– Gerçeğe erişmek için, kimileri birçok tarikat ehli gibi kalben yola çıkarlar. Kimileri de bazı büyük hakkikat ehli gibi, hem kalben hem de aklen hareket ederler. Çünkü kalben ve aklen yola düşülenlerin herbirinin ayrı ve çekici tarafları vardır. İmam-ı Rabbanî’nin “Tevhîd-i kıble et!” (Yalnız bir üstadın arkasından git!) sözünü hatırlamalı. Ve anlamalı ki: Hakikî üstad Kur’an’dır. Tevhîd-i kıble (kıblenin bir oluşu) bu üstadla gerçekleşir. Ancak o kudsî üstadın irşadiyle hem kalb, hem ruhu gerçek yolu bulmuş olur. Böylece gözü kapalı olarak değil, İmam-ı Gazalî, Mevlâna Celâleddin ve İmam-ı Rabbanî gibi kalp, ruh ve akıl gözleri açık olarak yol almak mümkün olur.
– Kur’an’ın manevî yol göstericiliğinden istifadeyle, her şeyde ilim ve irfana pencere açıp, aydınlık bir alana çıkmak lâzım.
– Hiç şüphe etmemek de, hep şüphe içinde kalmak da yanlış. Gerçeği anlamak için, geçici şüphe içinde olmak lâzım. Çünkü şüphe, hakikati anlamaya ışık tutar.
– Bütünü bilmeyen, parçayı anlayamaz. Çünkü parça, bütün içinde bir kıymet ifade eder.
– Bir sözü değerlendirebilmek için: “Kim dedi, kime dedi, niçin dedi, hangi makamda söyledi?” sorularının cevaplarını bilmek gerekir.
– Kâinata, sebepler değil Allah hesabına bakmak lâzım. Çünkü her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar, diğer cihet de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk’a bakan dayanak noktasını gösterecek bir perde gibi olmalıdır.
– Nimete bakıldığı zaman Mün’im (nimet veren Allah), san’ata bakıldığı zaman Sâni (her şeyi san’atlı olarak yaratan Allah), esbaba (sebeplere nazar edildiği) bakıldığı zaman Müessir-i Hakikî (hakikî tesir edici Allah) zihne ve fikre gelmelidir.
– Her şeyin bâtını (görünmeyen tarafı, iç kısmı) zâhirinden (dış yüzü ve görünüşünden) daha lâtif (hoş ve güzel) daha şeffaf (saydam)dır. Bu ise, Sâniin (san’atlı olarak yaratan Allah’ın) o şeyden hâriç (dışında) ve baid (uzak) olmamasına delâlet eder. O şeyin sair eşya ile nizam ve muvazenesinin (dengesinin), sânii (yaratanı) tarafından temin edildiği cihetle de, sâniin (yaratanın) o şeyde dâhil (içinde) olmamasını iktiza eder (gerektirir). Öyle ise, bir masnuun (sanatla yapılmış eşya ve varlığın) zâtına (kendisine) bakılırsa, sâniin (yaratanın) ilim ve hikmeti görünür. Gayrisiyle birlikte bakılırsa, sâniin (yaratanın) hepsinin üstünde bir sem’ (işitme) ve basara (görmeye) malik olduğu görünür. Bu hakikatten anaşıldı ki, Sani-i Âlem (âlemin san’atkârane yaratıcısı), âlemde dahil (âlemin içinde) olmadığı gibi, âlemden hâriç (dışında) da değildir. İlim ve kudreti ile her şeyin içinde olduğu gibi, her şeyin üstündedir. Bir şeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı (varlığı) da beraber görür.
– “Mısır Vâlisi Amr b. As’ın oğlu, bir Kıptî gence vurur. Genç, Emirü’l-Mü’minin Hz. Ömer’e şikâyet edeceğine yemin eder. O da ‘Git bakalım, senin şikâyetinden bana bir zarar gelmez. Ben asîl çocuğuyum.’der. Hac mevsiminde, Hz. Ömer önde gelen devlet adamlarıyla beraberken, Kıptî genç gelir, olanı biteni anlatır. Hz. Ömer, Amr b. As’a, ‘Anaların dünyaya hür olarak getirdikleri insanları ne zamandan beri köleleştirdiniz?’der. Sonra, şikâyetçi gence, Amr b. As’ın çocuğunu gösterip şu tarizli (dokunaklı) sözleri söyler: ‘Sana vurduğu gibi, vur bakalım şu soylu çocuğa!’
Ahmet Cevdet Paşa, kölelik konusunda şöyle der:
‘Müslümanlık’ta köle almak, köle olmaktır.’
İşte, bunları bilmeyen biri ‘Köleliği kabul eden din, İlahî bir din olamaz.’ hükmüne varabilir. Halbuki mes’elenin aslını bilse, böyle yanlış bir hükme varmaktan kaçınacaktır.
İslâmı inceleyen müsteşrikler (oryantalistler) genelde bu ikinci bakış tarzıyla ona baktıklarından yanlış hükümler verirler.
Bu ikinci bakış tarzı, İslâm’ı bir bütün olarak kabulden sonra meselelerini tek tek incelemek şeklinde olduğundan ise faydalı olur.
Her mes’elesi derinlemesine incelendiğinde
İslâm’ın ihtişamı ortaya çıkar.” (Şadi Eren)