“Dur, Bir Kitaba Bakalım”

76

 

Eskimez insanlarımız böyle derdi işte bir mesele karşısında “Dur, bir kitaba bakalım, kitap ne diyor?”

Ben bu zaman dilimine yetiştim. Toplumumuzdaki sorunlar karşısında meselenin iki tarafı bir bilge insanı, bir kanaat önderini, bir eren kişiyi “hakem” tayin eder ve problemi anlatırlardı. Hakem her iki tarafı da dinler, “Bismillah” diyerek Kur’an-ı Kerim açar, okur, buna göre kanaatini söylerdi; “Sen haklı, malesef sen haksızsın” diyerek konuyu kapatırdı. Tazminata da hükmettiği zaman olurdu. Yok eğer taraflardan biri karara itiraz ederse “Allah’a şirk koştun, hemen imanını tazele” diye de hatırlatmada bulunurdu.

Kitap, millet hayatının her safhasında olan bir ölçüydü. Sanırım bu konuda en güzel makalelerden birini de Söğüt Dergisi’nde yıllar önce Ötüken Yayınevi’ni kuranlardan Nevzat Kösoğlu yazmıştı. Toplumumuzda da kitap olmayan ev yoktur. Mukaddes kitabımız Kur’an bittabi en başta gelir. Babaannemin kitap rafındaki eserleri; Muhammediye, Ahmediye, Mızraklı İlmihal, Karadavut. Anamın Anneannesi  Cemile Hanım’ın Osmanlıca Safahat ve Çalıkuşu okuduğunu da hayal meyal hatırlıyorum. Bundan sonraki nesiller bir batılılaşma cerayanı içinde mekteplerde “oku” emrine inat “okuma” ile eğitime başlatıldı; Ali Topu Bana At’ı öğrettiler. Günümüze kadar da gelindi, hala öğretim sistemimizi derdest edemedik. İslam coğrafyasında batılı emperyalistler böyle bir program uygulattılar, ne oldurdular ne öldürdüler. “Pi sayısını biz bulduk, İbni Sina’nın eserleri hala batıda okutuluyor” biçimindeki mirasla teselli ettirip, bizi mirasyedi yaptılar.

HİCRAN HANIM ANLATIYOR

Allahtan yanlış imalat mahsulü bir nesil kitabına ve medeniyetine sahip çıktı, bizi dik tutan ata dedelerimizin inancından vazgeçiremediler. Fakat gelinen noktada zenginlik ve rahata ulaşılması da bir kolaycılığı, tembelliği, bana neciliği, konforu da peşinden getirdi. En küçük bir kredi veya burs için kapı kapı dolaşan delikanlı elinde birkaç bin liralık iphone cep telefona sahip ama, birkaç kitap alarak onları okumanın keyfinden maalesef hala uzak. Ah bu lezzeti bir alabilse, eğitim sistemi bunu bir verebilse Türkiye ilk on’a girecek.

Bendeniz bu ay bu lezzetlerin keyfini çıkardım. Hicran Göze Hanımefendi’nin “Geçmişin Puslu Aynasında Seyrettiklerim; Eşim Ergun Göze İle Elli Beş Yıl ” adlı 456 sahifelik son çalışmasını hemen okudum. Kitabı bizzat  Boğaziçi Yayınları’na giderek aldım. Yetkili hanımefendi bozuk para çıkmayınca “Bir sonraki sefer verirsiniz!” demez mi bir de; sağolsun. Hicran Hanım 81  yaşında. Kızı Zeynep ile geçenlerde bir davet üzerine Adana’ya giderek Mehmet Akif’i anlatmış. Bu konuda Mehmet Akif Hüzünlü Bir Yolculuk adlı nefis bir başka çalışması da mevcut. Hala böyle aydınlarımızın olması ne kadar önemli.

BİR NESLİN DUAYENİ

Ergun Göze’yle Tercüman’da  yaklaşık beş yıl birlikte çalışımıştım. Benim 163 (Yüzaltmışüç) isimli eserimin de önsözünü yazarak şöyle demişti ” Suallerin cevabını da içine alan bir “vesika kitap” neşretti.. eskiler “görünür insanın rütbe-i aklı eserinde” demişler.Araştırıcının memleket meselelerine vukufu, alakası bu eserde bellidir. Böyle araştırıcıların ve araştırmaların çoğalması temennilerin ötesinde, bu hayatı devam ettirebilmenin de ümididir.27.6.1974 Cağaloğlu”

Keşke her akademisyen, yazar, müteşebbis ve politikacı aydınlarımızın hayatını  eşlerinin gözünden okuyabilsek ne şık olurdu. Bunun ilk örneğini veriyor Hicran Hanım. Tercüman, Ergun Göze ile birlikte çalıştığımız yıllarda altın yılını ve zirve tirajını yaşıyordu. Ancak özle söz birbiriyle örtüşmeyince tepe taklak gitti.  Bu resmi iyi analiz etmişti Ergun Bey. Görüşünü ilk elden sahibine de ulaştırmış ancak Kemal Ilıcak “Ergun Bey, ticaret ayrı, siyaset ayrıdır, sizin aklınız ermez ” diyerek konuyu kapatmışdı.

