Rivâyet olunduğuna göre Hz. Ali (kav /
598-661) ve Ashab’ın fukahasından Seyyidü’l-Kurra Übeyy b. Kâ’b (vefatı: M.
643) ‘Bize hidâyet eyle’yi (ihdina), ‘hidâyette bize sebat ver.’ diye tefsir
etmişlerdir, hidâyet talebinden maksat, hidâyette sebat ise kesin olarak mecaz
kabul edilir. Hidâyet talebinden maksat, bundan daha ziyâdesi ise ve ziyâde
mefhûmu, hidâyetin kullanıldığı mânâya dâhil ise yine mecaz kabul edilir. Ama
eğer ziyâde mefhûmu, hidâyet mânâsına dâhil olmayıp birtakım karinelerle ona
delâlet ediyorsa, o zaman mecaz değil hakîkat olur. Çünkü fazla ibâdet nasıl
yine ibâdetse, fazla hidâyet de yine hidâyettir. Böylece mecaz ile hakîkatin
bir araya gelmesi sonucu doğmamış olur.
‘Sırat-ı
müstakîm’den maksat, hak yoldur. O da, kolay ve ifrat ile tefrit arasında
orta bir yol olan hanif (bâtıldan ayrılıp Hakk’a yönelme) dinidir.
1/7 ‘Nimetlendirdiğin (in’âm ettiğin)
kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların, dalâlete düşenlerin yoluna değil
(Sıratallezîne en’amte aleyhim ğayr’il-mağdûbi a’leyhim vele’d-dâllîn).’
Bu Âyet-i Kerîme’de iki yol gözler önüne
serilmektedir. Biri Allah’ın nimetlendirdiği kimselerin yolu, diğeri de O’nun
gazabına uğrayanların ve dalâlete düşenlerin yoludur.
A- ‘Allah’ın nimetlendirdiği kimselerin
yoluna (sıratallezîne en’amte aleyhim).’
Cenâb-ı Hakk, bu âyet-i celîlede nimetini bahşettiği
Müslümanların tâkip ettiği yolu bir bayrak yapmış ve doğrulukta İlâhî şahâdete
mazhar olacak yolun da bu olduğunu açıkça beyan etmiştir. Öyle ki, sırat-ı
müstakim denildiğinde bundan başka bir şey akla gelmez. Sırat-ı müstakimin,
İlahî nimete mazhar olmakla eşdeğer tutulması bunun pek kapsamlı bir nimet
olduğunu belirtmek içindir. Çünkü İslâm nimeti, bütün nimetlerin temel
ilkesidir.
Bundan dolayı İslâm nimetini elde eden kimse,
bütün nimetleri elde etmiş sayılır.
Bir görüşe göre de, İlâhî nimete mazhar
olanlardan maksat, Nisâ sûresinin 69. âyetinde belirtilenlerdir. Gerçekten bu
âyette:
‘Allah ve Resulüne itaat edenler) işte onlar,
Allah’ın kendilerine nimet bahşettiği peygamberler, sıddîkler, şehitler ve
sâhabelerle beraberdir’ (Nisâ 4/69) buyrulur. Bundan önceki:
‘Ve onları elbette sırat-ı müstakime
(dosdoğru yola) hidâyete erdirdik’ (Nisâ 4/68) âyeti de bunu teyid eder.
Bir diğer görüşe göre ise ‘onlardan’ maksat,
İncil ve Tevrat’ın neshinden ve tahrifinden önce Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ’nın ashabıdır,
başka bir deyişle onları görüp imân edenlerdir.
(Âyetin Arapça nazmında mâzi kipi ile
zikredilen) in’âm, nimeti birine ulaştırmaktır ki aslında bu, lezzet duyulan
bir hâldir. Sonra nefsin lezzet duyduğu helâl dünyâ zevkleri anlamında
kullanılmıştır.
Yüce Allah’ın nimetleri sayılamayacak kadar
çok olmakla beraber temelde iki kısma ayrılmaktadır:
a-Dünyâ nimetleri.
b-Âhiret nimetleri.
Dünyâ nimederi de iki kısma
ayrılır: Vehbî (Allah vergisi) ve Kesbî (çalışılarak elde edilen) nimetler.
