Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun haklı olarak yakındığı (24 Mayıs1996, Türkiye) gibi, eğitimin öz dilimizin Türkçe dışında, İngilizce olarak verilmesi, yurdumuzda -yazık ki- yaygınlaşmıştır. Maalesef Türkçe ilim dili olmaz (!) diye çok yanlış bir kanaat edinmiş olanlara -az da olsa- rastlanmaktadır.
Oysa Türkiye gerçeğini çok iyi anlamış olan Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun da belirttiği gibi, bir milleti ayakta tutan en büyük unsur dildir (a. g. gazete) Zira “Din, Dil bir ise, Millet birdir.”
Nitekim, Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, bir milletin dilinin değiştirilmesiyle, o milletin her şeyini kaybetmiş olacağını söyler ve dış mihrakların Türk Dili’ne zarar verdiklerini belirtir (a. g. gazete) ve eğitimde Türkçe’nin şart olması gerektiğini vurgular (a. g. gazete).
Hakikaten Türkçe, dokuz asırdan beri bir arada yaşamış bir halkın ortak dilidir. Gerçekten Türkçe, Selçuklulardan beri Anadolu’da konuşulagelen bir lisandır. Bundan dolayı, geleceğe güvenle yürüyen Türkiye ve Orta Asya Türkleri, Türkçe’yi mutlaka Dünya Dili yapmak zorundadırlar.
Çünkü milletimizin kendini dünyaya anlatabilmesi, yeniden varlığını kanıtlaması, ancak Türkçe’nin “Dünya Dili” hâline getirilmesine bağlıdır.
Nitekim büyük âlim, kudretli şâir, yüksek devlet adamı olan ve yalnız Orta Asya Türkleri’nin değil, yüksek zümre edebiyatımızın şöhretlerinden biri olan Ali Şir Nevaî (9 Şubat 1441 Herat – 3 Aralık 1501 Herat) de, Hakikî Türk Hâkimiyeti’nin, devlet dili olarak Türk Dili’nin kullanıldığı ve edebiyatın yine Türk Dili ile yapıldığı zaman gerçekleşebileceğine inanmaktadır (Prof. Dr. Aydın Taneri, Türk Kavramı’nın Gelişmesi, Ankara – 1993, s. 139, 140, 144).
Bütün bunlar gösteriyor ki, istikbâl Türkçe’nin. Yani birlik ve beraberlik Türk Dünyası’nda Türkçe; İslâm Dünyası’nda ise Arapça ve Türkçe etrafında olacak ve olmalıdır.
Çünkü asrımızı artık “Hakk’ın ilhâmı, Hakk’ın dili” olan Türkçe eserler süslemektedir.
Türkçemizde ziynetli ve mükemmel, fasîh ve belîğ ve şimdiye kadar eşi görülmemiş eserler yazılmış ve yazdırılmıştır. Hem de yüzünde fesahat, özünde belâgat, içinde halâvet / tatlılık vasfı taşıyan eserler. Değil yalnız sahîfe ve satırlarında yücelikler, hattâ kelime ve harflerinde bile sırlar ve ledünniyât / Allah katındaki ilimler bulunan eserler.
Tıpkı tatlı birer Kevser misali ulu eserler. “Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor…Türk Dili’ni bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’an’dan…(başka) hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan, yüksek asalet ve fesahatı…(böylece) dilimizde görüyoruz.”
Hatipleri hayretlere düşüren hudutsuz, nihayetsiz, emansız fesahat ve belâgatlı. Son derece fasîh, belîğ, edalı, sadâlı ve nağmeli eserler. Türkçemizde nesir tarzında misilsiz, parlak ve bir daha yazılamayacak nefasette eserler. Öyle ki, değil sadece insanlar, yeryüzünün insanla beraber, diğer canlıları dahi kabule hazırlandıkları ve sözlerinden ferahlık duyup zevk aldıkları eserler.
Herkesi kendisine çeken ve İslam ülkeleri’nin mescit ve mabetlerinde dahi, yakın bir zamanda iftihar ve büyük bir coşkuyla okunması umulan ve beklenen eserler.