BİZ NEDEN BÖYLEYİZ?

Ergun Göze hep benim odama gelirdi, dertleşirdik. Zaman zaman oğlu Mehmet’i  yanıma bırakarak yazardı yazısını. Mehmet Göze ile ilgilenirdim. Koca gazetede bu dev müessesenin çözülüşüne kendisinden başka yanıp tutuşan çok az kişi vardı. İçi yanıyordu. Yalnızdı. İnançı her şeyin önündeydi. Dünya malına bir kuruş önem vermiyordu. Üstelik bundan ailesinin zarardide olmasına rağmen. Tercüman çok çalışanına değişik imkan tanımıştı, Ergun Göze’ye ise yoktu! O da bundan  şikayetçi değildi. Ergun Göze’nin idealleri vardı çünkü. Gönüldaşlarının davasına fahri olarak giriyordu. Üzgündü ama estetik, görsellik, güzellik, kibarlık, efendilik aramıyordu, ülkü sahipliği arıyordu.

Her şeyi memleketi ve insanları için göze almıştı. Cemali de celali de bundandı. Bunun için tehditlere boyun eğmedi. Parasız ve işsiz kaldı ama dik durdu. Aldandı ama hiç aldatmadı. Yazarlara hizmeti karşılığında araba hediye edilen bir dönemde Ergun Göze TER-OTO’dan parasıyla bir murat satın almışdı. Sürücü ehliyeti de yoktu. Araçı aldığımız ilk gün birlikte Yıldız Barbaros Bulvarı’ndaki  eğitim alanına gittik. Başladım anlatmaya. Kendisi geçti sonra direksiyona. Daha ilk sürüşte geri geri gelirken çarptı. Arka tampon ezildi. Bana “Mehmetcim her şey vaktinde güzel. Bu yaştan sonra şoförlük öğrenilmez.” demişti. Ancak ben Ergun Bey’den çok şey öğrenmiştim. Bardağın boş yanını fark ediyordum, ama Ergun Göze’den ayrı dolu tarafına da dikkat çekiyordum. O hep eksik yanı aynada tuttu, bunu da o damardan beslenenler, istediği biçimde anladı.  İyi ki ahiret var!.

AMAN ALLAHIM; BİR KİBİR, İKİ İFRAD

Yazılarında ve sohpetlerinde iki önemli hatırlatması şöyle; birincisi bir bilge kişi Abdülaziz Bekkine’den “Bana kafiri getirin, kibirliyi getirmeyin”, ötekisi de Veda Hacc’ındaki “Dinde ifrata gitmeyiniz, sizden önceki bir çok kavimlerin helak sebebi dinde ifrada gitmeleridir.” diyen İslam Peygamberi’nin söylemidir.

Dostlarını hiç ihmal etmedi. Okuyucularını da. Batılıların İslam üzerindeki tuzaklarını onun yazılarından öğrendik. Cezayir’den Malik Bin Nebi’yi, Libya ve Kaddafi’yi o tanıttı bir basın olayı içinde. O günün şartlarını düşünürseniz çok hayatiydi. Endülüs’ü unutturmayan da Ergun Göze oldu. İmam Rabbani’nin izinde Hindistan gezisi de o minval üzere yazıldı. Gündeme girdi. Kıbrıs ve Denktaş’sız bir günü yoktu. Komünizme ve din düşmanlığına karşı olan cehdi bir ordu gibiydi. İmkan, ünvan, şöhret ve  makamların arttığı günlerdeki ayırımda  idealizminden hiç taviz vermedi. Bu da yalnızlığını ve küskünlüğünü artırdı.

Hicran Göze Hanım 1950’den sonraki yarım asrı aşkın zaman dilimini günümüze aktarmak için yorulmuş, ter dökmüş, örnek olmuş. Bir el kitabına imza atmış.