Başka bir deyişle kesbî nimet, nefsi rezil
sıfatlardan arındırmak, yüksek ahlâk ve güzel melekeler ile donatmak; bedeni,
güzel haslet ve makbul ziynetlerle süslemek; mevki, makam ve servet sâhibi
olmaktır.
Vehbî nimet de iki kısma ayrılır: Ruhanî ve
Cismanî.
Ruhanî (ruh ile ilgili) nimet, insana ruh
(can) verilmesi ve bunun akıl ve akla bağlı melekelerle güçlendirilmesidir.
Bunlar İlahî hediyeler kabilinden olmakla beraber haddi zatında pek büyük
nimetlerdir.
Cismanî (beden ile ilgili) nimet, bedenin
veya bedenî kuvvetlerin sağlıklı, düzgün ve güçlü olmasıdır.
Âhiret nimetleri, insanın dünyâda iken işlediği
hatâ ve kusurların bağışlanması ve Allah’ın has kulları arasında cennete
girmesidir.
Söz konusu nimetlerden istenmesi gereken,
âhiret nimetleri ile dünyâ nimetlerinden âhiret nimetlerinin kazanılmasına
vesile olanlardır. Allah’ım! Büyük lûtfun ve geniş rahmetinle bu nimetleri bize
nasip eyle!
B- Gazaba uğrayanların dalâlete düşenlerin
yoluna değil (ğayri’l-mağdûbi aleyhim veleddâllîn)…
Allah’ın nimetine nail ve mazhar olan kulların,
bu şekilde vasıflandırılmaları, önceki âyetin ifâde ettiği mânâyı tamamlamak
için olduğu kadar İlâhî gazaba uğramamanın ve sapıklardan olmamanın başlı
başına büyük bir nimet olduğunu beyan etmek içindir. Yâni sırat-ı müstakim,
mutlak nimet olan imân nimeti ile İlâhî gazap ve dalâletten selâmet bulma
nimetini bir araya getirmiş olan mutlu ve kutlu kulların yoludur.
İmam Ahmed b. Muhammed Hanbel’in (780-855),
Müsned’inde ve Tirmizî’nin (Ebû İsâ Muhammed b. İsâ b. Sevre, (209-279) de, el-Câmiu’s-Sahih’inde
belirttikleri bir görüş vardır. Bu iki güzide muhaddise göre anılan âyetteki
İlâhî gazaba uğramışlardan maksat Yahudîler; dalâlete (sapıklığa) düşenlerden
maksat da Hristiyanlardır.
Bu İlâhî kelâmı, bir temsil ile yorumlamak da
mümkündür. Yâni Allah’ın, isyancı kullarına olan gazabından ve isyanları
yüzünden onlardan intikam alma irâdesinden doğan hâli, bir hakanın, kendisine
isyan edenlere öfkelenmesi, onlardan intikam almak ve cezalandırmak istemesi
hâline benzetmek gibi.
Bundan önceki âyette ‘in’am ettiğin, nimet verdiğin kimselerin’ ibâresiyle nimet, Allah’a
isnat edildiği hâlde gazab, Allah’a isnat edilmiyor. Nazımda ‘mağdûb (gazaba
uğramış)’ kelimesinin kullanılmış olması Kur’an üslûbundaki edebî gözetmek
içindir ki nimetler ve hayırlar Yüce Allah’a izâfe edilir fakat onların zıtları
edilmez.
Tıpkı: ‘Beni yaratan, sonra bana doğru yolu
gösteren (hidayet eden) O’dur.’ (Şuâra 26/78),
‘Beni yediren ve içiren de O’dur.’ (Şuara
26/79),
‘Hastalandığım zaman bana şifa veren de O.’
(Şuara: 26/80),
‘Biz bilmeyiz; yeryüzündekilere kötülük mü
murat edildi, yoksa Rableri onlara bir hayır mı diledi?’ (Cin 72/10) meâlindeki
âyetlerde olduğu gibi. Âyette (dâllîn şeklinde müştakı) geçen dalâlet, doğru
yoldan sapmaktır
***
Âmin
Âmin, duamızı kabul buyur, demektir. İbn-i
Abbas’tan rivâyet olunduğuna göre kendisi şöyle demiştir:
‘Ben, Resûlullah’a âmîn kelimesinin mânâsını
sordum; bana: ‘Eyle!’ demektir; dedi.
Âmin, ‘emîn’
şeklinde de okunabilir. Arap şiirlerinde ‘âmînâ’
şeklinde de gelmiştir.