Bugün Arapça Kur’an’dan Türkçe sözlere akan ve artık Öz Türkçe’den fışkırarak feyizler içeren ve kalplerde Kudret numunesi ve Rahmet nişanesi olmaya devam eden eserler.
İdrâk âyînelerine cilâ, kalp âlemine safa ve akıcı rûha gıda olan eserler karşısında: “Allah Allah, Türk Milleti…ne kadar iftihar etse yine azdır.” Demekten kendimizi alamayacağımız
236
şâheserler.
“Arş-ı A’zam’dan inen Kur’an-ı Hakîm’in delil, hüccet ve bürhanları” bugün Türkçe eserlerde kendini göstermekte ve gözleri aydınlatıp, gönülleri sevindirmektedir.
Kederleri gidererek insana neş’e veren , okunurken hiçbir itiraz sesi yükselmeyen, hiçbir inkâr kokusu duyulmayan, akıl ve mantığı durduran, insanı safileştiren eserler.
Muntazam, mükemmel, müzeyyen / süslü ve ışıklı sözleriyle kendini halkın nazarına arzeden. İhtilâflı eserleri bir kenara bıraktıran baş tâcı eserler.
Zulmette boğulan şu asrı ve gelecek asırları Kur’an ışığıyla aydınlatacak ve: “Artık ihtilâf yok, ittihat var. Cansızlar…devri geçmek üzeredir. Canlılar ve câzipler asrı geliyor. Susunuz ve dinleyiniz.” Hitabıyla dikkatimizi çeken, Türkiye’nin şahsında İslam Âlemi’nin parlak istikbâlini müjdeleyen eserler.
Âhir Zaman’da bir kere daha katmerleşerek ve sümbüllenerek ufukları, Kur’an hakikatiyle ışıklandıran eserler.
İslâmiyet Güneşi’nden Türkçe’ye akseden, oradan dünyaya yayılan hakikatler, insanları cehalet, sapkınlık, şirk ve şakîlikten hidayete, emniyet ve selâmete dâvet eden eserler.
Hakikî Hakk yolunu açıp, hedefleri gösteren ve insanları yanlış ve sapık yollardan kurtaran ve kurtaracak olan. Kör ve sağır, mağlup ve meftun tabiat-perestleri ve şirki inanca, Yer ve Göklerin yaratıcısı Rahman ve Rahîm olan Allah’a çağıran eserler.
Tabiat ve Felsefe’nin hakikatini, ilim ve fenlerin asıl ve esasını öğreten eserler.
Güzel okunup, güzel dinlendiği takdirde saadet saraylarına eriştirecek ve kainat sarayının sultanına kavuşturacak en büyük eserler.
“Fıkh-ı Ekber”in esası öyle eserler ki, önceki ve sonrakilerin yazdığı kitaplarda olan ve olmayanı içinde bulunduran ve hiçbir kaynaktan alınmamış ancak Kur’an’dan sızan hakikat ve gerçekleri sunan eserler.
Öyle mübarek ve güzel eserler ki, okuyanı ağlatıp, ağlayanı güldüren, ölüyü diriltip, benlikten geçiren. Büyük bir aşk ve ilgi ile kendini dinletip, gönülleri cezbelendiren, ruhları vecde getiren, çok feyizli, hikmetli, kısaca Hakk’ın bu aziz ve mübarek millete bir lûtfu olan muhteşem eserler.
Kalb, kafa ve ruh hastalıklarına; en lüzumlu şifa ve devayı gösterip, ruhî ve manevî dertlere düşmüşlere sunan, akıl ve idrak gözlerini, en kısa zamanda açan eserler.
Çok hikmetli, tılsımlı, nazlı, niyazlı, mânalı, yüksek, etkili, faydalı, istenen, sevilen ve tekrar tekrar okunmaya lâyık eserler.
Yalnız Arz’da değil, belki Melekler katında bile, alkışlarla karşılanan eserler.
Şimdiye kadar karanlıkta kalan, meçhullere karışan, fakat zihinleri tahrik ve tahriş etmekten geri kalmayan, birçok muammaları açıklayan eserler.
Bütün bilgilerin menbağı, bütün fenlerin kaynağı, her şeyin özeti ve gönül şehrinin cilâsı olan eserler.
