Biz eğlenceyi seven bir milletiz. Eğlence kavramının içine doldurduklarımıza bir bakacak olursak, vakit geçirmekten vakit öldürmeğe, şamatadan yeyip içmeye doğru gidip gelen karmaşık bir anlayışımız olduğu söylenebilir.
Genellikle “Ah, nerede o eski Ramazanlar!” diye girişilen sohbetlerin bile arkası nedir, önü nereye çıkar, çok fazla irdelemeden konuşur dururuz.
Geçmişte eğlenmesini bilen bir millet miydik? Nasıl geçiriyorduk vaktimizi? Eskiden sahura uzanan saatler, Karagöz-Hacivat’la, Meddahla, âşık sazıyla doldurulurmuş. Söz ve saz yine o günün gündemini yansıtırmış. Daha ziyade dinlemeye dayalı bir eğlenme usulünü yansıtan bu gibi hatırattan anlaşılan, her topluluğun, her meşrebin kendine has eğlence mekânlarının olduğu anlaşılmaktadır. Ahmet Rasim’in yazılarında Beyoğlu ve civarının karakteri, eğlencenin tıyneti gayet açık, berrak anlatılır. Şehzadebaşı’nın Direklerarası diye anılan mekânlarında “başlar mısın, başlayalım mı” tezahüratıyle sahneye çıkması beklenen Şamranlar, Peruzlar, madamlar’dan bugün üç beş kantodan ve her yıl tekrar edilen sahnelerden geriye pek bir şey kalmış görünmüyor. Ve çok tuhaftır, Şehzadebaşı’ndaki bu “Ramazan geceleri eğlencelerinin”, niye İstanbul’un en eski semtlerinden birinde ve yine Kanuni Sultan Süleyman Han’ın hastalıklı ve üzerine çok titrediği şehzadesinin gömülü olduğu Şehzadebaşı Camii’nin hemen dibinde yer aldığı hiç sorgulanmamıştır.
Milli coşkumuzun baş tacı davul-zurnayı düğünlerimizde, bayramlarımızda, asker göndermede eksik etmeyen bizler eğlenmek denince ne anladığımızı yeniden gözden geçirmek durumundayız.
O günden bugüne değişen, yalnızca semtler, mekânlar mıdır? Haydi, kalkın gidelim eğlenelim diyenlerin ilk aklına gelen yer Sultanahmet. Binlerce turistin fotoğraf makineleriyle her gördüklerini belgelemeğe can attıkları Sultanahmet’te yok yok! Lokantalar, çay bahçeleri, parklar, bahçeler, pazlamacılar, şekerciler, pastaneler… Mutlaka görenler çoğunluktadır, davullu zurnalı, kemanlı darbukalı müşteri çekme gayretlerinin üstüne tüy dikercesine, garsonlara, görevli personele sadrazam kavuğu, ulema kaftanı giydirip caddelerde sözümona nostalji tüccarlarının postmodern buluşları, henüz kendini kaybetmemiş az bir zevat tarafından iç acıtıcı, onur zedeleyici, eski tabirle “giran” gelmekte.
Esasen modern zamanların eğlence alışkanlıkları geniş ölçüde televizyon ve bilgisayar imkânlarının sunduğu programlarla şekillendirilmektedir. Yarışma programlarında kimin ne kadar kazanacağını takip ederek yahut kimin hangi yemek programında nasıl bir tavır göstereceğinin peşine düşerek “başkaları ne yapıyor?” gözlemciliğinin yaygınlaşmasına eğlenmek diyebilir miyiz? Pek çok kişinin bu şekilde vaktini geçirdiği bilindiğine göre diyebiliriz. Ama bu, eski günlerdeki dinleme kültürünün bir eşi midir? Hayır. Dinlemenin yerini gözlemek, iyice pasif hale gelmek almıştır. İzlediklerimizden doğru ve güzel bir sonuç çıkarabilmek imkânsızlaşmıştır.
Denilecektir ki ” söz konusu eğer eğlenmek ise illa doğru, faydalı bir şeyler mi olması gerekir?”
Cevabı, yine bizden bir iki nesil öncesinin hatıratına başvurarak bulabiliriz. Paranın su gibi akıtılarak özel mekânlarda geçirilen birkaç saati konu haricinde bırakırsak, genel olarak halkın eğlenmekten anladığı, şimdikine oranla seviyesi hayli yüksek toplantılardı. O topluluklarda şiirden herkes anlardı; musiki deyince insanlar aynı tarzı, aynı şarkıları bilirdi; hangi şarkının ardından ne geleceği, şarkıların hangi makamdan okunduğu bilgisine sahiptiler. Leyla ile Mecnun hikâyesi herkese aşinaydı. Aynı hikâyenin değişik anlatımları farklı kişilerin dilinde ayrı birer macera olur, dinleyeni duygular âleminde yüzdürürdü. Yalnız Leyla ile Mecnun mu? Keremle Aslı, Vamık ile Azra, Yusuf ile Züleyha… Kimi dost meclislerinin sabaha dek sürdüğü, şafak sökerken de bülbül nağmelerini dinleyen, tabiattan fazlaca kopmadan, hayatı gerçek güzelliğini havasıyle, gülü, bülbülüyle bir arada tadabilen ecdat bizim ecdadımızdı. Eğlenmenin de bir estetiği vardı.
Yaşayanların anlatmaktan büyük zevk aldıkları eski bir hatıra bize bir zamanlar eğlenmekten ne anladığımız hakkında bir fikir verebilir:
Musa Süreyya Bey’in babası Giriftzen âsım Bey, bir yaz günü Üsküdar bahçelerinden birinde neyin yavrusu sayılabilecek girifti ile bir taksime başlar. Âsım Bey kendini, parmaklarını müziğe verdikçe dinleyenler iyice sessizleşir, kulak kesilirler. O esnada geçilen taksimin tesiri bütün etrafa yayılır ve ağaçlar arasından bir bülbülcük de aşka gelerek şakımaya başlar. Şakıdıkça sesi açılır, ses açıldıkça giriftzen Âsım Bey’in taksimini bastırır. Öyle ki dinleyenler de hayran olur. Kimse kıpırdayamaz. Musiki nameleriyle mest olmuş bülbül, ağaçların ardından çıkarak gelir, Âsım Bey’in girifti üstüne konuverir. Kıpırdamak kimin haddine! Minik can şakımaya oradan devam eder, makaralar çeker, bilyeler şıngırdatır sonunda uçar gider.
Herhangi bir duygu seline kapılmadan, ulvî bir manâya, güzelliğe ortak olmadan geçirilen saatlere eğlence diyebilmek bu örnekten sonra sanırım epeyce zor.
Biz eskiden, başkalarının ne yaptığına değil, içimizde ne olup bittiğine bakarak eğlenirdik. Vah esefa.