Peygamber şöyle buyurmuştur:
‘Cebrâil, bana, Fâtiha’yı bitirince ‘âmin’ dememi telkin etti ve dedi ki: ‘Âmin, yazının mührü gibidir.’
Âmin, âlimlerin ittifakı ile Kur’ân’dan
değildir; ancak Fatiha sûresinin sonunda okunması sünnettir. İmam-ı A’zam Ebû
Hanife’nin (699-767) meşhur olan görüşüne göre: ‘Namaz kılan kimse, sesli (cehrî) namazlarda ‘amin’i gizli okur, ve
imam, ‘âmin’ demez. Çünkü duâ eden odur.’
Tâbiînden Hasan el-Basrî’den de (Ebû Saîd
el-Hasen b. Yesar el-Basrî, (642-728) böyle rivâyet olunmuştur. Sahabilerin
ünlülerinden Abdullah b. Mugaffel (?-H.57 veya 60) ile Enes b. Malik’in
(612-711/712) Peygamber’den rivâyetlerine göre de namazda ‘âmin’ gizli okunur.
‘Âmin’ kelimesinin sesli söylenebileceğini
belirten kimseler de bulunmaktadır.
Yine Resûlullahın sırdaşı Huzeyfe b.
el-Yeman’dan (Ebû Abdillâh Huzeyfe b. Huseyl b. Câbir el-Absî, (?-657) rivâyet
olunduğuna göre; Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
Allah, bir insan topluluğuna kesinleşmiş bir
hüküm olarak bir azab göndereceği zaman, onların çocuklarından biri,
Kur’ân’daki ‘el-Hamdü lillahi Rabbi’l-âlemin’ (yani Fâtiha sûresini) okur da
Yüce Allah, kabul ederse onun bereketi ile o azabı kırk sene erteleyebilir.’
EBÜSSUÛD
EFENDİ’NİN ŞÂİRLİĞİ – 2 ‘EBÜSSUÛD EFENDİ’NİN MUHİBBÎ’YE NAZİRESİ’
Bir Türkün
nazmettiği ve girizgâh, methiye, ölüye ağıt, kendini teselli ve methiye ile karışık
bir sonuç bölümlerinden oluşan bu Arapça mersiyenin muhtevası da genel anlamda
acı, keder, elem, üzüntü, ümitsizlik ve gözyaşı gibi mersiyesinin genel
özelliklerini taşımaktadır. Aralarında bir hayli samîmiyet bulunan sultanın
ölümüne olan üzüntüsünü daha şiirinin giriş kısmında kıyâmet sahneleriyle dile
getirmeye çalışan Ebüssuûd Efendi, yer yer ümitsizliğe kapılmış ise de kendi
kendine teselli vererek bunu gidermeye çalışmıştır. Kendisini Şeyhülislâm yapan
sultanın üstün bir devlet adamı, halka karşı merhametli, düşmanlara karşı
kahraman ve iyi bir asker oluşuyla överek onu yâdetmeye çalışmıştır. Bu da
mersiyelerde görülen diğer bir özelliktir.
Ebüsuûd
Efendi, özenle seçtiği eski kelimeleri kullanmakla birlikte anlam bakımından
oldukça zengin olan şiirini edebî sanatlarda da süslemiştir. Sultana ağlayan
gözleri kan dolu gemilere benzetmesi, ölmediğine Kur’an’dan delil olduğunu
söylemesiyle ‘Allah yolunda öldürülenlere
ölüler demeyin’ (Bakara suresi (2/154) âyetine telmih yapması, mersiyenin
son beytinde sultanın kanun yapıcı özelliğine atıfta bulunması bunlardan bir
kaçıdır. Bütün bunlar göz önüne alındığında bir Türk ilim adamının bu denli
Arapça şiir söylemesinin elbette Arap âleminde yankı ve hayranlık uyandınnası
tabii karşılanmalıdır.