Gerçekleri, eğitim-öğretim durumları ne olursa olsun, herkese kolayca öğretebilen eserler.
Kendine özgü, gerçek tâbir ve vecizelerle, gönüllere ferahlık ve genişlikle beraber; denizler dolusu bilgiler sunan eserler.
Asırlardan beri İslâmı kemiren kötü inanç ve anlaşmazlıkları kaldıracak, hüküm süren karışıklık, bozgunculuk ve bölücülüğü dahî kökünden söküp atacak eserler.
Hz. Muhammed Ümmeti’ne Fırka-i Nâciye / Kurtuluş Fırkası hâlinde, Kur’an’ın rahmet kanatları altında -inşâallah- Haşir sabahına kadar yol gösterecek ışık eserler.
Kur’an’dan sonra bütün dillerin ser-tâcı ve şaheseri olarak, güzel Türkçe’mizin semasında
237
pırıl pırıl parlamakta, saçtığı şualarla gönüllerimizi ışıl ışıl aydınlatmakta olan eserler.
Geçmişe, hâle ve istikbale ışık tutarak, ruhlara doğru yolu gösteren, şifa ve sevinç kaynağı olan ve Türkçe’nin bağrından yükselerek, İslâm Âlemi’ni Müslüman -Türk’ün liderliğinde -mazide olduğu gibi- tekraristikbal yolculuğuna hazırlayan ışık eserler.
Öyle ki “Mir’at-ı Mücellâ” / “Parlak Ayna” hükmünde olan mânevî şahsına ibretle baktıran, basiret erbabına kendisinde Hz. Muhammed’i seyr ettirebilen eserler. Hattâ daha keskin bir nazarla bakanlar -sıradan biri dahi olsalar- o İlahî Sevgili’nin gümüş alnını, parlak ve güneş gibi simasını görüp, temiz yüzünde, Kudret eliyle yazılıp parlayan İhlâs suresini okuyup anlayabileceği eserler.
Değil sadece Türkiye, Dünya müslümanlığının önderliğini, Kur’an nâmına uhdesinde bulunduran eserler.
Nizam-ı Âlem’in istikrarı ve bunun muayyen vakte kadar uzamasını ve has kulların rahatını temin edip, çoğalmalarını sağlayacak etkin eserler.
Böyle eserlerin taraf-ı İlâhice korunması, sahiplerinin de muhafazası demek olacağından, dolayısıyla vatanlarının da kollanmasını gerektireceği açıkça anlaşılan bir husustur. Bunun içindir ki:
“Bu temiz milletin ve bu cennet gibi memleketin sapasağlam bir hâlde durması” ve hattâ bütün İslâm ülkelerinin de, her taarruzdan korunmuş olması İlâhî, Kur’anî ve Ahmedî bir yardımla olduğu şüphesizdir.
Evet “İslâmiyet Güneşi’nin doğuşundan tam ondört asır sonra…ulvî ve ilahî ve arşî…(eserlerin)…tekrar ve yeniden, (özellikle) bu son asırda, hem TÜRK ELİ’nde ve hem de TÜRK DİLİ’nde doğması, acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi? Bu ne büyük bir nimet bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık yarabbî. Türkçemiz iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır.”
Bütün bu saydığımız ve sayamadığımız üstün meziyet ve vasıfları sayesinde Cennet ehli dilleri arasında yer alacak olan (İsmail Hakkı Bursevî, Kenz – i Mahfî, Sadeleştiren: Abdülkadir Akçiçek, İstanbul-Ocak 1980, s. 98) ey dünya dili güzelim Türkçemiz! Seni söndürmek isteyen bedbahtların istikbal yıldızı sönsün. İzzet ve ikbali aksine dönsün. Çünkü sen bizlere sönmez ve ölmez bir ışıksın.
Yazıma, Türkçe’nin Ebedü’l-Âbâda uzanan serencâmını terennüm eden şu mısralarımla son veriyorum:
“Dünya dili oldu, güzelim Türkçemiz
Dünyaya haykırmak oldu ilk hecemiz
Değil sadece dünya durdukça
Ebed Âlemi’nde konuşulacak Türkçemiz.”