıldığının açıklanması ile Türkiye’nin gündemine, 10 Nisan 1937’de de Anayasa’ya girdi.
O tarihe kadar laiklik reddedilmiyordu ve tartışılmıyordu. Tartışmalar, kanunî düzenlemeler yapıldıktan sonra başladı. Düzenlemede mi bir aksaklık yapıldı?
Temel: Laikliğin İslam ülkesindeki uygulanma serüveni batıdaki gibi olmamıştır. Zira İslam dünyasında batıdaki gibi dinî otorite ile siyasî otoritenin çatışması söz konusu olmamıştır. İslam âlemindeki laiklik süreci iç dinamiklerden ziyâde dış dinamik ve gelişmelerin etkisiyle gelmiştir.
10 Nisan 1937’de anayasaya girmeden önce de İslam âlimi Ali Abdürrazık dinin devlet yönetiminden uzak tutulması savunmuş, Osmanlı âlimi Saffet Bey, hilafetin dinî değil dünyevî, dolayısıyla millete bırakılması gereken bir mesele olduğunu ifade etmiştir. Bizde laikliğin tartışma konusu olması, uygulamadaki katı tutumdan, dine ve dindarlara karşı baskı aracı olarak kullanılmasından kaynaklanmıştır.
Çetinoğlu: Laiklik kavramının, ekseriyetin kabul edeceği şekilde yeniden, açık ve net bir şekilde tanımlanması gerektiği görüşüne katılıyor musunuz?
Temel: Laikliğin İslam karşıtları tarafından dindarlar üzerinde bir baskı araç olarak kullanmasına fırsat vermemek için daha net bir laiklik tanımının yapılması gereğine inanmaktayım.
Çetinoğlu: Laiklik kavramı üzerindeki tartışmalara son verecek düzenlemenin yapılması ve bu düzenlemenin Anayasa’nın değişmez, değiştirilemez hükmü hâline getirilmesi mümkün mü?
Temel: Anayasada değişmez madde olmalı mı? Konusu tartışmalı bir konudur. ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletidir‘ denildiğine göre; bir taslak hazırlanıp referandum yapılabilir.
Çetinoğlu: Bu düzenlemeyi yapacak heyette hangi vasıflara sahip insanların bulunması gerekir?
Temel: Laiklik konusunda kimsenin rahatsız olmayacağı, mutlak tarafsızlık, din ve vicdan hürriyetinin teminatı anlamında bir laiklik tarifi ve uygulaması tartışmalara son verebilir. Efradını cami, ağyarını mani bir tarif ve uygulamayı belirleyecek heyet, din ve hukuk otoritelerinden oluşturulabilir.
Çetinoğlu: Böyle bir düzenlemenin önünde engeller var mı?
Temel: Millet irâdesi her şeyin üzerinde olduğuna göre engel olmaması lâzım.
Çetinoğlu: Ülkemizde laiklik ve İslamiyet’i çatıştırmaya çalışanlar var. Gerçekte ise İslamiyet, laiklik kavramı ile çatışmıyor, aksine örtüşüyor. Bir bakıma da laiklik, İslamiyet için gelişme-ilerleme alanı sağlıyor. Laiklik ve İslamiyet ikilisinin sağladığı bu ortamdan nasıl yararlanabiliriz?
Temel: Son zamanlarda laiklik normal şekilde uygulamaya başlanınca tartışmalar da azalmış, normalleşme sürecine girilmiştir. Bu süreç devam ederse zamanla her şey yerli yerine oturacaktır. Laiklik, dini devre dışı bırakmak değildir. Dindar olan toplumu dinden uzaklaştırma çabaları barış yerine kavga ortamı oluşturur, dini toplumdan uzaklaştırmanın faturası ağır olur. İslamiyet’in fert ve toplum hayatına kazandırdığı değerlerden mahrum olmak hayatın çoraklaşmasına, ruhsuzlaşmasına yol açar. Zekât, sadaka bağış, vakıf, toplum, ibadet, ramazanlar, bayramlar, sünnet ve nikâh merasimleri, toplu dualar, mescitler, camiler, ziyaret yerleri, İslamiyet’ten kaynaklanan ve toplumun çimentosu mesâbesindeki ahlakî değerler, örf ve âdetler vs. bütün bu benzeri değerlerden soyutlanan bir toplum mânen ölmüş demektir. Dinin diriltici nefesi toplumun hayat gerekçesidir.
ALİ RIZA TEMEL: 1946 yılında Manisa’nın Demirci ilçesi’nde doğdu. 1967’de Balıkesir İmam-Hatip Okulu’nu, 1971’de İzmir Yüksek İslam Enstitüsünü bitirdi. 1967-1975 yılları arasında vaizlik yaptı. 1976’da Haseki Eğitim Merkezi’ne kursiyer olarak katıldı. Kurs sonunda aynı merkezde asistan olarak görevlendirildi. 1982-1987 yılları arasında Brüksel İslam Kültür Merkezi’nde Türk temsilcisi olarak görev yaptı. Aynı merkezdeki İslam Enstitüsü’nde Ulumu’l-Kur’an dersleri okuttu. Halen Haseki Eğitim Merkezi’nde Arapça ve tefsir dersleri okutmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır. Yayınlanmış Eserleri: 1- İslam Davası ve Münafıklar, 2- İslam’da Dış Politika ve Diplomasi, 3- İslam ‘da ve Batıda İnsan Hak ve Hürriyetleri, 4-Ayet ve Hadisler Işığında Dini ve Sosyal Hayatımız, 5- Mutlu Bir Yuva Nasıl Kurulur? 6- Müslümanların Dünü, Bugünü, Yarını (Tercüme), 7- İslam İktisadının Üstünlüğü (Tercüme), 8- İnsanlara İyilik Hakkında Kırk Hadis (Tercüme), 9- Sağduyu Çağrısı. |