Muhibbî’nin ‘gibi’ Redifli Gazeline Ebussuûd
Efendi’nin Bir Naziresi
Kânûnî Sultan
Süleyman Han döneminde 28 yıl 11 ay şeyhülislâmlık yapmış olan Ebussuûd Efendi
sâhip olduğu ilmî potansiyel sâyesinde gerek kendi dönemine ve gerekse
kendinden sonraki dönemlere etki etmiş bir şahsiyettir. Diğer taraftan,
Ebussuûd Efendi ilmî donanımı dolayısıyla Kânûnî Sultan Süleyman Han’ın da
büyük takdir ve teveccühünü kazanmıştır. Hatta Kânûnî, Ebussuûd Efendi’ye
yazdığı bir mektubuna ‘Halde haldaşım,
sinde sindaşım, âhiret karındaşım, tarîk-ı hakda yoldaşım Molla Ebussuûd Efendi
Hazretleri’ diye başlayarak kendisine olan yakınlığını ifâde etmiştir.
Muhibbî
mahlasıyla şiirler yazan Kânûnî Sultan Süleyman’ın en çok bilinen şiirlerinden
birisi ‘Halk içinde mu’teber bir nesne
yok devlet gibi / Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi’ matla’ıyla
başlayan gazelidir. Klasik Türk edebiyatında en çok şiir yazan şâirler
sıralamasında en başta yer alan Muhibbî’nin özellikle bu şiiriyle dikkati
çekmesi ayrıca üzerinde durulması gereken bir durumdur. Çünkü ‘cihan devleti’ konumundaki Osmanlı
Devleti’nin en parlak padişahı olan Kânûnî Sultan Süleyman Han’ın, ‘sıhhat’e
‘devlet’ kavramının üzerinde bir konumda vurgu yapması şiiri çarpıcı kılan
unsurlardandır.
Muhibbî’nin bu
şiirinin bir şiire nazire veya bu şiire yazılmış bir nazire olup olmadığının
anlaşılması için, edebiyat araştırmacıları nazire mecmualarını taradı. Edirneli
Nazmî’nin Mecmâ’ü’n-Nezâ’ir’i, Pervane Bey Mecmuası ve Hacı Kemâl’in
Câmi’ü’n-Nezâ’ir’inde bu şiire yazılmış bir nazireye rastlanamadı. Diğer
taraftan bu şiirin başka bir şiire nazîre olduğuna dâir de herhangi bir ipucuna
rastlanamadı.
Âşık
Çelebi’nin ‘Tercüme-i Tıbre’l-Mesbûk fi
Nasâyihi’l-V üzerâ ve’l- Mülûk’ adlı eserinin TBMM Kütüphanesi 06 TBMM SS
249 numarada kayıtlı bir nüshasının sonunda Muhibbî’nin ‘gibi’ redifli gazeline
yine dönemin tanınmış simalarından Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi’nin bir naziresi
bulundu. Ebussuûd Efendi’nin şiire olan ilgisi konuyla ilgilenenlerin
mâlûmudur. Ancak Ebussuûd Efendi’nin şiirleri göz önüne alındığında aşağıda
metni verilecek olan şiirin özellikle hacim bakımından dikkat çekici olduğu
âşikârdır.
Kanûnî’nin 5
beyitlik şiiri:
Halk içinde mu’teber bir nesne
yok devlet gibi
Olmaya devlet cihânda bir nefes
sıhhat gibi.
Saltanat didükleri ancak cihân
gavgasıdur
Olmaya baht u sa’âdet dünyede
vahdet gibi.
Ko bu iyş ü işreti çün kim
fenâdur âkıbet
Yâr-ı bâkî ister isen olmaya
tâ’at gibi.
Olsa kumlar sagışınca ömrüne hadd
ü ‘aded
Gelmeye bu şîşe-i çarh içre bir
sa’ât gibi.
Ger huzûr itmek dilersen iy
Muhibbî fâriğ ol
Olmaya vahdet makamı gûşe-i uzlet
gibi.
Şiirin Türkçe meâli:
Halkın gözünde devlet (iktidâr)
gibi değerli bir şey yok.
Halbuki şu dünyâda bir nefes sıhhat gibi
devlet (güç) olamaz.
Saltanat dedikleri sâdece bir dünyâ
kavgasıdır.
Dünyâda Allah’a yakınlık gibi büyük saâdet ve baht
açıklığı olamaz.
Bu eğlenceyi yeme içmeyi bırak,
sonu kötüdür.
Eğer ebedî bir sevgili istiyorsan
ibâdet gibisi yoktur.
Ömrün, kumlar sayısınca sınırsız
ve hesapsız olsa bile,
Bu feleğin fanusunda ( çatısında) bir saât
gibi bile gelmez.