TİRAJLARIN EFENDİSİ’NDEN YENİ BİR CERİDE

Faruk Mangırcı aykırı bir fikir emekçisi basın hayatımız için. Önemli çalışmalara imza attı.  Çankaya Savaşları, bir dönemin TRT Çiftliği’ndeki yöneticileri anlattığı kitapları daha sonraki yıllarda hızla birbirini takip etti. Son araştırması Tirajların Efendisi oldu. Gazeteci Rahmi Turan’ın roman gibi hayatı anlatılıyor. Bunda abartma yok. Gazeteci-Patron ilişkilerinin zirvesini yansıtan bir çalışma kitap. Günümüz gazete patronları, yöneticileri ve fikir işçilerinin okunmazsa olmazı denilen bir yayın bu eser. Özellikle de sayıları gittikçe artan milliyetçi, muhafazakar, gönüldaş gazete işverenleri bir vakit bulup etüd ederlerse ciddi ciddi düşünecekleri konular ortaya çıkar. Çünkü Rahmi Turan’ın gazetecilik anlayış ve uygulaması muhafazakar kesimi Babiali’ye hızla getiriverdi. Öyle değil, böyle bir gazetecilik nev’ini ortaya çıkardı. “Gazete ve  Gazeteciliğin neresindeyiz” böyle bir muhasebeye kapı aralıyor Faruk Mangırcı. Türkiye’ye Rahmi Turan imzalı yeni bir gazete mi geliyor yoksa?

BU İMZA HEM AY HEM DEMİR

Edebiyat Sanat Kültür Araştırmaları Derneği ESKADER gibi önemli bu sivil toplum kuruluşumuzun müdürü Şerif Aydemir’in Ötüken’den Mendilim Sende Kalsın ve Çiçekten Harman Olmaz diye iki hikaye kitabı yayınlandı. Özellikle Elazığ  ve çevresinin hakim olduğu temayla işlenmiş öykülerin lezzetini daha ilk okumada fark ediyor ve ikinci, üçüncü defa bir kere daha “neden okumuyayım?” diye kendinize soruyorsunuz. Her okunuşu ayrı lezzette öyküler. Hikayeler uslüp, tespit ve zengin kelimeler yumağıyla  Anadolu’nun bir edebiyat gösterisi gibi.  Taşradan sonra İstanbul’u konu ederse Şerif Aydemir bir tekeli de yıkabilir. Mutlu değil belki, ama “kutlu” öykülere talebemiz yüksek. Eğin’dedinlediğim konuşması da kitaplarındaki birikim, yansıma ve vurgusu itibariyle birbiriyle yarış halinde galiba. Şerif Aydemir’in her hikayesi bir dizi filmi için fırsat. Prodüktörlere hatırlatırım, TRT’nin böyle endişeleri olmasa da!

TÜRKİSTAN’IN RENKLERİ

Fuji Dağı’nın Ardı günyüzü görmemiş aşklara ve sahiplenilmeyen zamana yazılmış. Ali Okur aşkı anlatıyor. Nazım ve nesiri birleştirmiş yazar. Zaman zaman birbiriyle çelişiyor böylesine alışılmışın dışındaki üslup, vakit vakit de örtüşüyor. Daha iyi olabilir miydi, alışkanlıklarımızı çevirebilir miydi bu deneme? Neden olmasın? Ancak uçak kazası çok banaldı. Mesela bu uçak kazasından sakat çıksaydı aşk; kör olsa, topal kalsaydı! Acabaya cevap arasaydı; Genç Verter’in Acıları’na rastlayabilir miydik?

Paulo Coelho’nun Elif’ine ipucu bir roman. Keşke Fuzuli’den de yansımalar görseydik bu aşk’da. Ali Okur Catherine Deneuve’nin Chesburgun Şemsiyeleri filmini izleseydi etkilenebilirdi bu aşktan. Yerli motifler öne çıkmış Fuji Dağı’nın Ardı’nda. Ancak Türkistan anlatılırken aynı renkleri aradım , o aşkı bulamadım. Kitaptaki geri dönüşler en dikkat çekici yanı. “Ağaçlar her ne kadar kökleri üzerinde dursa da, onun yaşadığına ilişkin kanıtlar dallarıdır” diyen Ali Okur’un ikinci çalışmasını görmeden karar vermek yanıltıcı olabilir. O halde devam.

KANDEMİR VE GÜNÜMÜZDE RASTLANMAYAN BİR FİLOZOF

Yağmur Yayınevi nesillerimize okumayın diyenlere inat eser üzerine eser yayınlıyor. Cumhuriyet’in kuruluş  döneminin en önemli gazetecilerinden, röportaj yazarı, fikir emekçisi, idealist insan  Feridun Kandemir’in  Rıza Tevfik’in İtirafları(Hayatı-Felsefesi-Şiirleri) adlı küflenmeye bırakılmış hatıralarını neşretmekle önemli bir fedakarlığı kültür hayatımıza yansıttı.

İbrahim Öztürkçü bu eseri yayına hazırlarken günümüzde bilinmeyen kelimelerin anlamını belirtse daha faydalı ve daha anlaşılır olurdu.  Kısmen var ama yeterli değil. Ayrıca Rıza Tevfik’in 2. Abdülhamit’ten özür dileyen şiirini de doğrusu eserde bulamadım. Ancak yayınlanan her kültür kitabı medeniyet bahçemizin bir fidesidir. Çağı yakalamaktır. Bir sonraki nesile bırakılan en kalıcı mirastır. Çünkü kitap ölçüdür.