Dünya, mekan olarak “alçak yer” anlamına gelir. Bizim algılamamıza göre, evrendeki diğer gezegenler bizden yukarıda. Dünya, sadece alçak yer değil, aynı zamanda alçaklık yeri. Bu mekanda biz insanoğlu her an savaş halindeyiz.
Zaman ve mekanla kuşatılmışız. Kuşatıldığımız yer, dünya. Doğuştan ölüme kadar yaptığımız bu savaşın adı da dünya savaşı. Dünyaya gelenlerin bu savaştan kurtulması mümkün değil.
Dünyaya gelirken ağlamayan bebek var mı? İşte ilk darbeyi ilk dakikada yiyoruz. Açlık, susuzluk, hastalık, kirlilik …; dünyaya gelmenin bedeli olarak çıkıyor karşımıza. Yılmıyoruz, dünyaya karşı savaşmaktan. Tutkularımız giriyor devreye. Popüler olmak, derece yapmak, makamlara yükselmek, para kazanmak; bizi dünyaya iyice yöneltiyor.
Yeni yetmelerden bir kızımızı televizyona çıkarmışlar. Sorulan sorulara verdiği cevaplarda “En büyük arzusunun mesleğimde kariyer yapmak, zirveye çıkmak olduğunu, herkesin kendisinden bahsetmesinden hoşlandığını, dedikodu yapmanın kendisini rahatlattığını” söylüyor. Yine bir gün müteahhitlik işiyle uğraşan bir arkadaşımla denizde hem yüzüyor hem sohbet ediyorduk. Sohbet sırasında bütün Marmara adasını göstererek: “Şu Marmara’yı bana verseler, yine yeterli bulmam.” demişti. Bu sözün altında yatan kesin düşünce neydi bilmiyorum; ama büyük bir tamahkarlığın bulunduğu muhakkaktı.
İnsanoğlu işte bu. Kimisi mal mülk peşinde, kimisi şöhret, kimisi kariyer, kimisi makam, kimisi geçici saadet… Uğruna ter döktüğümüz, kan akıttığımız bu değerler bizi dünyaya bağlıyor. Önce bunları elde ediyoruz, sonra da ya bunları kaybetmemek ya da bunların daha fazlasını kazanmak için durmadan savaşıyoruz. Bizi biz olmaktan koparan bu değerlerin her biri ölümle bizi terk ediyor. Bir dünya fitnesi, dünya ile bir savaş nedeni olarak geride kalıyor. “Malınız, mülkünüz, evlatlarınız; sizin için birer fitnedir.” cümlesi, bu hakikati ne kadar veciz vurguluyor.
Bazen birbirimizle uğraşmaktan da yorgun düşüyoruz. Başkalarının hakkımızda söyledikleri, yaptıkları dedikodular bizi meşgul ediyor. Onların, önümüze çıkardığı engeller mutluluğumuzu engelliyor, bizi kendi türümüzden soğutuyor. “İnsanlık, bu olmamalı.” demek zorunda kalıyoruz. Şeytan taşlamaktan, iş yapamaz duruma düşüyoruz. “Onda niçin var, bende yok?” kıskançlığı ya da bir iş becereme kompleksi başkalarını çekiştirmeye yol açıyor. Bu duygular, zamanla alışkanlığa dönüşüyor, alışkanlıklar hayat tarzımız oluyor. Hem kendimizi kemiren hem başkalarını üzen ve onların zamanını çalan bir girdabın içinde yüzmeye başlıyoruz.
Dünyacı değerlere göre dünyaya karşı savaşı kazanmak mümkün değil. Bu savaş oyununun kurallarını biz koymalıyız. Bizim kurallarımız geçerli olmalı bu dünyada. İnanıyorum ki ben dünyanın değerlerini önemsemezsem o benim değerlerime yönelecektir, benim değerlerimi kabullenecektir. Dik durmak, duruş sahibi olmak gerek dünyacı değerlere karşı. Dünya köpek gibidir; ondan kaçtıkça sana yönelecektir, aşağıladıkça seni sevecektir. “Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca.” misali ben değer vermezsem ne önemi var dünyacı değerlerin. Varsın onun olsun hanlar, hamamlar, servetler, makamlar… Bana ben yeterim. Sevgim yeter, tevazuum yeter, hoşgörüm yeter, cömertliğim yeter… Başlamadan biten savaşın kahramanı olmak, buna denir.
Dünya, ahretin tarlası. Bu dünyanın savaşını kaybedenler, öbür dünyayı da kaybediyorlar. Öbür dünyayı kazanmak için bu dünyayı “sineğin kanadı” kadar değerli görmek gerekiyor. Dünyacı değerlerin sonu yok. Buna ömür yetmiyor. Gerçek muzaffer asker, savaşı tutkularına ve dünyaya karşı kazanmış askerdir.
Bir dünyalı olarak işimiz zor görünüyor. Aslında, kolay. Yol ve yöntemini bildikten sonra aşılmayacak dağ yoktur. Haydi kolay gelsin!