Ey Muhibbî, eğer huzur içinde
olmak istersen, ferâgat sâhibi ol (vazgeç)
Dünyâda yalnızlık köşesine çekilmek gibi
Allaha yakınlaşma olamaz.
Ebüssuûd’un yazdığı nazire:
Fâ’ilâtün / Fâ’ilâtün / Fâ’ilâtün / Fâ’ilün
Gitdi hengâm-ı şebâb elden dem-i
vuslat gibi
Geldi eyyâm-ı meşib irdi şeb-i
firkat gibi
Şarşar-ı bâd-ı fenâ yıkdı vücûdum
haymesin
Çak çak itdi revâkın câme-i
sıhhat gibi
Kâmetümden âfiyet dibâsın aldı
rüzgâr
Egnüme virdi belâ âvâresin hil’at
gibi
Gerdişi eyyâm tayy itdi sicill-i
ömrümi
Şol sütün mahv olup ebter kalan
hüccet gibi
Merr-i eyyâm-ı şuhûr u kerr-i
a’vâm-ı duhür
Komadı tende mecâl ü rühda râhat
gibi
Çökdi bünyân-ı beden bozuldı
timsâl-i cesed
Deyr dîvânnda yir yir bozulan
şüret gibi
İ’timâd itme ‘acüz-ı dehre bir
mekkâredür
İtmez eytâmma aşlâ meyi ü yâ
şefkat gibi
Aldayup zakküm-ı gam it’âm ider
n’ met diyü
Allâh niş-i belâ nüş itdürür
şerbet gibi
İhtilâl irdi mizaca za’fa yüz
tutdı kavi
Kalmadı a’zâda hergiz kuvvet ü
kudret gibi
Her biri dünyâ değerken bilmedüm
kıymetlerin
Yok yire oldı hebâ ‘ömrüm
girân-kıymet gibi
Tende tâbun var iken sarf it
ma’âni kesbine
Olmadı bî-çâre ben bi-çâre
bî-tâkat gibi
Za’f ile üftân u reftân ömr
ser-haddin geçüp
Bir ‘aceb iklime düşdüm âlem-i
gurbet gibi
Hiç ehlinde enis ü âşinâdan kimse
yok
Bulmadum hergiz birinde üns ü yâ
ülfet gibi
Ceyş-i hicran eyledi talan
vücudum şehrini
Mülk-i dilde leşker-i cevr itdügi
ğâret gibi
Hânmân-ı dil yıkıldı itimadı taş
üzre taş
Dest-i devr ü cevr ile vîran olan
mîlket gibi
Ten hişârın top-ı gam yıkdı aceb
bu kim henüz
Dinmez ahum ğulğuli şâm u seher
nevbet gibi
Dikilür burc-ı bedende yir yir
itdükde figân
Âh-ı dil-süzum duhânı göklere
râyet gibi
Geldi idrâke halel gitdi
meşâ’irden şu’ür
Kalmadı bir sıhhat üzre sem’ ü yâ
rü’yet gibi
Eşk-i pür-hün tutdı ser-tâ-ser
cihân etrâfını
Dem-be-dem zeyl-i ufkda görinen
hamret gibi
Revnak-ı eyyâm kalmadı dahi ‘ıd-i
şerif
Gözüme dünyâ görinür gâyr-ı
mâhiyyet gibi
Şanuram âfâkı tutdı nâr-âşüb
fiten
Sine-i süzânum içre âteş-i hasret
gibi
Bir zaman idi ki bâğ u râğa
kıldukça güzer
Görinürdi her kenarı gülşen-i
cennet gibi
Şimdi ol hâlâtun oldı cümlesi
h’âb u hayâl
Âlem-i rü’yâda idrâk olman hâlet
gibi
Bezm-gâh-ı üns iken görsem gelür
şimdi bana
Şahn-ı gülzâr-ı İrem tehiyye-i
vahşet gibi
BOĞAZİÇİ
YAYINLARI:
Alemdar Mahallesi Çatalçeşme Sokağı Nu: 44
Kat: 3 Cağaloğlu, İstanbul Telefon: 0.212-520 70 76 Belgegeçer: 0.212-526 09
77 e-posta:
bogazici@bogaziciyayinlari.com // www.bogaziciyayinlari.com.tr
(DEVAM EDECEK)